- 1140 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AKHENETON
“Tanrı uludur, birdir, tektir.
Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O’ dur her varlığı yaratan
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh…
Ta başlangıçta vardı Tanrı,
Tek varlıktı o.
Hiçbir şey yokken o vardı.
Her şeyi o yarattı
Ezelden beri süregelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek,
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman.”
Sanki günümüzde inanılan din kitaplarından alınmış gibi görünen bu şiir, yaklaşık 3300 yıl önce Mısır’ın 18. sülâlesinden Firavun Akhenaton tarafından yazıldı. Akhenaton ‘un bir diğer adı da IV. Amenofis’tir. Ammenofistlerin dördüncüsü olan bu firavun, tarihin belki de ilk din reformcusudur.
Akhenaton, Mısır’da tahta çıktığında dini bir devrim başlattı. Amacı,
halkının sadece bir tek tanrıya tapmasını sağlamaktı. Bu tek tanrı, güneş tanrısı Aton’du. Çok tanrılı dinin başrahibi, hemen ona karşı çıktı. Ama Akhenaton önce saldırdı. Tapınakları kapattı. Binlerce yıldır benimsenmiş gelenekleri yasakladı.
Eski dünyanın sağlamlığı sarsılıyordu. Artık çok tanrılı dönem sona eriyor, tek tanrılı bir yaşam başlıyordu. Akhenaton’un tek tanrı düşüncesini benimseyen rahipler, Aton dininin tapınağını Mısır halkına açtılar. Bu yeni din anlayışını onlara sevgi içinde anlattılar. Rahiplerin eski azameti gitmiş, yerine sevgi ve hoşgörü gelmişti.
Çok kısa bir süre içinde, daha önce Mısır’da, hiç görülmeyen şekilde bir şehir yapıldı. Şehrin ortasındaki tapınak, güneş ışıklarıyla doluydu. Savaşlar bitmiş artık kardeşlik başlamıştı. Mısır’ın yüzyıllardır elde ettiği bolluk ve zenginlik halka cömertçe dağıtılıyordu. İnsanlar için hayat artık Aton tanrısından sunulan cömert bir armağandı… Halkta bunun tadını çıkarıyordu.
Ama güzel günler uzun sürmedi. Akhenaton’un, saltanatının 13. yılında, eski dinin rahipleri ile Akhenaton arasında büyük bir kavga başladı. Ve kavga, rahiplerin zaferiyle sonuçlandı. Başına cinlerin üşüştüğü iddiasıyla, Akhenaton’un kafatası arka kısmından kesilerek açıldı. Sözde cinler boşaltılarak yeniden dikildi. Bu ameliyattan sonra Akhenaton, fazla yaşamadı ve kısa süre sonra öldü.
Karşı devrim başlamıştı. Eski dinin rahipleri, tek tanrılı dinin mabetlerini yakıp, yıkıp yok ettiler. ve yeniden kendi çok tanrılı yönetim sistemlerini kurdular. Böylece, dışarıda komşularıyla barış içinde olunan, içeride ise, herkesin birlikte üretip, kardeşçe paylaştığı, sevgi içinde yaşanan ve insanlar için belki de, kısa süren bir Altın çağ olan, Akhenaton dönemi de sona erdi.
İnsanlar var oluşlarından bu yana hep bir “Altın Çağ’ın” özlemini çektiler. Ve bu uğurda canlarını vermekten çekinmediler.
İşte kardeşçe bir yaşam için, canını seve seve verenlerden biri de, 1359-1416 yılları arasında yaşayan Şeyh Bedrettin Mahmut Simavi’dir. Şeyh Bedrettin, Moğolların 15. Yüzyılda Osmanlı Devlet’ini parçalayan istilâsı sonrasında saltanat çıkarlarına ve bağnazlığa karşı durdu. Komünizme yakın düşüncesiyle, kitleri peşinden sürükledi.
Fetret Devri’nin yaşandığı ve gelir adaletinin hızla bozulduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda, Şeyh Bedreddin, hakça paylaşmayı amaç kılan yeni bir toplumsal sistem önermekteydi. Etrafına topladığı köylü ve esnaftan oluşan müritleriyle Osmanlı’ya karşı isyan bayrağını açtı. 10 bin kişilik ordusuyla 60 bin kişilik Osmanlı Ordusu’nun karşısına çıktı. Bedreddin ve müritleri, şafak sökerken başlayan ve akşam karanlığına dek süren savaşta, 8 bin ölü vererek yenik düştüler.
Savaşta ölen 8 bin kişiden arta kalan 2 bin kişi, başları satırla
kesilerek öldürüldü. Bedreddin’in komutanlarından Torlak Kemal’in Manisa da başı kesildi. Börklüce Mustafa ise, bir deve hörgücünde çarmıha gerilerek katledildi. Şeyh Bedreddin ise sapkınlık suçuyla yargılanıp, Serez’de bir dut ağacına çırılçıplak asılarak idam edildi.
1381 yılında İngiltere’de, din adamı John Beal tarafından, büyük toprak
sahibi soylulara karşı, bir köylü ayaklanması başlatıldı. Bu hareketin adı lolard hareketiydi. Fakat bu hareket başarılı olamadı ve kısa sürede kanlı bir şekilde bastırıldı. Ama hareket, Avrupa’da yayılarak Bohemya’ya sıçradı. Prag’da vaizlik ve profesörlük yapan ve sapkınlıkla suçlanarak diri, diri yakılacak olan John Huss yönetiyordu bu hareketi. John Huss Avrupa’da son derece ileri görüşler getiren ve özellikle de, hayat koşullarının herkes için tam eşitliğini savunan toplumsal bir program önermekteydi. Sonu sapkınlıkla suçlanarak diri, diri yakılmak oldu.
John Huss ve Şeyh Bedrettin, hayat koşullarının tam eşitliğini savunuyor
ve insanların kardeşçe yaşaması gerektiğine inanıyorlardı. İkisi de sapkınlıkla suçlanarak katledildi. Aynı davayı savunan ve birbirinden bile haberi olmayan bu iki insanın ölümleri bir yıl arayla oldu. 1415’de Huss fırında yakılarak öldürülürken, Bedreddin 1416’da bir ağaca asılarak katledildi.
Bedrettin müritleri,”Yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” diyebilmek için yola çıkıp,”İriş Dede, Sultan İriş”nidalarıyla can verirken, Lolardlar’sa kendilerine en vahşi işkence usullerini uygulayan soyluların ve rahiplerin”Biz sizin efendiniziz. Nasıl olur da hak iddia edersiniz?”sorusuna, kendi aralarında parola olarak kullandıkları şu sözlerle cevap veriyorlardı:
“Havva iplik eğirir
Âdem tarlayı sürerdi.
Nerdeydi söyleyin bir
Soylu kişi nerdeydi?”
İnsanlar asılsalar da, yansalar da, yüreklerinde bir gün ulaşacaklarını
umdukları Altın Çağ’ın özlemiyle umudun meşalesini hep yanık tutmaya devam ettiler. Peki, o Altın Çağ var mıydı?
Altın Çağ, eski çağ halkalarının tasarımında insanların huzur, refah içinde ve dürüstlük koşullarına uyarak kavgasız, savaşsız yaşadıkları, güle oynaya çalışıp ürettikleri ve ürünlerinden eşitlik içinde yararlandıkları eski mutluluk çağının adıdır. Eski çağ halklarının gözünde bu mutluluk çağının bir modeli de bulunmaktaydı: Atlantis.
Bir diğer adı da Atlantid olan Atlantis sözcüğüne tarihte, ilk olarak eski çağların filozofu plâton’da raslamaktayız. Plâton’un ilk “Nurlanma” gezisinde Eski Mısır rahiplerinden dinlediği bir efsane özetle şöyledir:
“Zamanların başlangıcından önce, kendilerine “Atland” adını veren tanrı- insanların yaşadığı bir kıta vardı. Bu varlıklar, hastalıktan ve kusurdan bağışık, bütün erdemlerin sahibi, bütün gizemlerin bilicisiydiler. Kışı, bahara çevirmek, balık olup suların altında gitmek, bir yerden bir yere kuş olup uçmak ellerindeydi. Masal yapısı saraylarda mutlu ve eşittiler. Yıldızlardan inen konukları ağırlar, kendileri de zaman zaman gökyüzüne konukluğa varır, bazen de insanların arasına iner ve onları ellerinden tutup eğitirlerdi.
İnsanların içinde en yetkin olanlara, Cennet ülkelerini görmeyi de nasip ettiler! “
Bütün çağlar boyunca ve hem bütün halklarda Atlantis efsanesinin değişik rivayetlerine rastlamaktayız. Acaba bu efsane aracılığıyla insanlar, gerçekten var olmuş olup ta batan bir ”Yitirilmiş Cennet” imi aramışlardır? Yoksa en derin özlemlerin gerçekleşmesini bir parça daha olası kılmanın o gizli umuduyla, böyle bir efsane mi somutlaştırmış… Yani geleceği geçmişe mi taşımışlardır?
Tarihsel açıdan kesin gibi gözüken şudur:
Altın Çağ efsanesi, sınıflı toplumlara özgü bunalımların çoğalıp derinleştiği kölecilik düzeni kurulduktan sonra ortaya çıkmıştır. Ve şimdi dünyadaki halklar” Altın çağı” sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumda görmektedirler.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.