- 468 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PARDON
Elli kadar mevsimlik tarım işçisi kamyonun kasasına doluştu. Balık istifi… Hem de hepsi kadın. En büyüğü kırk beş, en küçüğü on beş yaşlarında. Yaşları gibi amaçları da farklı her birinin: Kiminin koca kiminin baba kiminin de hayat zoruyla evin kesesine katkı sağlamak…
Güneşin tepeden baktığı bir saatte yola çıktılar seksen yedi model kamyonda. Eh güneş kibirli… acımadan yarım saatte kavurdu hepsini. Üstü açık kasada ter kokuları duyuluyor. Ekşi, bezdirici, sıcaktan daha fazla eziyet edici ve yola koyulma nedenlerinden… Üstelik yaklaşık üç saat bu böyle devam edecek. İnince de işin ağırlığı başlayacak bu kez. Bu nedenle alınlarında sıcağın izi ter, yüreklerinde başlamadan bıkmanın yılgınlığı… Bir de şu bir türlü düzeltilmeyen yol yok mu? Kamyonu nasıl da bir sağa bir sola yatırıyor.
‘Yasemin, suyun var mı? Benimki bitti de… Çok susadığımı bile bile yanıma neden daha fazla su almam, bilmem ki.’
Henüz on sekizine basan bir ses bu; hayata kök salmaya başlayan bir fidan. Sesin yanıt bulduğu ses de ondan aşağı kalır gibi değil. Ne de olsa bu iki sesin sahibi iki sınıf arkadaşı. Hem sosyal sınıf arkadaşı… Şimdiyse yol ve iş arkadaşı…
Çalışmak ortak kararları değil ama. Yasemin kendi isteğiyle gidiyor mesela. ‘Türk Klasikleri’ kitap seti almak için paraya ihtiyacı var; Rabia’nınsa babasının zoruyla eve katkıda bulunma zorunluluğu. Çok ayak diremişti Rabia babasına gitmemek için ama son gece yediği dayak ikna etmişti genç kızı. Bu nedenle Yasemin güle oynaya ve yüreğinde yeni okuyacağı kitaplardan tanıyacağı yeni dünyaların heyecanı, Rabia’ysa yanağında babasının attığı tokatların acısı ve ruhunda sancılar eşliğinde gidiyorlardı çalışmaya.
İşçiler yolculuğu çekilebilir kılmak adına türküler söylemeye başladılar ardı sıra. ‘Hey on beşli on beşli/ Tokat yolları taşlı…’ Kimi elindeki su şişesiyle kimi de alkışla eşlik ediyor söyleyenlere. ‘Sabahlara dayanamam Osman Aga/ Yalancısın inanamam…’
Türküler sıcağa inat göğe yükselirken bir başka ses karışıyor türküye. Beklenmedik bir misafir… Keskin bir fren sesi… Ardından benzer keskinliklerde çığlıklar… Sağa sola devrilip çarpmalar…
Kamyon bariyerleri yarıp sazlıklar içinde sağa yatık. İşçilerin hepsi ve şoför kamyondan sağa sola fırlamış… Kimi yol kenarına savrulmuş kimi sazlıkların içine. Kimi de kamyonun altında… Herkesin üstü başı kan revan içinde… Ortalığa derin bir sessizlik egemen. Kimsede bir hareketlenme yok. Yalnız birkaçında ufak kıpırdanış çabası; başarısız. Az önceki türküye eşlik eden şen şakrak seslerin, alkış ve su şişesi seslerinin yerini ne anlama geldiği anlaşılmayan tek tük sesler almış durumda. Onlar da cılız bazı iniltiler …
Jandarma olay yerine on beş dakika sonra ulaştı; ancak bir çoğu için artık çok geç. Birkaçı için hala umut var. Yaralılar hemen sedyelere konulup hastaneye yetiştirildi. Canlarını verenlerse ceset torbalarına… Kopmuş uzuvlar için ayrı bir ceset torbası…
Yaralılar hemen ‘acil’e yetiştirildi. Ancak henüz kimsenin kimlik tespitinde bulunulamıyor; çünkü herkesin elleri ve yüzleri kazanın şiddetiyle şişmiş durumda. Ancak kazayı haber alan aileler hastaneye akın etti. Birkaç saat sonra bilanço ortaya çıktı: İki kız dışında herkes yaşamını yitirmişti. Yaşayanlarsa Yasemin ve Rabia. Ancak Rabia’nın ailesine kızlarının durumlarının çok ağır olduğu söyleniyor. Yasemin’inse Rabia’ya göre Azrail karşısında şansı daha yüksek. Yaşama ihtimali daha fazla. Birkaç saat sonra yoğum bakım ünitesinden çıkan genç doktor kurşundan bir sesle:
‘Rabia’nın ailesi hanginiz?’ diye sordu.
Saatlerdir telef olan iki babadan genç olanı kötü bir haberden ürken bir sesle, içinden dualar silsilesi… Yanıtladı:
‘Benim, Doktor Bey. Ne oldu; kızım geldi mi kendine?’
‘Maalesef hastayı kaybettik…’
Yıldırım gibi düştü bu haber genç babanın yüreğine. Ne diyeceğini şaşırdı. İnanmadı. Mutlaka bir yanlışlık olmalıydı. Kendi dururken hayatının ilk yazındaki kızı neden ölsün ki? Yok yok dedi ama gerçeği kabullendi. Yüreğinden aşağı kaynar sular Bağırası geldi, bağıramadı. Ağlayası geldi, tutamadı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Yasemin’in babası da kendi kızı ölmüşçesine ağlamaya başladı. İki baba iki ayrı köşede ağlıyor. İki arkadaş kaza haberini kahvede aldıklarında nasıl da cız etmişti yürekleri. Hastaneye gidesiye neler kurgulamadılar ki? Herkes ölse de kızlarını yaşattılar. Bir daha kızlarını çalıştırmayacaklarına dair yeminler… Birbirlerine bir şey demeden, sessizce.
Yasemin yaşıyordu, Rabia’ysa arkadaşını ve ailesini arkada bırakarak…
Ve birkaç gün sonra Yasemin yoğun bakımda kendine geldi, gözlerini açtı. Artık yüzünü tanınmaz kılan şişliklerden de arınmıştı. Yüzü de tamamen iyileşmişti. Yasemin’in gözlerini açtığını gören hemşire, neşelice:
‘Günaydın Yasemin, nasılsın bakalım.’ dedi. Yasemin neler olduğunu anlamak için gözlerini birkaç kez kapayıp açtıktan sonra yanıt verdi:
‘Ben Yasemin değilim.’
Hemşire çok şaşırdı. Kızın, kazanın şokunda olduğunu düşündü, üstelemedi. Hemen doktora haber verdi. Doktorun sorusunu Yasemin bu kez daha sert şekilde ‘Ben Yasemin değilim.’ diyerek yanıtladı. Doktor da çok şaşırdı. Her şey normaldi. O da hemşire gibi kazanın psikolojik etkisi olduğunu düşündü, önemsemedi. Hemşire, Yasemin’in ailesine müjdeyi verdi. Herkesin gözünde sevinç yaşları… Hemen kızlarının yanında aldılar soluğu. Annesi ‘Yavrum benim…’ diye haykırarak yanına girdi kızın. Ama Yasemin bağırdı:
‘Sen benim annem değilsin; annem, babam nerde? Git buradan, git!’
Yasemin’in annesi ağlamaya başladı. Günlerdir kapısında nöbet tuttukları, bir müjdeli haberini bekledikleri kız Yasemin değildi, kendi kızları değildi. Arkadaşı Rabia…
14.07.2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.