Bir Ninnidir Bazen Ölüm
İki kardeş her zaman olduğu gibi o gün de sabah namazlarını şehrin en büyük camisinde eda edip, avluya çıktılar. Bahçenin ortasında, göğe yükselen dallarına geçmişi nakşetmiş ulu çınarın altındaki banklardan birine oturdular. İkisi de doksan dokuzluk tespihlerini çıkartıp, hızla akıp giden hayata kafa tutan bir yavaşlıkla günlük zikirlerini çekmeye başladılar. Çınarın birbirine dolanmış dallarında saklanan bir bülbül, zikir ehli yaşlıları taklit edercesine birbiri ardına nağmeler düzmeye başladı. Kardeşler zikri bırakıp, kuşu dinlemeye başladılar. Bülbül sanki binaların arasından yükselmeye çalışan güneşe merhaba der gibiydi. Kardeşlerden biri derin bir of çekip: “ Gün gelecek bu güneşi gören gözlerimiz kararacak, bülbülü huşu içinde dinleyen kulaklarımız artık duymayacak ve Allah demeye gayret eden dillerimiz susacak. Farkında mısın ihtiyar, bak güneş yine doğdu. Ölüme bir gün daha yaklaştık. “ dedi. Diğer kardeş sağ ayağını uzattı, canı yanmışçasına yüzünü buruşturdu ve hiç cevap vermeden tespihin tanelerinden birini parmakları arasında kaydırdı. “ Ağrıyor mu yine? “ diye soran kardeşine şöyle bir bakıp: “ Ağrıyor ya, bundan gayri de devamlı ağrır artık. Havalar da soğuyor artık, hele bir yağmurlar başlasın hıdrellez gelene dek kesilmez bu. “
Belki bir saate yakın, bu konuşmalardan başka hiçbir kelam etmeden avluda oturdular. İkisinin de yaşı yetmişe dayanmıştı, zaten rahmetli analarının dediğine göre aralarında iki yaş ya var, ya yoktu. Beraber büyümüşler, çarşı merkezinde bir ufak dükkân açıp birlikte çalışmaya başlamışlardı. Büyük olanın ismi Halil, kendine çok benzeyen kardeşinin ismiyse İhsan’dı. Simaları o kadar çok birbirine benzerdi ki çarşı esnafı bile bazen onları karıştırır, Halil’e İhsan, İhsan’a Halil diye seslenirdi.
Hiç evlenmemişlerdi, artık kısmetleri mi çıkmadı yoksa birbirlerinin evliliklerini beklerken yaşları kemale erip o fırsatı mı kaçırdılar, bilinmez. Aile büyükleri ahrete intikal edip, bunları baş başa bırakınca baba yadigârı tek katlı taş evlerine kapanıp, hayatlarına konu komşu da dâhil olmak üzere pek bir kimseyi sokmadan yaşamaya başlamışlardı. Akşam ezanına kadar dükkânda dururlar, namazı kılıp geldikten sonra sabah evden sefertasında getirdikleri yemeklerini yerler; kahveci Mümin’in sigara dumanından göz gözü görmeyen ufak kahvehanesinde sade kahvelerini içip, yatsı namazını kılmak üzere mahalle camisine doğru yola koyulurlardı. Namazı müteakip hiçbir yerde oyalanmadan evlerine giderler, günlük havadislere dair bir iki söz edip, yarım saate kalmadan da uyurlardı.
İki kardeşin istikrar abidesine dönmüş bu hayatları, yaşamı boyunca bir günü diğerine müsavi olamayan bir adamın dikkatini çoktan çekmişti. Vicdanını yıllar önce gönül hanesinden söküp atan, serkeşliğiyle şehrin başına bela kesilen bu adamın ismi Cenap’tı. Son bir haftadır her Allah’ın günü yaşlı kardeşleri izliyordu. Evlerine geliş saatlerini, uyumak için ışığı kapattıkları anı artık ezberlemişti. Sabahın alacakaranlığında evlerinin ahşap kapısını o kocaman anahtarlarıyla iki kez kilitleyip: “Bismillahi tevekkeltü alallah, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh “ diyerek yola koyulduklarını ve yine her gün dükkânda toplanan paraları yanlarından hiç ayırmadıkları ufak zembilin içinde eve getirdiklerini de öğrenmişti..Yaşlılar evden çıktıktan sonra dört kez gizlice içeri girmiş, her yeri aradığı halde paraları bulamamıştı. “ Zorla paraların yerini söyletip, sonra ikisini de gırtlaklamaktan başka çıkar yol kalmadı “ diye düşünüyor, bir yandan da kimselere zararı olmayan bu iki adamcağızı bir kalemde öldürüvermenin düşündüğü gibi kolay olmayacağını, belki de gece yatarlarken yastıklarının altına zula ettikleri altıpatlarlarıyla karşılık verip, onu öldüreceklerini dahi hesaba katıyordu. Bu kez hesapsız, kitapsız yola çıkmayacaktı. Öyle bir plan yapmalıydı ki yaşlıların parası kendi cebine girmeli, amma velâkin kimse de bu durumdan şüphelenmemeliydi. Yok, ne polisten korkar ne de cezaevine girmekten çekinirdi. Bu güne dek sayısını bilmediği kadar çok belayla birebir muhatap olmuştu zaten. Fakat bu sefer durum farklıydı, eğer her şey yolunda giderse bu para onun yaşamını değiştirir, sağda solda yatmaktan, üç kuruş para uğruna yolda adam bıçaklamaktan kurtulup zenginliğin keyfini sürebilirdi. Hareketlerine olabildiğince dikkat ederek takibi sıklaştırdı, kimi zaman kahveci Mümin’in kahvehanesinde onların oturduğu masanın hemen karşısında o da kahve yudumladı, kimi zaman da namaz kıldıkları camide yan yana saf tutup, abdestsiz namaz kıldı. Hatta son günlerde öyle bir yakınlaşma hâsıl olmuştu ki zavallı yaşlılar onu gördüğünde selam verip, hâl hatır sormaya başlamışlardı.
Sonbahar yağmurlarının şehri baştan aşağı yıkadığı günlerden bir günün gecesi Cenap gizlice yaşlıların evine girdikten sonra yatak odasındaki yüklüğün içine saklanıp onların camiden eve dönüşünü sessizce beklemeye başlamıştı. Bir süre sonra önce üç kez çevrilen kilit sesi, arkasından da uzun zamandır yağlanmadığından olsa gerek gıcırdayarak açılan kapı sesi duyulmuştu. Cenap olduğu yerde nefesini tutup, sesleri dinlemeye çalışıyordu. İhsan ve Halil içeri girerlerken aynı anda, hatta aynı ses tonunda “ Bismillah “ deyip, salona geçmişlerdi. İçeriden bir süre tıkırtılar geldi, bir iki kelime bir şeyler mırıldandılar; İhsan’ın “ Birader, gelirken bana da su getiriver “ cümlesi duyuldu. Yarım saate varmadan ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Uyuyanları savunmasız bırakan, kötülüklere yorgan olan geceleri Cenap çok severdi. “ Karanlık adamlar gün doğunca uyumalıdır ki ruhlarına işleyen vahşet ışıkla ortaya çıkmasın. “ cümlesini etrafına topladığı kopuklara zamanında az söylememişti. Dostu da yoktu, düşmanı da. Düşmanlarını bir bir temizlemiş bu belalı adamın yanında dolaşmaya, onunla hemhâl olup yarenlik etmeye kimse cesaret edemez olmuştu. Leşlerinden artakalan birkaç parçaya göz diken çakalları asla adam yerine koymaz, faydalanabildiği kadar faydalanır ve kısa bir süre sonra başından savardı. Belayla ikiz kardeşti, merhamet duygusu nedir asla bilmezdi. Anasını yan komşuları Kasap Ahmet’in altında gördüğü zaman ya yedi yaşındaydı, ya da sekiz. Eline geçirdiği kurban bıçağını rastgele sallamış, hem anasını hem de kasabı kanlar içinde bırakıp evden kaçmıştı. O eve bir daha da dönmedi zaten. Bir Allah’ın kulu da ondan şüphelenmedi, bu çocuk nerededir, nasıl yaşar kimse ilgilenmedi. Zaten bir süre sonra sağda, solda yatmaya, it kopukla yarenlik kurup etrafı haraca kesmeye başlamıştı. Acımasız biriydi, gözü karaydı, belanın üstüne koşanlardandı. Bu âlemde nam salacaksan yıllarını cezaevi koğuşlarında tüketmiş kendinden yaşça büyük kabadayılardan birini alaşağı etmen gerekirdi. O da çok geçmeden etrafına kan kusturan, çevresindeki birkaç serseriyle kerhanelere kadın pazarlayan çolak Fahri’yi içip içip sızdığı bir gece tedbirsiz yakalamış ve adamın saçı sakalı birbirine karışmış kafasını devasa bedeninden ayırıp, yattığı odanın kapısına çivilemişti. Bu yolun yolcuları cinayeti Cenap’ın işlediğini çok geçmeden öğrenmişlerdi. Bir anda yoluna çıkanların yol değiştirdiği, yanlışlıkla karşılaşanların da saygıda kusur etmedikleri biri oluvermişti.
Öldürdüğü anasını çok severdi, o meşum gün aklına geldikçe hep “ Ah anam, ah… Yattın o piçin altına, kendini de yaktın beni de “ diye söylenir, ana özlemiyle tutuştuğu gecelerde sabaha dek şarap içip, yollarda bela arardı. Bıyıkları terleyip, geceleri hamamcı olmaya başladığı günlerden bir gün kerhaneye gitmiş, anası yaşındaki bir kadının gayretleriyle ilişkiye girmeye çabalamışsa da her niyetlendiğinde gözünün önüne vücudunu delik deşik ettiği kasabın kanlar içinde kalmış çıplak vücudu gelmiş, bir türlü duhul gerçekleşememişti. Sonunda kadın da, o da pes etmiş ve günlerdir su yüzü görmeyen terden, kirden simsiyah olmuş yatağın üstüne oturup, uzun bir süre kendini gayrete getirmeye çalışan zavallı kadının sarkık göğüslerini, katmerleşmiş göbeğini seyredip, odaya yayılan kadınlık kokusunu birkaç kez içine çektikten sonra bir kelime dahi etmeden çıkıp, gitmişti. Son oldu zaten, Cenap hayatı boyunca bir daha hiçbir kadına elini bile sürmedi. Evden kaçan isyankâr oğlanları, anasız babasız yetim delikanlıları sahiplenir; viranesine götürüp karınları doyurduktan sonra ve genelde silah zoruyla onlara tecavüz eder; “ Bundan gayri ben sizin kocanızım, sözümden çıkanı anam avradım olsun zekerinden ağaca asarım “ diye gözdağı verir, oğlanlar bir fırsatını bulup kaçana dek onlarla gönül eğlendirirdi.
Cenap yüklüğün zifiri karanlığına gözlerini dikmiş bir halde hiç kıpırdamaksızın beklemekteydi. Kendini kanla kutsanmış bir ölüm meleği gibi görüyor, karanlığın ve sessizliğin gücüne güç kattığına inanıyordu. Böyle anların adamıydı o, her şeye direnen bedeni hareketsizliğe hemen teslim olmuş, içerisinin ruhu daraltan kasvetli havasına boyun eğmiş ve kıpırdamaksızın oturmaktan uyuşan bacaklarının acısından zevk alır olmuştu. “ Sevişirken her daim şiddet olmalı “ diye geçirdi aklından. Sevişmeyi sarp dağların zirvesindeki bir kalenin fethine benzetirdi. Böyle bir fethe katılan zorlanmalı, hırpalanmalı ve ortama kan kokusu eşlik etmeliydi. Yalvaran, yakaran çığlıklar inletmeliydi her yeri, hıçkırıklar süslemeliydi zaferi. Bunları düşünerek gözlerini kapattı, aldığı hazzı yudum yudum içine çekti. Birazdan kanlı bir bıçağa hükmedecek olan elini bacaklarının arasına götürüp, okşamaya başladı.
Rahatlamıştı, kendine olan güveni sanki bir kat daha artmıştı. Parmaklarını burnuna götürüp kokladı, erkekliğin asla baş edilmeyecek bir güç olduğuna bir kez daha iman etmişçesine karanlığa gülümsedi. Artık vakit tamamdı, avı daha fazla bekletmenin hiçbir anlamı yoktu. Belinde sakladığı bıçağını çıkarıp, sivri ucunu sol elinin avucuna dayadı. Hafifçe bastırdı, avucuna yayılıveren kanın sıcaklığı tüm bedeninin titremesine sebep olmuştu. “ Ölüm hazzın zirvesidir “ diye mırıldandı yavaşça. Bıçağını yüzüne yaklaştırdı, çeliğe sinmiş soğukluğu hissetti. Ağaç yapraklarını keskin yüzüne koyup hızla üflediğinde yaprağın iki parçaya ayrılıverdiğini görene dek bıçağını bilemiş ve bu geceki kutsal ayine özenle hazırlamıştı. Kurban hemen ölmeliydi, her bıçak darbesi kendine acılarla dolu bir geçmiş sunan yaşamına başkaldırıydı çünkü. Hemen ölmeli, hemen unutulmalıydı, yaşadığı tüm acılar gibi unutulmaya mahkûm edilmeliydi. Yüklüğün kapısını hafifçe aralarken “ Bu gece de böyle olacak, hele şu paraların yerlerini söylesinler tereyağından kıl çekercesine canlarını kabzedecek, günahlardan beri olan ruhlarını Cennete gönderip, kendi cehennemime döneceğim “ diye düşündü. Yüklükten çıktı, ayaklarının ucuna basa basa yaşlı adamcağızların yattığı odanın kapısına kadar geldi. Son bir kez eğilip, anahtar deliğine kulağını dayadı ve içerisini dinledi. Çıt çıkmıyordu, hemen kapının koluna bastırıp odaya giriverdi.
İhtiyar kardeşlerin öldürülmesinin üzerinden altı ay geçmesine rağmen katil bulunamamıştı. Polis bir süre olayın peşinden gidip birkaç zanlıyı gözaltına aldıysa da gerçek katili yakalamayı başaramamıştı. Faili meçhul cinayetler dosyasına bir olay daha eklenmiş, cinayet masasının yaptığı çalışmalar mühürlü bir torbaya konulup, arşiv odasının tozlu raflarına kaldırılmıştı.
Zavallı ihtiyarların cenazeleri kimse tarafından sahiplenilmemiş, belediye görevlilerinin gayretleriyle kimsesizler mezarlığına defnedilmişti. Cinayetten yaklaşık bir yıl sonra ortaya çıkıveren bir mirasçı veraset ve intikal işlemlerini apar topar yerine getirip, Halil ve İhsan kardeşlerin hunharca katledildikleri evi satışa çıkarmıştı.
Cenap ellerini arkasına kavuşturmuş bir halde cinayeti işlediği evi seyrediyordu. Birkaç gün önce ortaya çıkıveren mirasyedi, temizlikçi kadınlar getirtip evi baştan aşağı temizletmiş, kana bulanmış döşekleri, halıları büyük hararların içine doldurtup şehrin dışındaki çöplüğe attırmıştı. Temizliği yapan kadınlar üç gün boyunca kan ter içinde kalıp, her yeri sabunlu sularla yıkamışlar, eve sinmiş olan kan kokusunu gidermek için kapıları, pencereleri ardına kadar açıp iyice havalandırmışlardı. Pencereler boş şeker çuvallarından dikilme güneşliklerle kapatılmış, bahçedeki taş patika baştan aşağı arapsabunuyla köpürtülen suyla yıkanmış, son ana kadar bir köşede toplanan çerçöp atılıp ev satılığa hazır hale getirilmişti. Şehir dışından gelen mirasçı boş bir kâğıda “ Sahibinden satılık kelepir ev “ yazıp, altına da telefon numarasını ilave ettikten sonra evin yola bakan camlarından birine yapıştırıp, gitmişti.
Cenap bir kahraman edasıyla etrafı kolaçan ederken, sokağın sonundaki ortaokulun bahçesinden ikişerli, üçerli gruplar halinde ite kaka çıkıp, gürültüyle sokaklara fırlamış çocukları fark etti. Yol kenarından hızlı adımlarla evine doğru yürümekte olan çocuklardan biri tam önünden geçerken ona seslendi: “ Delikanlı! Bir kalem ver bakalım bana. “ Çocuk durdu, tipinde hayır olmayan bu adamdan korktuğunu belli etmemeye çalışarak ceket cebinden bir kalem çıkartıp ona uzattı. Kalemi verip gidecekti ki Cenap eliyle dur işareti yaptı, evin camındaki telefon numarasını sigara paketinin üzerine yazdıktan sonra kalemi çocuğa uzatıp: “Haydi, yoluna “ dedi.
Bir belaya bulaşmadan kurtulduğunu sevinen çocuk koşar adım oradan uzaklaşırken Cenap evin etrafını turlamaya başlamıştı. Sigaradan sararmış dişlerini gıcırdatıyor, kısık gözlerini evin ölüm sinmiş taş duvarlarında gezdiriyordu. Bu evi satın almalıydı, moruklardan yürüttüğü para epey yüklüydü, bununla hem evi alır, hem de uzun bir süre yaşamını rahatlık içinde sürdürürdü. Çocukluğundan beri hiç evi olmamıştı ki. Ya viranelerde yatıp, kalkmış ya da sokakların kuytu köşelerinde sabahı etmişti. Artık bunlardan kurtulacak ve soğuk kış gecelerinde kodamanların yaptığı gibi o da sıcak sobasının karşısında uyuklayabilecekti.
O gece bir arkadaşıyla tren istasyonunun arkasındaki çamlıkta şarap içip, kızarmış yarım pilici ekmeklerine katık ettiler. Şişeler bitip, kafaların dumanlandığı bir vakitte Cenap mirasyedinin telefonunu çevirdi. Saat çoktan gece yarısını geçmişti, telefon uzun bir süre çaldıktan sonra açıldı; uykulu bir ses “ Alooo! “ dedi. Hayatında ilk defa bir ev alacak kadar parası olan Cenap paranın verdiği güvenle: “ Birader, kusura bakma… Bu saatte seni de uyandırdık galiba. Neyse, şu eve yazı bırakmışsın ya, satılık diye. Ondan aradık, alalım deriz orasını “. Uyku sersemliğini üzerinden atamayan mirasçı bir an evvel evi satıp, şehri terk etme derdinde olduğundan lafı hiç uzatmadan Cenap’ın konuşmasını kesip, istediği rakamı söyledi ve “ Fiyat uygunsa canım kardeşim, niyetin de ciddiyse yarın sabah Kaptan otelin önüne gel, satışı yapalım.” deyip telefonu kapattı.
Cenap gülümseyerek yanındaki arkadaşına baktı, bu çocuğu geçen hafta bulmuştu. Daha askere bile alınmamış, tertemiz bir oğlandı. Anasıyla babası ayrılmışlar, boşanmanın üzerinden bir yıl geçmeden anası bir eczacıyla yaşamaya başlamış, oğlana da evden ayrılıp, sokaklarda sürtmek düşmüştü. Celal bir kahvehanede sabah mahmurluğunu atmak için tek şekerli demli çayını yudumlarken yandaki masada uyuklamakta olan bu delikanlıyı gördüğü gibi hemen sahiplenmiş, beraber yaşamaya başlamışlardı. İlk birkaç gün Cenap müşfik bir abi edasıyla çocuğa elini bile sürmemiş ama birlikte kafayı çektikleri bir gecenin ilerleyen saatlerinde kimsesiz delikanlı biraz zorla da olsa bekâretini Cenap abisine teslim edivermişti.
“ Gel hele yanıma” dedi çocuğa, “ Bak artık bir evimiz de olacak, şarabımızı masamızda içeceğiz oğlum, Cenap abin seni krallar gibi yaşatacak “ Kolunu onun omzuna attı, elindeki şarap şişesini tren yoluna doğru fırlatıp: “ Ben böyle hayatın yedi ceddini … “ dedikten sonra delikanlıyı öpmeye başladı.
------o--------
Ertesi gün mirasçıyla buluştular, çok fazla laf etmeden doğruca tapu müdürlüğüne gidip, satışı gerçekleştirdiler. Cenap adama parayı teslim ederken: “ Yaşlıların parası yabancıya gitmedi “ diye düşünüyor, bir yandan da “ Ulan bu adamı takip edip, canını alıversem de paracıklarıma tekrar kavuşsam “ hayalini kuruyordu. Sonra bunun tehlikeli olacağına, polisi iyice kıllandıracağına karar verip, vazgeçti. El sıkışıp ayrıldılar, Cenap her zamanki soğukkanlılığıyla yeni satın aldığı evine gitti. Yılların alışkanlığından olsa gerek dış kapıyı anahtarla değil her daim arka cebinde taşıdığı tornavidasıyla açtı, içeri girip, sağa sola bakınmaya başladı.
Perdeler kapalıydı, içeriye ürkütücü bir loşluk hâkim olmuştu. Tek tek bütün odaları dolaştı, o gece saklandığı yüklüğün olduğu odaya gelince gayriihtiyarî kapağını açıp içine bakmak istedi. Yıllardır korku nedir bilmeyen, âlemde korkusuzluğu ve gözü karalığıyla nam salan Cenap bir an tedirgin oldu. Yaşlı kardeşleri boğazladığı odadan bir ses duyar gibi olmuştu. Hızla arkasına döndü, elini belindeki bıçağına attı; odadan çıkıp dışarılara bakındı. Bütün odaları bir kez daha dolaşıp her yeri gözden geçirdi; “ Kapalı mekânlara alışık değilim ya ondandır herhalde “ diye söylenip, kendini dışarı attı. Gidip arkadaşını bulacak, akşam için bir şeyler alıp tekrar evine dönecekti.
Delikanlının cep telefonu kapalıydı, her zaman buluştukları yerlerden hiçbirine de uğramamıştı. Cenap geç saatlere dek onu aradı, sonunda bulmaktan ümidini kesip usturuplu bir küfür eşliğinde eve dönmeye karar verdi. Hava çoktan kararmıştı, sokaktaki bakkaldan iki ekmek, biraz beyaz peynir ve en ucuzundan üç şişe şarap alıp, içeri girdi. Her yer zifiri karanlıktı, eliyle elektrik anahtarına bir tokat patlattı, biran evvel lambalar yansın, odaya sinmiş olan bu karanlık ortadan kalksın istedi. Ama yanmadı, birkaç kez daha anahtarı açıp, kapattı; diğer odalardaki lambaları yakmak için dolaştı ama nafile, elektrikler kesikti. “Elektrikleri kesenin de kestirenin de ta anasını …. “ diye küfrede küfrede evden çıkıp bakkaldan birkaç mum aldı.
Mumları yakıp, sağa sola bıraktı. Karanlığı kendine mesken tutan bir adamken bu gece ilk defa karanlıktan ve yalnızlıktan korkmaya başlamıştı. “ Yaşlı karılar gibi korkmak yakışıyor mu ulan sana? “ diye mırıldanıp, bir köşede durmakta olan koltuklardan birine oturdu. Mum ışığının evin ahşap tavanında oluşturduğu gölgeleri seyretmeye başladı. Gölgeler sanki tavanda dans ediyordu. Kıvrak hareketlerle dolanıyor, bazen büyüyüp her yeri kaplıyor bazen de çekip gidecekmiş gibi ufalıyordu. Sabaha dek çölde Arap şeyhlerine dans ettiğini anlatan o yaşlı orospu geldi aklına. Beraber içmişler, gün ışıyana dek sohbet etmişler ve cebindeki üç beş kuruş parası uğruna onu öldürmüştü. Şarabından bir yudum içti, peynirden kopardığı parçayı ağzına atıp, çiğnemeye başladı. Tavandaki gölgeler gittikçe artıyordu, raks eden kadının yanında iki yaşlı adam gölgesi oluşuvermişti. Şekilden şekle giriyorlar, bazen kaybolup bazen birden ortaya çıkıyorlardı. Cenap, o korku nedir bilmeyen, kan dökmekten haz duyan adam bunalmaya başlamıştı. Odanın tavanı sanki boğazına sarılmış, nefesini kesercesine sıkıyordu. Derin bir nefes alıp tekrar tavana bakmaya başladı, tavandaki gölgeler gittikçe artmıştı. Altına yatmadığı için bilmem kaç bıçak darbesiyle can veren oğlan, yolunu kesip ceplerinde ne var ne yok aldıktan sonra boğarak öldürdüğü iki delikanlı, namı yürüsün diye kafasını kestiği serseri, anasının dostu olan o şerefsiz ve tavandan damlayan kandamlalarıyla son anda ortaya çıkıveren anası… Bugüne dek en ufak bir merhamet belirtisi dahi göstermeden canlarını alıverdiği her kim varsa tek tek tavanda belirmeye başlamıştı.
Gözleri yuvasından fırlamış bir halde olanca sesiyle “ Gidin ulan! “ diye bağırdı. “ Gidin, düşün yakamdan… “ Sendeleyerek ayağa kalktı, yanan mumlara tekme savurarak hepsini söndürdü. Ruhunu saran korkunun etkisiyle titriyor, ayakta zor duruyordu. Belindeki bıçağını çıkardı, sol eliyle kabzasını iyice kavrayıp beklemeye başladı. Her yer karanlığa bürünmüştü ama onların içeride olduklarına emindi. Ya kapının arkasından aniden çıkacaklar, ya yandaki odadan içeriye bir anda dalacaklar ya da saklandıkları perdelerin ardından birden fırlayıp onun boğazına yapışacaklardı. Korktuğunu alenen beyan edercesine kısık bir sesle “ Allah topunuzun belasını versin! “ dedi. Olası bir pusuya hazırlıksız yakalanmamak için yavaş adımlarla kapıya doğru yöneldi. Her türlü belaya eyvallah diyen o korkusuz adam gitmiş, yerini kendi ayak seslerinden bile ürken çaresiz biri alıvermişti. Kapıyı açtığı gibi kendini dışarı attı, elindeki bıçağı bahçenin ortasına fırlatıp dün gece şarap içtikleri tren yolunun arkasındaki çamlığa doğru koşmaya başladı.
Çamlığa geldiğinde nefes nefese kalmıştı, ağaçların altında kuytu bir yer aradı; tren raylarına yakın, birbirine geçmiş iki çam ağacının dibine oturuverdi. Derin derin nefes alıyor, gördüklerine bir anlam yükleyememenin verdiği çaresizlikle ikide bir saçlarını karıştırıyor, benliğini kaplamış olan korkunun etkisiyle sağını solunu tedirginlikle süzüyordu.
Aklına arkadaşı geldi, yaşamında ilk kez bir başkasına bu kadar ihtiyaç duyduğu bir anı yaşıyordu ama şerefsiz arkadaşı ortadan kayboluvermişti. Okkalı bir küfür savurduktan sonra: “ Anasını sattığımın dünyasında işe yarayacak kimse yok zaten” diye mırıldandı. Gömlek cebinden sigara paketini aldı, dudaklarının arasına bir sigara koydu ama yakmadı. Ayaklarının altında uzanıveren tren raylarına bakıyor ve yaşamında bir ilki daha yaşıyordu. Pişmandı, bugüne değin yaptıklarının tamamı ruhuna elim bir acı veriyordu. Keşkeler mırıldandı ardı ardına, bıçak darbeleriyle can veren anasının yalvarmaları çınladı kulağında. Annesini bıçakladıktan sonra gömleğine damlamış kanları hatırladı. Annesinin kanıydı, canı annesinin, yaşamındaki tek dayanağının kanlarıydı. Ağlamaya başladı, hıçkıra hıçkıra saatlerce ağladı. Gözlerinde yaşların kalmadığı, derin bir pişmanlık duygusunun tüm bedenini kıskacına aldığı o gece sabaha dek geçmişini sorguladı, hatalarının utancıyla yüzleşti. Güneşin ilk ışıkları çam ağaçlarının dalları arasından süzülüp etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti, gömleğinin yakalarını çekiştirirken tam göğüs hizasında bir kandamlası gördü. Parmağıyla dokundu, sıcacıktı. İşaret parmağına bulaşan kanı burnuna götürdü, anası gibi kokuyordu.
Bilincini yitirmiş bir haldeydi, ayakta öylesine dikiliyor, ikide bir parmaklarına bulaşmış olan kanı kokluyordu. Tren raylarının geçtiği yerden bir ses duydu, tanıdık, hüzünlü bir ses çocukluğundan beri hiç duymadığı bir ninniyi söylüyordu. Anasının sesiydi bu. Evet, ninniyi söyleyen anasıydı. O özlemini duyduğu, huzur ve mutluluğu dillendiren bu sesi yeniden duyuyordu işte. Ayağa kalktı, raylara doğru gitti. Ses raylardan geliyordu, mutlak bir teslimiyete bürünmüş halde diz çöktü, rayın soğuk demirine başını iyice yapıştırıp dinlemeye başladı. Kulaklarındaki ninni tüm bedenine dalga dalga yayıldı, ses gittikçe yükseldi. Kalbinin atışı ninninin ritmine uymuş, tarifi imkânsız bir huzurun sıcaklığı tüm bedenini sarmıştı. Bir anda üzerinde öldüğü gün giydiği kanlı entarisiyle anası beliriverdi karşısında, zavallı kadın: “ Cenap’ım! Kuzum! Yavrum! “ diye feryat ediyordu…
Şehrin iki yerel gazetesi ertesi günkü manşetlerini Cenap’a ayırmıştı. Biri evsiz barksız sokak serserilerinden birinin intihar ettiğini yazmıştı. Daha muhafazakâr bir okuyucu kitlesi olan diğer gazete ise; tren gelirken raylardan geçmeye çalışan bir sarhoşun ibret verici sonundan bahsediyordu.
Hasan Cengiz Sarıca / İstanbul
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.