- 1318 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖKSÜZ AMA KATİL
Çok güzel bir ilkbahar günü. Tabiat kış uykusundan uyanmış, her yer yemyeşil, gökyüzü masmavi, kuşların cıvıltısı kuzuların melemesine ve derenin şırıltısı çobanın kavalının sesine karışıyor.Tam bir renk ve ses cümbüşü. Ahmet, salmış koyunları çimenliğe, hayvancıklar uzun bir kış boyunca yedikleri kuru samanın hıncını çıkarırcasına çimenlere saldırıyorlar. Ahmet, derenin kenarında taş ve çamurdan inşa ettiği hapishane gibi çukurun içine, yakaladığı böcekleri doldurmakla meşgul. Birazdan Kara Fatma ve atlıkarıncaların savaşı başlayacak. Tam dövüş başlayacaktı ki uzaktan ablası Ayşe’nin sesi duyuldu.
-“Ahmet, Ahmet!!!”
-“Abla ne oldu, niye ağlıyorsun? Yoksa, Keles Hastanesi’nden kötü bir haber mi geldi?”
Ayşe, uzun süre kardeşini sarılıp ağladı, konuşamıyordu. Ahmet, kötü bir şeyler olduğunu anladı ve başka bir şey sormadı.
-“Abla, hadi koyunları toplayalım da eve götürelim, zaten hava da kararmak üzere! Karabaş, hadi koyunları topla bakalım, gidiyoruz!”
İki kardeş koyunları kattılar önlerine, ağlaya ağlaya eve doğru gidiyorlar. Eve yaklaştıkça, ağlamalar, bağırmalar ve ağıtlar duyulmaya başladı.
“Eminem Eminem, güzel Eminem,
Genç yaşta buldu ecel Eminem!
Körpe kuzuların kimlere kaldı,
Taze gelin ecel seni mi buldu?*
Ev hıncahınç dolu, iğne atsan yere düşmeyecek. Emine gelinin ölüm haberini alan köyün kadınları ve kızları koşuşmuşlar, ağıtlar yakıyorlar, feryâd-ı figân ediyorlar. Ahmet ile Ayşe’nin kapıdan içeri girdiklerini gördük-erinde ağlama ve ağıt sesleri daha da arttı.
“Göremedin Ahmet ile Ayşe’nin mürüvvetini,
Nasıl bıraktın gittin Fatman ile Himmetini?
Eminem Eminem tatlı Eminem,
Çocukların öksüz kaldı Eminem!”
Ayşe, yaşlı bir akrabalarının dizinde için için ağladı, ağladı. Biraz sonra kapıdan halaları Gül hanım girdi ve Ayşe ok gibi fırladı ona doğru.
-“Halam, halam Gül halam! Anamızı aldırdık da öksüz kaldık biz halam!”
Gül Hanım, kırk yaşın üzerinde, ince uzun boylu, güler yüzlü, tatlı mı tatlı dilli, tam bir Osmanlı kadınıydı. Öksüzlerin, annelerinden sonra en çok sevdikleri insandı.
-“Kuzularım, canlarım! Allah, ananızı bizden çok seviyormuş ki onu yanına aldı. O şimdi cennette yavrularım! Allahım sizlere sağlıklı uzun ömür versin! Burası çok kalabalık, hadi bizim eve gidelim, ablalarınız da sizi bekliyorlar!”
Gül halaları, onları evine götürdü, kızlarıyla birlikte onları teselli etmeye, onları yalnız olmadıklarını hissettirmeye çalışıyorlardı ama yine de çocukların ağlamaları birkaç gün sürdü. Emine gelin defnedildi. Bir süre sonra, öksüzlerin babası Mustafa Dayı için helâl süt emmiş bir kadın arandıysa da bulunamadı. Mustafa Dayı, eşi öldükten sonra kendini toparlayamadı, içkide teselli bulmaya çalıştı, sonra alkolik birisi oldu çıktı zavallı. Çocuklarıyla yeterince ilgilenemedi. Seneler seneleri kovaladı. Ahmet, ilkokulu bitirip Keles Ortaokulu’na başladıysa da bitiremedi. Arkadaşlarını da iyi seçemeyince, o da babası gibi alkolik oldu, kumara başladı. Hatta, kumar parası alabilmek için babasını bile dövdüğü söylenir oldu. Köy yerinde, ”İçki içip bağırmayınca, sigara içip savurmayınca bir erkeğe adam mı derler hiç!”
Oniki Eylül öncesi bütün Türkiye’de olduğu gibi, Gevele köyünde de muhtarlık seçimleri yüzünden gruplaşmalar başlamış, kahveler bile ayrılmış birbirlerinin kanlı düşmanları olmuştu insanlar. Muhtarlık seçimini kendi lehlerine çevirmek isteyenler, Ahmet’i içirip içirip rakip grubun üstüne salıyorlar, sonraları eline bir tabanca da tutuşturdular. Zavallı Ahmet, başına geleceklerden habersiz, içkinin ve silahın verdiği cesaretle, diğerlerine ağıza alınmayacak derecede tahammülü imkânsız küfürler ediyor, tehditler savuruyor köy meydanında. Bir yaz günü, tütün dikimlerinin en sıkışık olduğu dönem. Ahmet yine içkili ve ayakta duramayacak kadar kör kütük sarhoş. Rakip partinin muhtar adayı Polat’ın kardeşi Hüseyin de akşamüstü yorgun/argın, yalın ayak başıkabak işten dönüyor. Ahmet, onu görünce küfürlerin arttırmaya, ona doğru silahını çevirmeye başladı. Hüseyin de yabancısı değildi, çok sevdikleri ve anneleri öldüğünden beri onlara kol kanat geren Gül Halalarının damadıydı. Hüseyin hiç cevap vermeden, ondan tarafa başını bile çevirmeden doğru yukarıdaki kahvede oturmakta olan Ahmet’in babası Mustafa Dayı’nın yanına çıktı.
-“Dayıcığım, Allahını seversen şu oğluna bir şeyler söyle! Bak anama ve avradıma küfrediyor, buna sen olsan katlanabilir misin Dayı? Benim de bir haysiyetim şerefim var canım! Benim başıma belaya sokmayın, ne olur şunu al eve götür Dayı!”
-“Oğlum ben onu nasıl eve götüreyim, beni dinler mi hiç o namussuz?”
Mustafa Dayı da biraz içkiliydi, zaten pek ayık gezdiği olmazdı. Hüseyin çaresiz evine gitti ama Ahmet avazı çıktığı kadar, hem de ismini vererek Hüseyin’e küfre devam ediyordu. Dayanamadı, silahını kaptığı gibi öfkeyle aşağıdaki Kahve’ye doğru koştu ve Ahmet de ona doğru silahını çekerek yürüyünce, olanlar oldu ve silahlar ateşlendi. Ahmet, sarhoş olduğu için isabet ettirememiş, Hüseyin de yaralamak maksadıyla ona doğru ateş etmiş ve yere yıkmıştı Ahmet’i. Yaralı Ahmet eve doğru kaçmaya çalışıyor.
-“Yandım anam! Yetişin beni öldürüyorlar! Yok mu can kurtaran?”
Kocaoğlanın evinin arkasında yere yığılan Ahmet’in peşinden Hüseyin gitmedi, komşular araya girdi, Ahmet Keles Hastanesi’ne, Hüseyin Ödemiş Hapishanesi’ne. Olayın asıl kahramanları ve kışkırtıcıları iki akrabayı birbirine düşürmenin sevinci içinde kıs kıs gülüyorlardı uzaktan. Bir süre sonra Ahmet Hastaneden, Hüseyin de dışarıdan mahkeme edilmek üzere hapishaneden çıktılar. Çıktılar ama ikisi de birbirlerini, hatta birbirlerinin akrabalarını bile kollamaya başlamışlardı. Sıcak bir Çarşamba günü, köylüler Keles Pazarı’ndan işlerini bitirdikçe köy minibüsünü doldurmaya başlamışlardı. Muhtar seçilen Polat da arabanın ön koltuğuna oturmuş, gece sabaha kadar tütün kırmanın verdiği yorgunluktan bitkin halde, sıcağın da etkisiyle uyuklamakta. Ahmet yandaki kahveden onu gözlüyor. Hızla Çay ocağına girdi, alttaki bölmeden silahını aldığı gibi dışarı fırladı, olacaklardan habersiz arabanın önünde uyuklayan Polat’ın başına silahındaki mermileri boşalttığı gibi kalabalığa karışıp kayboldu. Polat, hastaneye yetiştirilemeden yolda ölmüş ve ertesi gün köy mezarlığına defnedilmiş, Ahmet de birkaç gün sonra yakalanmış hapse atılmıştı. Arkada Polat’ın eşi dul, üç çocuğu da yetim kalmış, Ahmet adam öldürmekten mahkûm olmuştu. 1980 yılına kadar çeşitli cezaevlerinde yattıktan sonra, Nazilli Cezaevi’nden kaçan Ahmet’in, köy civarlarında olduğu, akrabaları tarafından beslendiği ve saklandığı dedikodusu yayılmış, jandarma tarafından akrabalarının evleri basıldıysa da bulunamamıştı. Ahmet’i saklamada köy muhtarının da yardımcı olduğu söylenmekteydi.
Ahmet, kendini yaralayan ve öldürdüğü muhtar Polat’ın kardeşinin aynı zamanda Gül halasının damadı olmasından dolayı, ona ve ailesine de düşman kesilmiş, yeni cinayetler işlemeye hazırlanıyormuş meğer. Hele hele Ahmet’in amcası Veli’nin, köydeki dedelerinin yıkık evinin yerine, yeni bir ev yapması, açılan davada Gül halasının da amcasının lehinde şahitlik etmesi, bardağı taşırmış ve ölüm fermanı çıkarılmıştır.
-“Korkma, arkandayız! Seni hapiste aslanlar gibi bakarız! Zaten uzun süre kaçamazsın, yakalarlar seni, bir daha dirin hapisten çıkamaz zaten. Bari şunları temizle de öyle gir cezaevine! Korkma, arkandayız!”
Ahmet, bir süre başını ellerinin arasına alarak düşündükten sonra .
-“Tamam be tamam! Geberteceğim! Onların da kökünü kazıyacağım!”
Artık, Gevele köyünün üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamıştır. Gül hanım ise, olacaklardan habersiz, köye gelen postacının yolunu gözlüyordu. Nihayet postacı geldi, dışarıda memur olan oğlu Bilgehan’dan bir telgraf gelmişti. Okuma yazma bilmiyordu, bir çok köylü kadın gibi. Genç birini bulup okuttu telgrafı.
-“Babacığım ve anneciğim! Müjde, kızımız oldu, sizlerin elini öpmek istiyor! Bekliyoruz! Hepinize selam ve saygılarımla! Oğlunuz Bilgehan!”
Haberi öğrenir öğrenmez eve koştu Gül Hanım. Kocası İbrahim de evin kaldırımasına oturmuş, onu bekliyordu.
-“Yahu koca karı niye koşuyorsun? Yavaş ol. Şimdi düşeceksin!”
-“Koca adam, ben nasıl koşmayayım ha nasıl koşmayayım? Bak, Bilgehan’ımdan telgraf geldi, kızımız olmuş kızımız! Bak müjdemi isterim ha!”
-“Alacağın müjdelik olsun be hanım. Hele getir şu telgrafı bir de ben okuyayım!”
-“Pekiyi, söyle bakalım ne istersin hanım?”
-“Beni oğlumun yanına götür, başka hiçbir şeycik istemem senden!”
-“İstediğin bu olsun be hanım! Zaten ben de şu tütün dikmeleri bitsin gidelim diyecektim sana be!”
Kocasından bu sözü duyan Gül Hanım durur mu gayri hiç?
-“Çocuklar, hadi çabuk olun! Karşı yakadaki Sultan ablanıza da haber verin, yarın Fatih’le birlikte yardıma gelsin de şu tütün işini bitirelim. Ben torunumu görmeye gideceğim, torunumu!”
Sabahın erken saatlerinde kalkan Gül Hanım, evin avlusunu süpürmüş, tavukları yemlemiş, sabah namazını kıldıktan sonra tarhana çorbasını da pişirmiş çocukları uyandırmaktadır.
-“Hadi kalkın, kalkın! Çorba hazır!”
Çorba içildikten sonra, bahçedeki ocaktan tütün fideleri sökülüp küfelere dolduruldu, merkebin sırtına yüklendi ve ovaya doğru yola erkenden çıkıldı. Günlerden de Cuma mübarek gündü. Etrafı bir adam boyu buğdayla çevrili tütün tarlasına varıldı, yükler indirildi, hemen işe başlandı. Burhan karık çekiyor çapayla, diğerleri de ellerinde baskı ve birer tutam tütün fidesi dikmeye başladılar. Etraf çok sessiz. Cuma vakti de yaklaşıyor.
-“Yavrularım, Cuma vaktine az kaldı, karnım da iyice acıktı, şu sıraları çıkalım da yemeğimizi yiyelim. Burhan ile Fatih de Yeniköy’é Cuma’ya gidip gelsinler! Zaten az kaldı, ikindiye bitiririz evvel Allah!”
Çıkılar açıldı, kuru/yavan, acı/soğan ne varsa konuldu sofraya. Gül hanım daha ilk lokmasını ağzına götürüyordu ki buğdayların arasından kardeşinin oğlu Ahmet elinde silahla göründü.
-“Çocuklar bakın Ahmet geliyor! Gel yavrum gel, bak kaynanan sevecek seni, sofranın üstüne rast geldin, gel buyur!”
Ahmet, hiç konuşmadan geldi, Burhan’ın başucuna put gibi dikildi. Burhan ondan tarafa bakmıyor, olacaklardan habersiz yemeğe devam ediyordu. Zaten Ahmet’e karşı koyacak tek erkek de oydu, belki de bilerek Burhan’ın başına gelmişti. Uzun sarı saçlı, annesi gibi mavi gözlü, köyün en yakışıklı delikanlılarındandı Burhan. Ahmet, aniden silahın onun başına doğrulttuktan sonra baklayı ağzından çıkarıverdi.
-“Hala, hala! Ekmeğinizi değil, canınızı almaya geldim, canınızı! Tak!!!”
-“Yandım anam!!!”
Bu arada Fatih hemen sofradan fırladığı gibi, buğdayların arasında kaybolmuştu. Oğlunun vurulduğunu görür de Gül Hanım durur mu, buna hangi ana tahammül eder? Üzerine çullandı Ahmet’in, yardımına kızı Sultan da yetişti, boğuşma başladı. Az sonra bir el silah sesi daha duyuldu. Bu seferki kurşun Sultan’a isabet etmişti. Onun da vurulduğunu gören anne, dişi bir panter gibi katilin üzerine atlamış, yuvarlana yuvarlana tarlanın kenarındaki dereye inmişlerdi ve Gül hanım yavrularının katilini altına almış, ümüğüne çökmüştü ki üçüncü silah sesi duyuldu ve o da cansız yere yığılıvermişti. Altta kalan Ahmet, can havliyle tüfeği ateşlemiş ve öz halasının katili olmuştu. Gül hanım ve kızı katil ile mücadele ederken, Burhan ayılarak kendine gelmiş, ablasına koşmuş, onun öldüğünü anlayınca, annesini aramış, göremeyince, canını kurtarmak için olay yerinden Keles yönüne doğru kaçmaya başlamıştır. Gül hanımın da öldüğüne kanaat getiren katil, Burhan’a doğru koşmuş, o nu göremeyince telaşlanmıştı.
-“Yahu ben onu öldürmüştüm! Nereye gitti bu şimdi, kuş olup uçmadı ya?”
Telaşla Burhan’ı aramaya başladı, kanlı izleri takip ediyordu, izler ana yola çıkıyordu. Burhan, yola çıkar çıkmaz bağırmaya başlamıştı.
-“Can kurtaran yok mu? Kurtarın beni, kurtarın! Öldürüyorlar beni!”
Burhan’ın sesini yolun kenarındaki evin hanımı duydu, kocası da traktörü çalıştırmış Cuma namazı için karşı köye gitmek üzereydi. Koşuştular, Burhan’ın durumunu görünce, hemen traktöre attıkları gibi Keles’e doğru yola koyuldular. Ardından, Ahmet de çıkageldi.Kadın evde yalnızdı.
-“Teyze, buralarda bir delikanlı gördün mü hiç?”
-“Yoo! Ben de şimdi geldim, bahçede incir topluyordum, hiç kimseyi görmedim! Ne oldu, yoksa ava mı gidecektiniz onunla?”
Katil, kadına cevap vermeden ve başka bir şey sormadan, köye doğru Burhan’ı aramaya devam etti. Oysa, Burhan Keles’ten Ödemiş’e oradan da İzmir’e acilen sevk edilmişti ve komadaydı. Fatih de kan/ter içinde koşarak köye varmış, kahvenin önünde oturmakta olan dedesini görünce dizlerine kapanmış, ağlayarak olayları dedesine ve oradakilere anlatmıştır. Fatih, olay yerinden kaçınca, buğdayların arasından dayısının ve annesinin vurulduğunu görmüştü ama ninesini görememişti. İbrahim Dayı, telaşla eve gidip silahını alıp ovaya gitmek istediyse de köylüler bırakmamıştı.
-“Yahu sen çocuk musun? Hiç gözü dönmüş caninin üstüne tek başına gidilir mi?”
Muhtar odasındaki telefondan ilçedeki Jandarma Karakolu aranmış, olay yeri bildirilmiş ve köylüler de olayın olduğu yere doğru yola çıkmışlardı. Olay yeri Keles’e daha yakındı ve köylülerden önce Jandarma gelmişti. Burhan, Keles Devlet Hastanesi’nde biraz kendine gelmiş, olayı anlatmış ve Jandarma bunun üzerine yola çoktan çıkmıştı. Hükümet tabibi ve savcı olay ile ilgili bilgileri toplayıp cenazelerin kaldırılmasına izin vererek ayrılmış Jandarmalar da katilin peşine düşmüşlerdi. Cenazeler, yaz günü sabaha kalıp kokmasın diye, akşamdan defnedilmiş ve Gül hanımın ve kızının evine ateş düşmüştü. Acı haberi alan eş, dost, akraba eve koşuşmuşlardı. Ağıtlar, ağlamalar birbirine karışıyor, gözyaşları sel olup akıyordu. Gül hanım torununu, Sultan da yeğenini göremeden Hakk’ın rahmetine kavuşmuşlardı. Gül hanım ve kızının mezarları yan yana kazılmış, kızı annesinin ayakucunda, birlikte ebedi istirahatgâhlarına çekilmişlerdi, arkada 7 evlat ve 7 de torun bırakarak.
Gül hanımın gurbette memur olan oğlu Bilgehan, askerliğini yapmakta olan oğlu Galip, ortanca oğlu Canip, diğer üç kızı Fatma, Hatice ve Özen elim olayı duyar duymaz köye koşmuşlar, Bilgehan, Galip, Necip ve Özen’in dışındaki yavruları cenaze namazına yetişmişlerdi. İki kardeşi ağabeyleri Bilgehan’a yalvarıyorlardı.
-“Abi ne olursun izin ver de annemizin ve kardeşlerimizin öcünü alalım, biz de onların kökünü kazıyalım!”
Bilgehan, köyün üniversite bitirmiş birkaç gencinden birisiydi. Yerini yurdunu biliyor ve kardeşlerine intikam için izin vermiyor, onları sabra davet ediyordu. Yaşını başını almış köylüler de gençleri kışkırtmaya çalışıyorlardı.
-“Ben olsam topunu gebertirim bunların! Sizin eliniz silah tutmuyor mu yahu?”
-“Yeter be, yeter! Siz de yangına körükle gidiyorsunuz! Zaten bizim canımız yanmış, bir de hapislerde mi çürütmek istiyorsunuz siz bizi ha? Bizi yatıştırıp doğru yol göstereceğinize, daha kışkırtıyorsunuz. Bu ülkede kanun ve devlet var beyler! Herkes kendi intikamını kendi almaya kalkarsa anarşi çıkmaz mı? Böyle konuşanlar ve böyle düşünenler asla bizim dostumuz değildir ve olamaz da!” Ortalık birden sessizleşti ve arkadan homurdanmalar başladı.
-“Vallahi çocuk doğru söylüyor! Kanı kan ile yıkamazlar, kanı suyla yıkarlar canım! Niye çocukları kışkırtıyorsunuz!”
Daha sonra birer birer taziyeye gelenler evden ayrıldılar ve aile fertleri baş başa kaldılar acılarıyla. Bir hafta sonra, katil başka bir köy civarında yakalanıp adalete teslim edildi, yargılandı ömür boyu hapse mahkûm edildi. Ancak, ölen öldüğü ile kaldı, ateş düştüğü yeri yaktı. Burhan, uzunca bir süre İzmir’de hastanede kaldı, iyileşti taburcu oldu ama çok istediği vatani görevi olan askerliğini yapamayacak derecede sakat kalmıştı. Üç kişiyi öldüren ve birini de ağır şekilde yaralayan Ahmet ve onun gibi katiller/caniler çıkarılan bir genel af sayesinde, hapisten kurtulmuş ve toplumun başına yeni çoraplar örmek üzere, sokağa salıverilmişlerdir. Ne dersiniz böyle bir ülkede huzur ve adalet nasıl sağlanabilir?
MEZARLARI YANYANAYDI
İKİSİ DE ANAYDI
Ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum.
Gözyaşlarım düğüm düğüm boğazımda.
Kızılca kıyamet kopuyor,
Barut kokuyor, ağıt kokuyor her yer.
Kabirleri kalbime kazılıyor sanki,
Başıma iniyor kazmalar,
Kürekle atılıyor acılar içime.
Çileyle geçti ömürleri,
Yoksullukta yeşerdi ümitleri.
Yine de mutluydular, umutluydular.
Güneşin altında, tütün tarlasında,
Yer sofrasındaydılar.
Sefer tasında yemekleri,
Sıcaktan kupkuru ekmekleri.
Vakit öğle,
Başlarına dikildi kapkara bir gölge.
Sofradaydılar, buyur ettiler.
Yabancı değildiler.
Gözü Adnan’daydı,
Bastı tetiği aniden, lokması ağzındaydı.
Hepsi katilin üstüne çullandılar,
Gırtlağına sarıldılar.
Yorgundu bilekleri, yanıktı yürekleri.
Katil doymamıştı kana,
İkinci kurşun ablama.
Titriyordu, daha çok kan istiyordu.
Katil baş başaydı halasıyla,
Deneyimliydi, Muhtar Murat’ın da katiliydi.
Firardaydı, aylardır dağlardaydı.
Saçsaça başbaşa, yolmak-yapak,
Kanla sulandı toprak.
Katil altta, gözü silahtaydı.
Üçüncü kurşun halasınaydı.
Kızılca kıyametti,
Katil, dayımın oğlu Ahmet’ti.
Adnan yaralıydı, kaçmıştı,
İzmir’e bir ambulans uzaklaşmıştı.
Ölüm yakında, yoğun bakımdaydı.
İkisi şehit, ikisi şahitti.
Avını kaçırmıştı, çıldırmıştı.
Feridun köye ulaşmıştı,
Dedesine koşmuştu.
Eserler Deresi yıkılıyor,
Ağıt üstüne ağıtlar yakılıyordu.
Tekke Yeri’nde yakalanmıştı ölüm timi,
Arkada bırakarak onüç yetimi.
Hüküm verildi, kalem kırıldı.
Derken tam yaralar sarıldı,
Ardından af çıkarıldı.
Katil akrabaydı.
Mezarlar yan yanaydı,
İkisi de anaydı.
Ali Aksakal
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.