- 663 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARİF OLANA
Düşündüğümüzü ifade edebilmemiz için, yazmak ya da konuşmak zorundayız.
Yazmak!..
Neden, nasıl, kime?..
Konuşmak!..
Neyi, nasıl, kimlere?..
Düşünmeyi bilinen nedenlerden ötürü, belirsiz bir zaman dilimine ertelemiş toplumun bireyleri, bu iki ifade tarzını yüzlerine gözlerine bulaştırmadan nasıl kullanabilirler?..
Bu sorunun yanıtını, hergün yüzlerce örneğini görerek almıyor muyuz?..
Yine bilinen nedenlerden, tüm toplumsal duyu organları köreltilmiş bireylerin, arada bir sandık başına giderek sessiz çoğunluğu oynadıkları bir ülkede, ağızlara çiklet edilen “düşünce ve ifade özgürlüğü” kimler için, ne kadar var?..
Denilecektir ki:
“Sendikalar meydanlarda.. Çalışanlar taleplerini özgürce ifade edebiliyorlar.. İsteyen istediği gibi düşünüp konuşabiliyor!..”
Televizyonlar görüntü.. Gazeteler yazı olarak her şeyi sergileyebiliyorlar!”
Peki, tüm bunlar olup biterken, hangi olumlu değişimler gerçekleşiyor?..
Toplumun tüm kesimleri, düşünce ve ifade özgürlüğünü belirli ölçülerde kullanabiliyorlarsa, her alanda bu kör topal yürüyüşümüz neden?..
Demek ki az sayıda birileri, tekerin dönüşüne omuz verip katkı yapma çabası gösterirken, çok sayıda birileri de bunun tam aksini yapıyor!..
Kim mi onlar?..
Birisi görmeyen!..
Birisi duymayan!..
Birisi konuşmayan!..
Birisi yazmayan!..
Birisi de sandık başında söz verip, koltuğa oturunca unutan!. (19 Eylül 1996-Adalet gazetesi)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.