ŞAİR / SAİR YANIM
Bugün penceremden baktığımda, bahar kırkikindilerine benzer bir yağmur var dışarıda. Sabahtan beri, ince ince kendi halinde yağıyor. Kış ortasında olduğumuz halde, hava yumuşak, ılı cık. Güneş olmasa da gökyüzünün loş ışığı insanın içini ışıtıp, yüreğine aydınlatıyor. Havanın ılıklığı ve çisil çisil yağan yağmur, insana bahar havasının tatlı dinginliğini yaşatıyor. Oysa daha bir hafta öncesi ne kadar soğuk, insanın ciğerine işleyen, sert bir hava vardı.
Ne de olsa, yurdumun (güneyi kadar olmasa da) ılıman bir bölgesinde yaşıyorum. İzmir’de. İzmir yurdumun en batısında, güzel sıcak bir şehirdir. Şehir olarak da, yöre olarak da çok seviyorum İzmir’i. Kışın İzmir’in çok soğuk günler olmaz. Günün yarısı soğuk olsa, yarısı ılıktır. Haftanın yarısı soğuk olsa, yarısı mutlaka ılımandır. Hadi diyelim ayın yarısı, şu kış mevsiminde soğuk olsa, diğer yarısı mutlaka, ama mutlaka ılıcıktır. Tıpkı insanları gibi...
İnsanları da, bir bakıma havasına benzer İzmir’in. Sevecen, güler yüzlü, yumuşak huylu ve tatlı dillidir. Bilhassa kızlarının, kadınlarının yüzündeki ışıltı, çekicilik, güzellik hemen fark edilir. Eskiden yarışmalarda, Türkiye veya fotoroman güzellerinin çoğunun İzmir’den çıkması bundandır. Belki de hâlâ öyledir. Ne de olsa, insanın yaşamında dönem dönem farklılıklar oluyor. Orta yaşın sonuna geldiğim şu yıllarda, artık magazin gündemiyle pek meşgul olmuyorum desem yalan olmaz. Ama gençlikte ‘Hayat’ ve ‘Ses’ mecmualarının tiryakisi idim. Hoş, şimdiki magazin de o magazin değil ya!
Yukarıda değindiğim gibi, orta yaşların sonuna geldiğim halde, ne zaman köşe başında mendil, çiklet satan bir çocuk görsem, içim burkulur. Aklıma evdeki çocuğum gelir. O çocuğun o yaşta, akranlarıyla birlikte oyun oynaması gerektiği halde, sırtından birilerinin para kazanma hırsı beni çok üzer. O küçücük yaşta, yaşamın zor şartları, insanların derbeder, alaycı, küçümseyici bakışları. Bir de mevsimlerden kışsa, soğuğun dondurucu morluğu. Bakalım o küçücük omuzların kaldırabileceği bir yük müdür bunlar?
Ne bileyim, sokaklarda ürkek ürkek, aç bir kedinin, köpeğin çöplerde bir parçacık yiyecek araması. Hayatta kalması, hayvanda olsa, karnını doyurması demektir. Ama onların hayatta kalması ya da kalmaması, sanki bazı insanların çok umurundadır. İnsan olsa el açar, etek öper. Bir yolunu bulur, karnını doyurur. Ama hayvan haliyle, nasıl bir yol bulup da karnını doyuracak. Yaşama tutunacak. Kimin umurunda? Tabi hiç kimsenin! Yalnız burada, duyarlı insanları bir tarafa ayırmak gerek. Ama böyle duyarlı insanlar, o kadar azaldı ki günümüzde!
Geçen bahar bir parkta oturuyorum. Top oynama sevdasına düşmüş bizim mahalleli çocuklar. Yemyeşil çimleri eze eze top oynuyorlar. Çimler ezildikçe, benim de yufka yüreğim eziliyor. Çünkü gördüm, kaç tane bal arısı, yonca çiçeklerinde geziniyor. Ama bir kaç tanesi, oracıkta, o çocukların pabuçlarının altında can verdi. Bu kadar de değil. O parktaki üç-beş tane küçük, yeni dikilmiş çam fidanı, henüz ağaç olamadan, kırıla, koparıla kurudu gitti. Oysa yanı başlarında top oynamak için özel saha yapılmış. ‘Oraya gidip, neden oynamıyorsunuz?’ dediğimde, hep bir ağızdan; “Amca orası beton, düşünce dizimiz acıyor” demişlerdi de, bir şey söyleyememiştim. O parka bir daha gitmedim. Çünkü dinlenmek için gidiyor, yürek üzüntüsü ile dönüyordum. Daha birçok üzüldüğüm nokta var da, fazla uzatmamak için yazamıyorum. İşte böyle…
Birde benim yaştaki insanlara bakıyorum. Kimisi özel arabaları ile kimisi, belediye otobüsleri ile akın akın işe, alış-verişe, bilmem daha kaç yere koşuşturuyorlar. Öyle ya, hayat hep koşuşturma. Mücadele demek! Mücadele de, çalışmak demek. Çalışırken, öyle üzüntülü, her şeye kafa yoran bir yürek taşımamak gerek. Eğer taşırsan o işi yarım yaparsın. Sonra da kapı dışında kalır, işinden olursun. Evde çoluk, çocuk ne yer, ne eder?
O yüzden de, diyorum ki, hani bu insanlar hepten böyle monoton değildir. Dışarıdan robot gibi görünseler de, içlerinden belki (benim gibi) yufka yüreklidirler. Onların o dış görünüşlerine değil, iç görünüşlerine (yüreklerine) bakmak lazım. Ondan olsa gerek, ben bazen insanların yüzlerine (elimde olmadan) alık alık bakarım. Baktıkça da, yüreğini görmeye, karakterini okumaya çalışırım. O yüzden de, başıma olmadık ne işler gelmiştir çoğu zaman.
Sanki şair yüreğimin ezası cefası, derdi tasası, ezikliği yufkalığı yetmiyormuş gibi, bir de çevremdeki insanların yüreklerini, yüzlerini okuma çalışması yapmam, oldukça yorar beni. Yorsa iyi, çoğu kez ağzımı bıçak açmaz, üzer; kahreder beni!
Ah keşke, çevremdeki insanlar gibi, duyarsız, gamsız, tasasız olabilsem. Ah ki ah, “herkesin derdi, beni mi gerdi ?” diyebilsem. Ne iyi olurdu. ŞAİR yanım, SAİR yanımla dost olur, gül gibi geçinir giderdi…
İsmail GÖKTAŞ / İZMİR