- 2984 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Herşeyime, hiç kimsesinden hiçbir şey ifade etmeyecek, bir kaç şey -III-
"Kim anlar ki eşkıyanın sağlamlığını;
Özleminin çiseyle yıkanmış şafak değerini kim?
Hani ellerine kuşlar inerdi
Kardan üşüyen kuşlar...
Bahçen kuş sevinçleriyle inlerdi
Ay Şahrud.
Eşkıya yüreğime çığ düştü
Üşüyorum ha...
Aç ellerini..."
Ve tanrının tüm kutsal kitaplarına;
Tevrat’a, Zebur’a, İncil’e ve Kur’ana el basarım ki,
Seni seviyorum…
Bugün sana yazmalıyım…
Üşüyen ayların yüreğime sunduğu akıl almaz cömertliği, baharda bulamam belki...
Senin penceren hep mi güneş bakardı bilmiyorum ama benim ömrümün alnının yazgısı hep aralıktı. Ondandı bana gelişlerinin sonsuz bir zemheri ayazında böylesi usul ve öylesi sinsi olması… Ondandı; ömrümün vuslatı yaza denk düşürmeyi başaramamış bakışlarında, kış yanığı gözlerine öyle ılık ılık tutuşması. Ondandı içimde sayıklayan iki ölünün, saçlarında filizlenen kül kurusu bir dirimle öylesine esrik ve böylesine yenik çatışması…
Aralık üşüyen bir kalbin, ocak sığırtmacı dudaklarında devleşen hücrelerinin şubata sevdalanmasına benziyor bu masal… Oysa anladım ki her masal annemin dudağından, uyku öncesi dökülen tınısız ilahilere benzemiyormuş. İnsan düş öykülerinde de üşüyebiliyor, kendi dokuduğu düşlerinden de ağır ağır düşebiliyormuş. Ve insan bir kez ölümü özlemeye görsün, münferit kabrini, kendi tırnaklarıyla ve eceline susamışlığın vakur gücüyle, öylesine fiyakalı eşebiliyormuş.
Olsun… Sen yine de eğdirme gözlerini, ben düşerim sevgili…
Bugün sana yazmalıyım…
Belki hiçbir ocak bir daha gözlerinden gülümsemeyecek bana öyle sıcak ve hiçbir bahar dokunamayacak yüreğimde kuruyan ağacın şubat çiçeklerine…
Şimdi bir mevsim daha ölüyor, kirlenmiş bir aşkın izbe mezarlığına. Ölüyor içimizde bütün kış masalları, çivit mavisi gözleriyle gülümseyen, kırık dökük bir semanın ürkütücü nazarlığına. İşte bahar geliyor sevgilim ve belki de biz bir daha hiç yeşeremeyeceğiz erik ağaçlarının kırık dökük yapraklarına. Korkuyorum… Tanrı şahit ya, gözlerinde izlediğim gözbebeklerimin çürümesinden, dudaklarında bin sevda resitaline gark olan dudaklarımı, dudaksızlığında, kalbinin tam orta yerinden vurulmuş ağıtların bürümesinden, saçların saçlarıma dolanmışken, başucumda nöbet tutan meleklerin, yokluğunda nöbet devrettikleri uğursuz itlerin yatağımın başucunda ürümesinden ve sana adadığım her bir karlı zirvenin, bahar güneşinin aldatıcı cezbine soyunup, ağır ağır erimesinden ölümüne korkuyorum.
İşte şimdi tam da karşımdasın. Bir klavye dokunuşu kadar yakın, bin müebbet kadar uzaksın. Belki yasadışı bir sevişmenin, öperken alnımda unuttuğu ayazsın, belki de kurak coğrafyamın tanımadığı, yağmurla karışık toprak kokusu kadar azsın. Pembeyi tanımaz, maviyi hiç bilmemiş yüreğim. Bundandır ki gözlerimin önünde maddeleşen ölüm kadar ak ve ölümüme sarmalandığım hoyrat kefenler kadar beyazsın. Ayazsın, beyazsın, azsın… Haydi, emret parmaklarıma, varlığına dillendiremediği bütün sevgi sözcüklerini, yokluğunda volta atan acılarımın alnına yazsın.
Bugün sana yazmalıyım…
Baharda kırılır belki, şubat ateşinde devleşen çelik kalemim…
Tenini tenime dolayarak, su gibi aktı geçti upuzun bir mevsim. Bizi iki ayrı ruhun eş bedeni yapan kader, imanımı deşip, kutsalıma saplanan levye gibi geçti. Ayaklarımın soğukluğuna dokunurken hararetin, kal u belada öldürdüğüm erbab-ı takva yüreğim, kirpiklerimin neminden sedye gibi geçti… Beş vaktin makamını unutan kulaklarımdan, müezzinlerin çığlığı, hüviyetimi kaybettiğim nar-ı cehennemin ellerinden fidye gibi geçti. Önce havaya sonra suya ve son olarak toprağa düşendin, yetinmedin… Yokluğun, olmadığın her yerde an be an infilak eden düşlerime düşen cemre gibi geçti… Her şey geçti gitti ömrümden uygun adımlarla ve resmi acılar eşliğinde. Bir ben kaldım işte tam da bu uçurum ağzı yetim bir yalnızlığın sehpasında, bir de yağlı bir urgan gibi pusuda bekleyen saçların… Tekmele ayağımın altından karartma sevinçlerimi yalvarırım, tutarsan ellerinde harlanan tüm mahşerlere adanacağım…
Duvara yazarım, yazdıkça kirlenir kireç yorgunu ellerim… Suya yazarım, sızına bulanır silinir gider, gün batımına yenik düşmüş en utanmaz hayallerim. Sana yazarım, sevgi utanır kökünden ve lal olur her sevi penceresinin dibinde kehribar gözlerine serenat yapan dillerim. Anlayacağın ben sana yazmazdım yazmasına da, dilimi sus eyleyip, yüreğimi kalem, gözlerine vurgunluğumu kelam eyleyen şu Kahhar’ın işine baksana… Kahretsin, öznesini gizlediğin her devrik cümlenin esaretinde, kuralsız ayrılıklara gebe kalıyorum ve seni henüz hiçbir şairin bulamadığı o en mükemmel dizeden bile daha çok seviyorum. Ve seni, aşkın gün ışığını bile karartan parmaklarından daha çok seviyorum.
Ben hep seni büyütürüm, aşka üç beden küçük gelen aciz yüreklerin daracık sokaklarına… Ve sen şimdi uyu sevgilim, ben görürüm düşlerini üşüten tüm şubat rüyalarını…
Bugün sana yazmalıyım…
Baharın anlayabileceği kadar legal değil, içimin dağlarında çarpışan gerilla sevdan…
Duruyorsun öyle içime salınan put siyahı bir arta kalmışlıkla… Duruyorum böyle, infazını hak etmiş bir suçlunun gözlerindeki teslimiyet ve inanmışlıkla… Duruyoruz öylece, şehvetine sarıldığımız vişneçürüğü bir aşkın sabahında, simsiyah günahımıza uyanmışlıkla… Aldanmışlıkla, yarım kalmışlıkla, azalmışlıkla… Şimdi yaşam hevesime gem vuran en tanıdık yabancısın. Gözlerinde çağıldamayan aşkın ve dudaklarında vuku bulmayan tüm sevdaların dilencisiyim. Bakacaksan aşk bak gözlerime, tenime nazır, acıyla karışık yağan tutku yağmurlarından ve tam da sığınmışken yüreğimde yeşeren ağacın gölgesine; ömrüme düşen müntehir yıldırımlarından yoruldum.
Yorulurum… Bile bile lades olanların seçeneği değildir, tüm çizgilerine ayrı ayrı iman ettiği o coğrafyanın denizinde gemileri yakmak. Katlini kendi elleriyle imzalayanların duası değildir, bir nefes daha candan içre yaşamak ve kaderi değildir çölünün her bir zerreciğine ruhunu bulamış bir bedevinin, gümrah ormanlar ardı sıra akan bol köpüklü ve serin ırmaklara esaretini akıtmak…
Tanrının suçu değil, ruhunu bile bile taparcasına âşık olduğu şeytanına satmış bir kadının gözyaşlarına kayıtsız kalmak… Ve suçu değil şeytanın, son nefesimde getirdiği irini, cerahati ve demi, arzularıma katık edip kana kana içişime seyirci olmak. Senin suçun değil, bu tütün sarısı yalnızlığı, elimde, yüzümde ve tüm hücrelerimde ağlarken bulmak ve benim suçum hiç değil, lahit soğuğu dudaklarına yazdığım mektupların, bahar dokunuşlarıyla mürekkep mürekkep eriyeceğinin bilinciyle, saçlarında adımı sayıklayan tüm intiharlara dirhem dirhem sevdalanmak…
Tek suçlu aşk…
Bugün sana yazmasa yüreğim, ne kaybeder hüviyetinden
Ben hazanım esarete açılan tüm kapılara ve sen delicesine bir zemheri…
Sen öyle soğuk, öyle güvenilmez ve simine aldandığım bütün aşkların üzerine düşen son fırça darbesi, öylesine mat… Gün ışığını tatmamış sevdaların kaderidir üşümek…
Kaldır kalbimin cesedini baharın kabrinden;
Ve en izbe şehrin, en ıssız limanına at…
Ruhun, memnu tenlere “aralık”,
Kalbin fahişe düşlerine “ocak”,
Tenin; tünüme, tinime ve tenime ölümüne soğuk
Gözlerin benli yazgılara hep iflah olmaz bir “şubat”…
Ve ben iblisin sevişmeye dair tüm kutsal günahlarının üzerine el basarım ki,
Seni seviyorum…
© aysegulguncan
yirmisekizşubatikibinon / a n k a r a
YORUMLAR
Hakikaten, Ayşe Hoca'da ne esrarengiz bir sanat var. Yani konuşsan, dinlesen, sanki bu cümleleri yazan o değil. Fakat yazarken o, ya da o bir başkası. İlk rastladığımdan beri cümlelerine meftunum. Bu yazıyı bu kaçıncı okuyuşum, hâlâ şaşırmaktayım. Nasıl bunları yazıyor? Belki de edebiyat böyle ruha işlenmiş bir kabiliyet. Kendisini sadece edebiyat mezunu olduğundan ötürü değil, hakikaten edebi olduğu için tebrik etmek gerek. (Keşke böyle bir kalem bende olsaydı. Neler yapardım! Neyse...) Yoksa kanaatimce edebiyat fakülteleri faşist Türkçe öğretmenlerinden başka mahsul vermiyorlar. :) Ayşe Hocam istisna olmuş.
Şairin dediği gibi “terk etmedi sevdan beni”
Evet, sevgili Ayşeciğin “terk etmedi sevdan beni” konulu “Herşeyime, hiç kimsesinden hiçbir şey ifade etmeyecek, bir kaç şey” yazısı 3.Zafer haftasına da girdi dolu dizgin(ama ben demiştim, bknz. “Herşeyime, hiç kimsesinden hiçbir şey ifade etmeyecek, bir kaç şey II". Keşke demez olaydım).
Ruhsal met cezirlerin daha da üstüne koyduğu bu üç numaralı harakiride itiraflar “met”, sitemler “cezir” formatında. Beyin hafif kroki vaziyetlerinde, heyhat kalp yine abandone olmuş. Galibi olmayacak bir düelloya tutuşulmuş, mermisi namlusunda bir silahla Rus ruleti oynanmakta.
“Bugün sana yazmalıyım…
Baharda kırılır belki, şubat ateşinde devleşen çelik kalemim…”
Evet, bu gün yazdın. Kroki vaziyette bir beyinle, abandone olmuş bir kalbin düellosunu yazdın iz bırakanlar sayfasına. Daha doğrusu kazıdın. Şubat ateşinde devleşen çelik kalemin yerine ucu sivriltilmiş kurşun kalem yok, yok direk “kurşundan” kalemler kullanarak. Hem de daha çok acı versin diye kör kurşunlar, uçlarına çentik atılmış girerken ayrı çıkarken ayrı iz bıraksın diye. Sanki korkutmak için bacağa değil, direk kafaya. Sanki sıyırsın geçsin diye uzaktan değil, tam hedeften vursun diye ense kökünden
“Ondandı içimde sayıklayan iki ölünün, saçlarında filizlenen kül kurusu bir dirimle öylesine esrik ve böylesine yenik çatışması”
Bak burada haklısın. Sanki bir çıkmaz sokak çatışması, sanki tek kişilik bir meydan muharebesi. O kadar ki, iç savaş yaşayan insan topluluklarının yüz ifadelerindeki kangrenleşmiş acımasızlık senin dilinde körebe oynuyor. Hem haklısın hem acımasız. Kendine karşı haklı ve kendine karşı bir o kadar da acımasız.
“Bugün sana yazmalıyım.”
Evet, evet yazmalısın, “yazacaksın”, “yazıyorsun”, “yazdın” ve bu gidişle daha çook “yazarsın”.
“Sen yine de eğdirme gözlerini, ben düşerim sevgili ”
Nasıl bir cümledir bu böyle. “Bir kamyon arkası” yazısının masumiyetinde ama aynı zamanda haki renkli otoritenin ürkütücü ciddiyetinde ve bu nasıl bir teslimiyetse artık, sanki fenefillah.Korkarım ki, bu sevdanın rengi “kara”dan tüberküloz sarısına doğru yol almakta ağır, ağır. Naçizane en fazla vokalistlik yaparım, oda içimden sessizce “çile bülbülüm çile, Alllaaah çile”
Allah yardımcın olsun, dostum
Selamlar
iyi ki aşk var yoksa nasıl yazılırdı böyle bir yazı
senin acından ve hüznünden artırdığın kelimeler ruhumuza nasıl iyi gelir?
bilmiyorum bilmemenin utancınıda unuttum , yüzsüz sevimsiz bir şey bu...
ona yazmalısın...
belki daha çok kanatacak ruhunun labirentlerinde dolanan düşlerini
urganı boynuna dolayacaksın kelimelerin...veya senin..
aralık üşümesi , şubat çiçeklerini öldürür baharın gelişiyle şenlenir mi yürek onuda bilmiyorum..
bilmemenin utancınıda yaşamıyorum...
kendi kabrini kazan kaç sevdalı var cihanda senin bu sevmelerin harici..
buralar soğuk yeterince birde bu yazı çığ olup düştü..
yaz Ayşe sen hep yaz kavmi helak olmuş peygamber kederiyle yaz
geceye saçlarını emanet eden şehirlerin talan oluşu gibi dağınık düşlerinide yaz..
neyse..
kalemine ve yüreğine sağlık be kardeşim...
yürek cenazesini kaldırsada...
inanılmazdı, yazının içinde bir düştüm, bir kalktım, bir oraya bir buraya yalpalandım durdum. aldı götürdü, zaten pek yoktum, bu yazıyla olmadığımı bir kez dana anladım. Ey yazar, ben bunları okurken yaşadımda, sen bu satırları yaşadıysan, ne oldun? hala hayatta mısın? yada hayatın hangi derkenarında. ben tek kelimeyle bu yazına hayran kaldım. ellerin dert görmesin. hele bunları sana yaşatan yüreğinse... o yüreğe tüm insanlık adına iyi bak, hepimizin ihtiyacı var...