- 807 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AURORA DİYARINDAN İSTANBUL'A
Küçük kar kristali belki de milyonuncu kez düşüyordu kutup bölgesine. Ufukta görülen Aurora her zamanki gibi mest etmişti onu. Her yağışta farklı bir renk cümbüşü görmek kadar güzel ne olabilirdi ki? Yalnız bir derdi vardı. Yere düşünce üstü diğer kristallerle örtülüyor ve o zaman göremiyordu Aurorayı. Birkaç kez yere son düşen tanelerden olmayı başarmış, üstünde hiçbir kar tanesi olmadığı için karsız bir havada doyasıya seyretmişti onu. İşte yine oradaydı farklı bir elbiseyle. Birbirine girmiş yeşili, kırmızısıyla ufuktaydı yine. Yanından geçen diğer bir kar tanesi:
- Hayrola, çok mu beğendin? diye sordu küçümser bir tarzda.
Bu Constantinus’tu. Daha doğrusu İmparator Constantinus. Kendisine bu şekilde hitap edilmesini isterdi. Şaşırdı küçük kar kristali.
- Elbette, hem de çok. Niye, sen beğenmedin mi?
- Eh biraz güzel ama İstanbul’u görmüş bir kar kristali için o ne ki?
- Ne! Sen gerçekten İstanbul’u gördün mü?
- Bana neden İmparator Constantinus dendiğini sanıyorsun?
- Sen istiyorsun da ondan.
- Ne alakası var. Ben İstanbul’a kar olarak ilk düştüğümde İmparator Constantinus’un tacının üstüne düştüm de ondan.
- Nasıl bir yerdir İstanbul? Anlatsana bana.
- Harika bir yerdir. Ufuklara bakmana gerek yoktur orada, gerçi ufuklar da güzeldir ama devamlı aşağı bakacaksın. Yukarıdan iki ufak göl bir dereyle bağlanmış gibi görülür. Aşağı yaklaştıkça önce tepeler seçilir. Sonra işin gerçekten zordur.
- Neden?
- Hangi tarafa bakacağını bilemezsin de ondan… Hem sen nasıl oluyor da koskoca imparatorun sözünü kesiyorsun ki. Hem de o tenezzül etmiş sana İstanbul’u anlatıyorken.
Artık konuşmuyordu Constantinus. Küçük kar kristali kıs kıs güldü içinden ve en ciddi haliyle
- Çok özür dilerim ekselansları. Lütfen benim gibi basit bir kar tanesini affedin.
Constantinus bütün ciddiyetiyle
- Peki, bu seferlik affediyorum dedi. Neyse ben İstanbul’u anlatmaya devam edeyim. Aya İrini ve Ayasofya… Muhteşemdiler. Yapılırlarken bazen yağmur, bazen kar olarak üzerlerine düştüm. Sonra Hero ile Leandros’un aşkına şahit oldum Kız Kulesinde. Şimdilerde efsane diyorlar. Cahiller. Hero kendini suya atarken onu seyreden damlalardan biri de bendim.
Kendinden geçmişti Constantinus. Sanki o günleri tekrar yaşıyordu. Sonra birden kaşlarını çattı
- Her şey o serseri rüzgar yüzünden oldu. Aldı beni, ayırdı güzel İstanbul’umdan. Ayasofya’dan, Aya İrini’den ve at heykelleriyle süslü hipodramdan.
- Hipodrom mu? İstanbul’da ! Yok daha neler…Hipodrom yok, hele at heykelleriyle süslü bir hipodrom hiç yok.
Sesin geldiği tarafa baktılar. Küçük kar kristali ilk defa görmüştü bu en az Constantinus kadar kibirli görünen kar kristalini. Yalnız Constantinus’un tanıdığı her halinden belliydi
- Yine mi sen? Her seferinde lafımı bölmesen olmaz mı? Bir de bilip konuşsan neyse diyeceğim. Hipodrom yokmuş. Peh! Buraların tadı kaçtı artık.
Sinirli bir şekilde uzaklaştı oralardan Constantinus. Küçük kar kristali
- Peki sen kimsin? dedi koskoca imparatoru yalanlayan bu cüretkara.
- İmparator Jüstinyen.
- Sende mi imparatorsun? Dur tahmin edeyim. Yoksa sen de imparator Jüstinyenin tacı üzerine mi düştün?
- O sırada başında tacı yoktu.
Kendini tutamadı küçük kar kristali. Gülmeye başladı.
- Ben bunda gülünecek bir şey olduğunu zannetmiyorum. Anlaşılan sen bir imparator karşısında nasıl davranılır bilmiyorsun.
Güç de olsa kendine hakim olan küçük kar kristali
- Kusura bakmayın efendim. Saygısızlık ettim. Siz lütfedip de benim gibi zavallı küçük bir hizmetkarınıza gerçek İstanbul’u anlatır mısınız?
- Aslında anlatmazdım ama seni sevdim. Ama her şeyden önce Hipodromdaki at heykellerini unut. İstanbul’u Latinler istila edince onlar taşındı. Sonra hipodromun tadı kalmadı. Elbette Constantinus’un İstanbul’a düştüğü yalanını da unut.
- Peki Aya İrini ve Ayasofya’yı.
- Onlar var. Ben anlatırken duymuştur muhakkak. Yoksa nereden bilecek? At heykelleri yoktur, dikilitaş vardır. Dimdik uzar. Çok güzeldir. Aslında İstanbul’da her şey güzeldir.
İstanbul’u anlata anlata bitiremedi Jüstinyen. Boğazı, adaları. Yedi tepenin her birine defalarca kez düşmüştü. Bazen bir yağmur damlası, bazen bir kar kristali olarak. Ama her zaman diğer düşen damlaların veya kristallerin imparatoru olarak. Neden sonra İstanbul’u bir imparatordan dinlemenin sıradan bir kar kristaline layık olmayan bir şeref olduğunu hatırlayarak oradan uzaklaştı.
Biraz sonra üç kar kristali geldi yanına küçük kar kristalinin. Her birinde bir asker havası vardı.
- İstanbul’u merak eden sen misin? dedi içlerinden biri hesap sorarcasına.
- Evet benim.
- O zaman asıl bize sormalısın, dedi bir diğeri.
- Neden ki?
- Çünkü biz Fatih Sultan Mehmet’in orayı fethi sırasında yağmur olarak indik.
- Peki sizin adlarınız ne? Gerçi ben bir şey tahmin ediyorum ama, sizden duyayım.
- Fatih.
- Fatih.
- Fatih.
- Pes doğrusu. Bu kadarı da fazla ama. Herhalde üçünüz birden Fatih Sultan Mehmet’in başına düştüğünüzü söylemeyeceksiniz.
Fatihler birbirlerine hayretle baktılar.
- Gerçekten bilmiyor olabilir mi? diye sordu Fatih Fatihlere.
- Yok canım biliyordur muhakkak, dedi Fatih Fatih’e.
- Şaka mı yapıyor o zaman? Baksana sen gerçekten bilmiyor musun, yoksa bizim gibi askerlerle dalga mı geçiyorsun?
- Neyi bilmiyorum?
- Yok şaka yapmıyor. Gerçekten bilmiyor.
- Bizim bununla konuşulacak bir şeyimiz olamaz.
- Gidelim en iyisi.
Gerçekten gidiyorlardı. Meraktan çatlayacaktı küçük kar kristali.
- Neyi bilmiyorum? diye bağırdı arkalarından.
Uzaktan Fatih’in sesi geldi
- Fetih zamanı İstanbul’a düşen her damlanın ismi Fatih’tir.
- Kafan karıştı değil mi?
Sesin geldiği yöne döndü küçük kar kristali. Bir şey göremedi.
- Buradayım dedi arkadan bir ses.
Küçük bir rüzgardı sesin sahibi. Zevk içinde oradan oraya esiyordu.
- Evet, gerçekten çok karıştı. Tamam, İstanbul’un güzel olduğunu anladım. Bunu zaten biliyordum. Ama niye farklı farklı anlatıyorlar. Hepsi birden doğru olamaz ki.
- Hepsi birden doğru. O kristaller farklı farklı zamanda İstanbul’da bulundular ve o yüzden sadece kendi zamanlarını anlattılar. Onların anlatmadığı daha birçok şey var.
Konuşurken oradan oraya esiyordu küçük rüzgar. Küçük kar kristali zor takip edebiliyordu.
- Sen nereden biliyorsun?
- Unuttun mu, ben bir rüzgarım. Büyük bir fırtınaya takılır istediğim yere giderim. Kasırgalar pek uğramaz İstanbul’a. Yakın bir yerde bırakırlar beni. Ben de tatlı tatlı eserim sokaklarında. Bayraklarını dalgalandırmak büyük haz verir her rüzgara. Çünkü o zaman gurur duyar tüm İstanbullular ve selam dururlar bayrağa. Güzeldir İstanbul. Herkese açmıştır bağrını. Suyunda balıkları, havasında kuşları misafir eder. Kilise de görürsün, cami de. Kilise ve camiden çıkan bir stadyumda buluşup bağırırlar aynı takım lehine.
- Onların anlatmadığı başka neler var?
- Çok şey var. Sultan Ahmet, Süleymaniye, Mısır Çarşısı, Topkapı Sarayı, Dolmabahçe ve daha nice camiler, nice saraylar, hisarlar… Hangi birini anlatayım? Fetih’ten sonra Türklerin oldu İstanbul ve hala onların elinde. Onlarla daha bir güzelleşti. Eski eserleri asla yıkmadılar. Onları da nesiller boyu korudular ve çocuklarına anlattılar. Sanatçıları hünerlerini hep İstanbul’da gösterdiler. Şairleri nice şiirler yazdılar?
- Rüzgar kardeş benim İstanbul’a gitmem imkansız mı?
- Çok mu istiyorsun?
- Çok.
- Biraz önce haber aldım. Az ileride bir bulut oraya gidiyormuş. İstersen seni o buluta kadar taşıyabilirim.
Çok sevindi küçük kar kristali.
- Gerçekten yapabilir misin bunu benim için.
- Elbette.
Küçük rüzgar biraz zorlansa da yetiştirmeyi başardı buluta küçük kar kristalini. Bir müddet de bulutun arkasında gitti duymak için küçük kar kristalinin içten teşekkürlerini.
Günler sonra beklediği an geldi küçük kar kristalinin. İstanbul üzerindeydiler. Bulut serpti tüm yüklerini iki kıtayı bağlayan şehir üstüne. Açtı gözlerini küçük kar kristali. Ufka bakmamalıydı, bunu iyi biliyordu. Sadece ama sadece aşağı bakmalıydı. İşte oradaydı iki gölü bağlayan küçük dere. Çok mutluydu o an. İstanbul’a düşüyordu çünkü. Her kar kristalinin, her yağmur damlasının düşmek istediği İstanbul’a. Üstelik kar olarak düşüyordu, yavaş yavaş, tadını yudumlaya yudumlaya. Bir şeyi merak ediyordu. Acaba o İstanbul’a ilk düştükten sonra kendine hangi ismi verecekti.
Murat GÜVERCİN