- 1134 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
LUNAPARK IŞIKLARI
Yeni bir güne daha uyanıyordum. Ya da yeni bir gün bana uyanıyordu. Bir müddet çalıştığım bir işyerinden daha, ipe sapa gelmez bir sebep yüzünden kovulmuştum. Yeniden, kırılacak zincirlerinden başka yitireceği hiçbir şeyi olmayan, bir lümpen proletarya olarak kalakalmıştım. Bu durum ilk başlarda çok ağırıma gitmesine rağmen, zamanla alıştığım, hatta mazoşistçe zevk almaya başladığım bir duruma dönüşmüştü.
Evde küçük bir kahvaltı yapıp, tabuta birkaç çivi ekledikten sonra, yerdeki elbise dağının içinden gelişigüzel olarak bir şeyler seçip üzerime giydim ve kendimi apar topar sokağa attım. Planlı bir atış değildi bu, ‘al dağlar sana bir kurşun’ türünden bir atıştı. Nereye gideceğim hakkımda hiçbir fikrim yoktu. Ama o an başka bir konu hakkında kafamda çok net bir fikrim vardı. O’da bakkalın önünden geçmemek için yolumu değiştirmek fikriydi. Ve üzerinde durup düşünüldüğü zaman çok gerekli bir fikirdi. Böylesine dâhiyane bir fikri ürettiğim için kendimle ne kadar gurur duysam azdı. Şayet böyle gıpta edilesi bir fikir üretmeseydim, rüzgârın götürdüğü yere tek parça halinde gidemeyebilirdim.
Kafamdaki o çok net fikre uyarak, her zaman kullandığım yolun dışında bir yol kullanıp, şehrin nabız seslerinin en yüksek duyulduğu yerlerine doğru yol almaya başladım. Rüzgâr arkamdan esiyordu, küfrettim. Hayatın her alanında, sert bir şekilde hiç sapmadan doksan derecelik bir açıyla üzerime üzerime esip, beni hayatın her alanında darmadağın edip bırakan o rüzgâra; ağza alındığında asit gibi yakan ağdalı küfürler ettim. Rahatladım. Üzerime doğru ‘s’ çizerek gelen belediye otobüsünün şoförü bana el salladı. Dudaklarımı büktüm ben de ona el salladım. Sanırım birisine benzetti beni. Hatta sanmakla kalmam kesin öyle yaptı. Ya da aldığı çok güzel bir haberi, bedenine çeşitli yollardan sokuşturduğu kimyasallarla zirve yaptırarak kutlamıştı ve bu haletiruhiyenin etkisiyle her önüne gelene selam veriyordu. Herkese; neşe, keyif, mutluluk falan dağıtıyordu. Yani kısacası, eğer beni birine benzetmediyse, şoförün aklı bayram günlerindeki lunaparklar kadar karmakarışıktı.
Bütün bunlar olup biterken, ben arkamdan esen rüzgârın itekleyerek hafiflettiği bedenimle amaçsızca yolları arşınlıyordum. Bir yandan da rüzgârla didişmeye devam ediyordum. Rüzgâr en sonunda dayanamadı ve patladı. ‘‘…yeter ulan yeter be! Sabahtan beri bana yüklenip duruyorsun, benim suçum ne! Bütün oyunlarda kaybediyorsan, ben ne yapayım! Ya çok şansızsın ya da oynadığın kartlar hileli uyansana artık..!’’ Çok şansız olma ihtimalini olasılık hesaplarını çok iyi bilen bir kumarbaz olarak anında elemiştim. Çünkü yüzlerce oyunun hepsinde kaybetmem; şu anda bu ıssız yolda yürürken, gökten başıma Hülya Avşar’ın kırmızı geceliğiyle düşmesi kadar uzak bir ihtimaldi. Geriye kartların hileli olma olasılığından başka bir ihtimal kalmamıştı. O zaman kumarhaneyi değiştirecektim. Bu saatten sonra da öyle bir imkânım olmadığına göre, kazanmayı unutup, bundan sonra oturduğum bütün oyunlardan en az zararla kalkmayı kendime kâr sayacaktım.
Rüzgârla bir müddet konuşmadım. Hala peşimden geliyordu… ‘‘Söyle ulan! Madem bu kadar çok biliyorsun, madem bu kadar bilgesin, bana ne yapmamı öneriyorsun şimdi, ne yapayım, nereye gideyim?’’ dedim. ‘‘…ne bileyim abi… Sen işten yeni kovulmadın mı? Üç beş kuruş tazminat filan sıkıştırmışlardır şimdi senin eline, paran falan vardır yani. Böyle dümeni kırılmış gemi gibi gezeceğine, bir bar’a falan git, biraz içip dağıtırsın, kendine gelirsin…’’dedi. ‘‘…vallaha doğru söylüyorsun. Hiç fena olmaz. Uzun zamandır içip sarhoş olmadım.’’ Dedim rüzgara… Yolumun üzerindeki ilk otobüs durağının tentesinin altını işgal ettim. Bir müddet sonra gelen otobüse binerek, rüzgârın tarif ettiği işlerin döndüğü yere doğru yol almaya başladım. Otobüsün penceresinden baktığımda, rüzgâr da koşa koşa otobüsün peşinden geliyordu. Nefes nefese kalmıştı. Yüzü tıpkı organik bir domates gibi kıpkırmızı olmuştu. Güldüm. İyice yanaştığında pencereyi araladım ve… ‘‘…Fazla biletim vardı, söyleseydin bir tane de senin için atardım, bu kadar hırpalanmana değer miydi’’ dedim. ‘‘Şimdi mi söylüyorsun’’ diyerek sitem etti bana…
Otobüs ineceğim yere yaklaşmıştı. Ağır ağır yerimden doğruldum ve ‘inecek var’ butonuna bastım. Ama o’da nesi! işgüzarın biri ‘inecek var’ yazısındaki ‘c’ harfini silmişti. Hiç çaktırmadım, oralıklı bile olmadım, asla ve asla üzerime alınmadım. Şoför freni kazıkladı. Kafamı ilk önce tutunduğum demire, sonrada açılan kapıya çarptım. Bunu da hiç çaktırmadım, hiç bozuntuya vermedim. Hatta az önce; böyle bir durumu hiç yaşamamış gibi davrandım. O nasıl bir özgüvendi öyle kendimle gurur duydum. Kendime elimi uzatıp tebrik ettim. Hiç çaktırmadan kendimi asfalta atıp o korku filmi gibi otobüsün yolcusu olmaktan, bulduğum ilk fırsatta istifa ettim. Sonra da istifa ettiğim için oturup kaldırıma, evinden çok uzak bir yerde kaybolmuş bir çocuk gibi hüngür hüngür ağladım. Çünkü istifa etmeyi hep savaşmaktan kaçmak ve acizlik olarak görmüşümdür. Kendimi toparladım. Bir daha hiç istifa etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Ama sadece verdiğim kuru bir sözle yetinmedim. Kendi kendime ağır mükellefiyetler yükleyen bir sözleşme imzalattım. O kazık gibi şartların olduğu sözleşmeyi kendimin önüne koyarken nasıl bir ciddiyet takınmıştım. Zerre kadar taviz vermiyordum. Kendim; kalemi eline aldığında, ilk önce bir yutkundu, hiç işine gelmiyordu aslında böyle bir sözleşmenin muhatabı olmak, ama eli mahkûmdu. Silah zoruyla nikâh defterini imzalayan bir adam gibi, alnından boncuk boncuk dökülen soğuk terlerin şahitliğinde mecburen bastı kâğıda imzayı. Ya da bastım kâğıda imzayı. O an eli mahkûm olduğu için imzayı atan mı? Yoksa imzayı attıran fırsatçı mı olduğumu, tam anlayamamıştım. Karmakarışıktım. Anlamsız şarkılar eşliğinde, saatlerce hiç keşfedilmemiş danslar yapmış kadar yorgundum. Süresiz mühürlenmiş, ışıkları söndürülmüş, boşaltılmış bir şehir gibiydim. Taammüden işlenmiş bir cinayet sonrasında, etrafına el kararıyla orantısız daireler çizilmiş mermi kovanları kadar şaşkındım. Yerle birdim.
Kendimi o halde görmeye kalbim dayanmadı. Tutup kollarımdan kendimi ayağa kaldırdım. Teselli ettim. Rüzgâr hala gelmemişti o’nu bekliyordum, ara sokaklara dalacaktım. Neyse ki bir sigarayı sonlandırmama bile vakit bırakmadan rüzgârlığını gösterdi ve köşeden dönüp yanıma geldi. Nerede kaldın yahu, nasıl rüzgârsın sen? diye alaya aldım onu. Sinirlendi. Esti. Üşüdüm. Üzerime bir şeyler örttüm. Tanrıyla barışık kaldım. Sonra; o hoca ben küheylan ara sokaklara daldık. Kimse görmedi. Kimse bilmedi. Kimse duymadı. Dar sokakları cinsiyeti muamma fahişeler kuşatmıştı. Dar sokaklar daha da bir darlanmıştı. Fahişelerin ağızlarındaki sakızlar saatlerdir çiğnenilmekten mutasyona uğramışlardı. Sesleri de üşümüştü belliydi, üşüyüp yere düşmüşlerdi, kalkmaya çalışıyorlardı. Beni görmüşlerdi, önlerinden geçerken, üşümüş titrek sesleriyle alengirli laflar ediyorlardı. Kendimi laf atılarak taciz edilen genç kızlar gibi hissediyordum. Rüzgâr ‘‘hadi hadi, bırak şimdi şunları’’ dedi arkamdan. Rüzgâra bir çıkıştım, ilk önce esmeyi bıraktı, sonra olduğu yerde sabitlendi, sonra da dengesini kaybedip kulakları sağır eden bir gürültüyle yere düştü, bütün şehir rüzgârın düşüşünü duydu. Yerde debelenirken özür diledi. Tutup elinden ayağa kaldırdım. Üstünü başını silkelemesine yardım ettim. ‘‘Hem! hem sanane ulan, sen benim keyfimin kâhyası mısın?’’ diye tekrar çıkıştım rüzgâra. ‘‘Tamam, kapatalım bu konuyu’’ dedi. Kapattık.
İçerisinden gürültülü müziklerin yükseldiği bir bar’ın kapısına yanaştım. Kulaklarımı örseleyen müziğin; üçüncü sınıf bir sesle icra edildiği çok barizdi. Erkek kadın karışımı bir sesti, tam seçemedim. Ve kulaklarımı yumruklayan sesinin renginden anladığım kadarıyla, işine o kadar konsantre olmuştu ki, sanki sadece ağzından değil, birkaç ekstra yerinden daha ses çıkarıyordu. Bu vesileyle ses, adeta bar’ın içine sığmıyor, sokağa taşıyordu. Yerlerde bir süre süründükten sonra da, bulduğu ilk logar kapağını kaldırıp, kendisini ait olduğunu hissettiği yere atıyordu. Ses bu eylemi periyodik olarak devam ettiriyordu. Tıpkı, doğup, büyüyüp, hayata atılıp, daha sonra da o atıldığı hayattan elini eteğini çekip, ölmeyi bekleyen, nihayetinde de ölen insanlar gibi rutin olarak aynı eylemi gerçekleştiriyordu. Orkestranın uyumsuzluğu da ayrı bir konuydu. Bana çocukken boş peynir tenekelerini yana dizip komşuları isyan ettirerek davul çaldığım günlerimi hatırlattı. Alkış sesleri ve normal bir insandan asla çıkmayacak tuhaf gırtlak nağmeleri ortalığı yıkıyordu. Bar’ın, bir mabedin giriş kapısını anımsatan kapısına iyice yanaştım. Tahminen yakınlarda bir yerlerde bir orman yanmıştı ve kapıda duran insana benzeyen bu mahlûkat da; o yanan ormandan kaçıp bu bar’ın kapısına sığınmıştı. Tabi ki öyle değildi, bunların hepsini işime gelmediği için ayaküstü ben uyduruyordum. Boyum uzun olmasına rağmen yanına yanaştığımda, sadece şişkin göğüslerine bakabildiğim çam yarmasına bütün nezaketimi takınıp, otuz iki dişimi birden göstererek ‘‘damsız alıyor musunuz beyefendi’’ diye sordum. Hiç cevap vermedi. Sadece uykusuz kalmış bir uzun yol şoförünün kanlanmış gözlerine benzeyen gözlerinin üzerindeki kalın kaşlarını yukarı kaldırarak ‘‘cık’’ dedi… Tebessüm ederek ‘‘hay hay efendim’’ deyip uzaklaştım oradan. Arkamı döndüğümde, ‘‘Hay hay efendim mi?’’ diye sordum kendime. Sonra ‘‘siktir ulan ordan’’ deyip güldüm kendime. Kendim de güldü kendine, rüzgâr da tam gülecek gibi oldu, kendim ona ters ters bakınca vazgeçti. Kendimle rüzgârın arasına hiç girmedim. Neme lazım arada kalıp kötü olmak istemedim.
Birkaç sokak, rüzgâr, kendim ve ben hiç konuşmadan yürüdük. Ortalığın sakinleşmesini bekledim, daha sonra rüzgâra: ‘‘ne olacak bizim bu ‘dam’ işi, biz bunu hiç hesaba katmamıştık’’ dedim. Rüzgâr böbürlenerek ‘‘…buraların kurallarını çok iyi bilirim, bugün Çarşamba, yani hafta içi, hafta içleri damsız alan yerler mutlaka çıkar, birkaç yere daha sor.’’ dedi. Dediği gibi yapmaya başladım, bir bar’ın kapısına daha yanaştım, yine kaşlar havaya kalktı. Birkaç kez daha bu can sıkan tekrarı yaşadıktan sonra, nihayet bir yerden tabi beyefendi buyurun cevabını aldım. Bayramda babasından yüklü harçlık koparmış bir çocuk gibi sevindim, ama hiç çaktırmadım. Zaten böyle olması gerekiyordu, zaten beni içeri buyur etmeliydiniz, der gibi bir tavır takındım. İçeri girdim. Yirmi beş yaşlarında uzun boylu bir afet dumanlı şarkılar söylüyordu.
Masaya oturdum, garsondan rakı ve yanında da uygun mezeler getirmesini istedim. Sadece yirmibeşlik afetin söylediği şarkılar değil, içerisi de epeyce dumanlıydı. Hava dumanlı, birbirine karışan ışıklar dumanlı, beyinler dumanlı, içeride ne varsa her şey dumanlıydı. Bu dumanlı ortamda biraz daha isyan etmeden beklersem ben de her an dumanlı olabilirdim. Bu durumdan tedirgin oldum. ‘‘Bu nedir yahu! Eğlenmeye mi geldik, ölü evine yas tutmaya mı’’ dedim rüzgâra… Rüzgâr ‘‘…birazdan canlanır hep böyle gitmez, biraz sabret ’’dedi ‘‘öyle olsun’’ dedim. İçkimden bir yudum aldım, bakışlarımı bardağın içine çevirdiğimde; tıpkı kış günlerindeki bir deniz gibi bardağın içinde dalgalanan içkide, annemin ölüsünü gördüm. İrkildim, tiksindim, bardağı var gücümle yere çarptım, paramparça ettim, sonra dağılan parçalarına, nefes nefese ağza alınmayacak küfürler ettim. Herkes bana bakıyordu nefes nefeseydim, müzik durmuştu farkında bile değildim. Bar’ın fedaisi yanıma yanaştı, ‘‘ne yaptığını sanıyorsun sen’’ dedi. ‘‘…Biz seni aklı başında bir şey sandık da aldık içeriye, yanında dam bile yoktu, söyle ulan! ne yaptığını sanıyorsun söyle! Kimin adamısın sen, kim gönderdi seni.’’
Rüzgâr gözlerini kıstı… ‘‘Al işte, efendi gibi oturup içmezsen böyle olur, ayıkla göreyim şimdi pirincin taşını’’ dedi. Tepemde, oturduğum masaya iki yumruğuyla yaslanıp destek alarak bekleyen çam yarması ve onun çatılmış bir çift kaşı hala sorduğu soruların cevaplarını bekliyorlardı. Ona ‘‘hiç halüsinasyon gördün mü?’’ dedim. ‘‘Ne diyorsun ulan sen’’ dedi ve hala sinirliydi. ‘‘Halüsinasyon’’ diye tekrarladım. ‘‘Yani olmayacak, yani neresinden bakarsan bak, bir türlü hayra yoramayacağım düşler gördün mü hiç?’’ dedim. ‘‘Çabuk hesabı ve zararı öde çık dışarıya’’ dedi. Hitap tarzı, içimdeki çok uzak bir ülkede, akşam güneşinin batışını izleyen savaşçıyı, güneşin batışını izlemeyi bıraktırıp, çok yakınlarımda bir yere getirdi, bıraktı ve gitti. Ben de aradan çekilmiştim artık, içimdeki savaşçıyı ve çatık kaşlı çam yarmasını çoktan baş başa bırakmıştım bile… Rüzgâr da ‘‘…en iyisini yaparsın! Bırak, bence de karışma ne halleri varsa görsünler’’ dedi. Ben de öyle yaptım.
Çam yarması hala başımdaydı ve çok sinirli olduğu nefes alıp verişindeki düzensizlikten açıkça belli oluyordu. ‘‘Hadi ulan kalksana kime diyorum ben.’’ Dedi. Çevre maslardaki ve sahnedeki afete küçük düşmemek için, bedeli her ne olursa olsun, içimdeki savaşçıdan da aldığım güçle, bu emre itaatsizlik yapmaya karar verdim. Ve takındığım yüksek özgüvenle,‘‘…henüz değil, birkaç içki daha içip öyle kalkacağım’’ dedim. Derin bir nefes çekti, başını yana doğru çevirip yüzünü şekliden şekile soktu. Daha sonra ilk önce bar’ın içindekilere göz gezdirdi sonra da kafasını bana çevirdi. ‘‘tamam, iç bakalım iç’’ diyerek sinirli ve tehdit eder bir şekilde kafasını salladı. Gözlerinde adeta bir yanardağ patlıyordu. Ardından arkasını dönüp merdivenlerden aşağıya, giriş kapısına doğru indi.
Gözden kaybolmuştu. Garson geldi, masanın üzerindeki cam kırıklarını sildi. Farkında olmadan annemin ölüsünü de, farkında olmadan bir damla gözyaşım masanın üzerine düştü. Sonra yeni bir kadeh içkiyi, dudaklarıma çok yakınlarında bir yere bırakıp gitti. Tekrar bardağın içindeki içkiye baktım, bu sefer kış günündeki bir deniz gibi dalgalanmıyordu. Sahnedeki afet de dumanlı şarkılar söylemekten vazgeçmişti. Işıklar da dumanlı değildi, gözler de. Her şey normale dönmüştü. Az önce sanki hiçbir şey olmamış gibi; kadınlar dolgun kalçalarını sallayarak erkeklerin başını döndüren isterik danslar yapmaya başlamışlardı. Erkekler bu durumdan hiçte şikâyetçi değillerdi. Kadınlar da, erkeklerin bu durumdan hiçte şikâyetçi olmamasından şikâyetçi değillerdi. Bu durumdan şikâyetçi olan tek bir kişi vardı o da bendim. Çünkü beş on dakika öncesine kadar bütün gözler benim üzerimdeydi ve sadece beş on dakika içinde, sallanan dolgun kalçaların cazibesine değişilmem epey ağırıma gitmişti. Bir an evvel yeni birşeyler yapıp, tekrar dikkatleri üzerime çekmeliydim. Birden peçetenin üzerine alakasız bir şarkının ismini yazıp, garsonla sahnedeki afete istek parçası olarak göndermek, şarkıyı okuyamadığında da ise yeni bir içki kadehini daha var gücümle yere vurarak öldürüp, dikkatleri tekrar üzerime çekmeyi planlamıştım.
Ve planımı kusursuz olarak hayata geçirmek üzere ilk adımımı attım. Ceketimin cebinden kalemimi çıkardım, içki kadehinin altındaki peçeteyi itina ile alıp, üzerine kendi yazdığım bir şiirin ismini yazdım. Garsonun eline üç beş kuruş sıkıştırarak istek parçası olarak gönderdim. Sahnedeki afet peçeteyi eline aldı ve şöyle bir göz ucuyla baktıktan sonra yeni doğmuş bir çocuğu cami avlusuna bırakır gibi bir kenara bıraktı. Söylediği şarkıya devam etti. Şayet bir kılıfına uydurup, hemen oracıkta gönderdiğim peçetedeki şiirin ismine uygun bir beste üretemezse, kıyametler kopacak ve ben de tekrar bütün dikkatleri üzerime çekmeyi başaracaktım. Bir ortamda bütün ilgiyi üzerimde yoğunlaştırmak, bir ilkokul öğrencisinin kendisine kırmızı kurdele taktırdığında duyduğu hazza eşitti.
Sahnedeki afet söylediği şarkının sonuna yaklaşmıştı. Tıpkı, müziğin büyülü nefesini içine çekerek delirmiş bir koro şefi gibi, hızlı şekilde tuhaf el kol hareketleri yaparak, orkestraya son notalarını basmaları için komutlar veriyordu. Orkestra üyeleri de komuta uyarak, bütün enstrümanları birden devreye sokup, yüzlerce çıngıraklı yılanın bir araya gelip ancak çıkarabileceği sese benzer bir ses çıkararak şarkıyı sonlandırmıştı. Sıra benim imkânsızlık kadar imkânsız istek şarkıma gelmişti. Afet yerdeki pet şişeyi alıp, bir yudum su içti. Orkestraya yeniden tuhaf el kol hareketleri çekti. Ve yeni bir şarkıya giriş yaptı. Ama bu benim istediğim şarkı değildi. Bana doğru hiç dönüp bakmıyordu bile. Beklediğim güneş bütün heybetiyle doğmuştu. Şimdi bardağı var gücümle yerde öldürüp, tekrar bütün ilgiyi üzerime çekebilirdim. Şarkının nabzının düştüğü bir anda yerimden, tam otomatik bir tüfeğin namlusundan çıkmış bir fişek gibi fırladım ve içki kadehini var gücümle yere vurdum. Bu sefer kırılan kadehin parçalarına küfür etmedim. Müzik yine durdu. İsterikçe sallanıp pabucumu dama atan dolgun kalçalar da durdu. İsterikçe sallanan dolgun kalçaların cazibesine kapılmış erkeklerin dönen başları da durdu. Tekrar bütün bakışlar benim üzerimdeydi, tekrar içimde havai fişekler patlıyordu. Egom, ilk mastürbasyonunu yapmış bir çocuk gibi zevkin ve tatminin doruklarındaydı.
Bar’ın içindeki müşterilerin gözleri faltaşı gibi açıldı. Haliyle bar çalışanlarının da. İçeriden çıkan bir kişi ile ilk kadeh kırmamda bana musallat olarak tehdit edip bar’ın giriş kapısına inen çam yarması hızla gelerek üzerime çullandılar. Garsonlarında gelmesiyle nefes alamayacak duruma gelmiştim. Tam dört kişi olmuşlardı ve beni karga tulumba tutarak bar’ın merdivenlerinden aşağıya indirdiler. Garsonlar ayrılıp tekrar yukarı çıktılar. Biri fena halde papaz olduğum olmak üzere, iki fedaiyle başbaşaydım. Birinci kadehi kırdığımda takıştığım yarma; ilk önce avucunun içini yumruk yaparak suratıma sonrada diğer pençesiyle ense köküme hatırı sayılır bir yumruk patlattı. Daha sonra da kaba tarafıma o koca ayağının tabanıyla, okkalı bir küfür ettikten sonra tekme attı. Ve beni bar’ın kapısından dışarı fırlattı. Bu sahneyi hep türk filmlerinde görürdüm kaderde yaşamak da varmış dedim.
Ayağa kalkmak için, yerde tıpkı sırtüstü çevirilmiş bir böcek gibi debeleniyordum. Tahminen otuz beş yaşlarında olan yarma, pis pis sırıtarak bana bakıyordu. ‘Çok mu komik’ diyerek birazdan edeceğim küfürler için zemin hazırladım. Kafaya koymuştum, annesinden başlayıp en uzak akrabasına kadar bütün soyağacının kulaklarını çınlatacaktım.
Düştüğüm ıslak zeminin üzerinde ilk önce yüzüstü döndüm. Daha sonra avuçlarımı yere dayayarak ağır ağır doğruldum. Ayağa kalktım, üstümü başımı, ufak çaplı kanamaların başgösterdiği sızlayan avuçlarımla silkeleyerek temizlemeye çalıştım. Ve doğrularak, hala beni o pis bakışlarıyla kirleten çam yarmasına doğru kafamı çevirdim. O koca cüssesiyle bar’ın giriş kapısının tamamını kaplıyordu. Göz göze geldik, ağzımdan tükürükler saça saça yedi sülalesini bir güzel bedavaya kalayladım. Sinirlendi ‘‘ulan seni var ya’’ diye bağırmasıyla kaçmaya başladım. Aramızda beş metrelik bir mesafe vardı. Arkamdan ettiğim küfürleri iade ederek koşa koşa geliyordu. Daracık bir sokaktı ve sonu görünmüyordu. Yakalanıp tekrar dayak yersem, bu sefer düştüğüm yerden sabaha kadar kalkamayacak duruma gelebilirdim. Bu düşüncenin etkisiyle olimpiyatlarda koşan bir atlet gibi bedenimin sınırlarını zorluyordum. Yaklaşık yüz metre kadar koştuk, fark açılmıştı ve hemen hemen on metreye çıkmıştı. Ama hala beni yakalayıp, tekrar hırpalamak fikrinden zerre kadar vazgeçmemişti. Nefes nefese ve bastığı yerleri sarsa sarsa koşmaya devam ediyordu.
Birden aklıma az önce yediğim yumrukların intikamını almak geldi. Arkama dönüp vaziyeti gözden geçirdim. Şayet böyle devam edersek, fark giderek açılacak ve mutlaka bir yerden sonra pes edip peşimden koşmayı bırakacaktı. Ama benim yaptığım son plana göre bunun böyle olmaması gerekiyordu. Yüz metre öteden bu orman kaçkının gözüne aynaya baktığında hayatı boyunca beni hatırlayacağı izler bırakacak, sağlam bir yumruk atamazdım. Bu yüzden adımlarımı yavaşlattım. Aramızdaki mesafeyi kapatmasına fırsat verip, hantal fiziğinden yararlanarak, tam gözünün üstüne okkalı bir yumruk patlatacaktım. Adımlarımın yavaşladığını görünce iyice şevke geldi, kollarını aynı bir goril gibi sallayarak hızını arttırdı. O koca gövdesinin üzerindeki tavuk kafasına benzeyen kafasının içinde, kalıbımı basarım ki, bir nohut tanesine eş hacimde bir beyin taşıyordu. Ve bu hacimsiz beyniyle az sonra başına geleceklerin küçük bir kısmını bile tahmin edemezdi. Fark iyice kapanmıştı derin nefesler çekerek gücümü topladım. Aramızda beş metrelik bir mesafe kalınca, aniden dönüp, üzerine hızla koşarak sıçrayıp tam gözünün üstüne itinalı bir imzamı atacaktım. Son bir kez daha arkama dönüp kontrol ettim. İstediğim mesafeye yakalamama birkaç adım kalmıştı, iyice yavaşladım ve ansızın arkamı dönerek hızla üzerine doğru koştum, yumruğum istem dışı olarak çoktan kendini sıkmıştı bile, olduğum yerden sıçradım ve tam gözünün üstüne lunaparklardaki güç toplarına asılır gibi vargücümle vurdum. Vargücümle vurduğumu iki avucuyla gözünü tutarak böğürmesinden anladım. Hiç zaman kaybetmeden tekrar arkamı dönüp kaçmaya başaldım. Bu sefer peşimden koşmuyordu. Tek eli gözündeydi, tek elini de bana doğru sallayarak, yaratıcılıktan çok uzak klişeleşmiş küfürler ediyordu. Bense erkekliğin yüzde doksanlık bölümünü icra ediyordum. Kaçıyordum. Ruhumda inanılmaz ferahlatıcı rüzgârlar esiyordu. Yüzümü tebessümler kuşatmıştı. Yediğim dayağın öcünü fazlasıyla almıştım. Ama elim tıpkı kırılmış bir pencere camı gibiydi. Parmaklarımı hissetmiyordum ve fena halde sızlıyorlardı. İşe iyi tarafından baktım, yumruğu vuran elim bile bu haldeyse, var düşün adamın gözünün ne halde olduğunu, muhtemelen varoş mahalle aralarında kurulan Çarşamba pazarlarına dönmüştür dedim. Sızlayan elimi isyanını susturup tekrar sevindim.
Buralarda daha fazla zaman geçirmemem gerekliydi. Kendimi ilk gelen otobüse, nereye gittiğine bile bakmadan apar topar attım. Şoför bana, ‘bir sen eksiktin’ der gibi baktı. Ben de şoföre ‘ha siktir ordan’ der gibi baktım. Vakit neredeyse gece olmak üzereydi. Otobüsün içinde birkaç kişi haricinde kimse yoktu. Şoför şehrin boş yollarında otobüsün motorunu böğürte böğürte hiç gaz kesmeden müthiş bir süratle gidiyordu. O hurda yığınıyla o sürati yapmasını, az önce ha siktir ordan derken yaptığım gibi, yine içimden tebrik ettim. Yol kenarındaki sokak lambalarını bir bir geçiyorduk. Muazzam bir görüntüydü. Her bir nefes alışımda bir sokak lambasını ve her bir nefes verişimde yeni bir sokak lambasını geride bırakıyorduk. Adeta hızlandırılmış bir şekilde şehrin ırzına geçiyorduk. Tam boşalacak gibi olmuştum ki kendimi toparladım. Artık tehlikeli sınırlardan iyice uzaklaşmıştım. Bu alakasız otobüsten inip, evimin olduğu semte giden otobüse binmem gerekiyordu. Durağa geldiğimizde apar topar kendimi aşağıya attım. Neden her seferinde kendimi apar topar attığım hakkında kendimi sorguladım. Hâlbuki bu sefer kötü bir şey de yaşamamıştım. Yunanlıların elinden alınmış koca bir şehrin ırzına bile geçmiştim. Bütün bunları söyleyerek, daha ne istiyorsun? Diye sordum kendime. Cevap vermedi. Ben de üstelemedim. Verseydi şaşardım zaten.
Kendime, cevabı gelmeyecek sorular sormaktan vazgeçtim. Ve kendimi evimin semtine giden otobüse attım. Bu da bomboştu. İçeride muhtemelen ineceği durağı çoktan geçmiş ve son durağa kadar gideceği kesin olan, sızıp kalmış sarhoş bir adamdan başka kimse yoktu. Seyrimize başladık ama bir önceki yolculuğumdan çok farklı bir yolculuk oluyordu. Ne otobüse binerken şoför bana ‘bir sen eksiktin’ der gibi bakmıştı, ne de ben o’nun o bakışına ‘‘ha siktir ordan’’ der gibi bakarak cevap vermiştim. Üstelik sürdüğü araç da diğerinin kullandığına göre çok daha yeni olmasına rağmen çok daha yavaş gidiyordu. Daralmaya başlamıştım. Sokak lambaları bitmiyor, sanki bu sefer bütün şehir benim ırzıma geçiyordu. Gömleğimin düğmelerini çözüp biraz ferahlamaya çalışırken, zaten her şey karşılıklı değil midir diye söylendim kendime. Acayip sıkılmıştım, neredeyse şoföre ‘hadi kardeşim hadi be! biraz daha hızlı kullansana şunu’ diyesim geldi. ‘Şoförle konuşmak yasaktır!’ ve ‘şehir içi azami hız 50 km’dir’ yazan uyarı levhalarını görünce vazgeçtim. Biraz bekledikten sonra dayanamadım ve ‘‘bari 50 ile git be kardeşim’’ diye bağırdım şoföre.
Bağırmamla beraber sarhoş sanki uyanır gibi oldu ama uyanmadı. Gök gürledi uyanmadı. Yağmur yağdı uyanmadı. Kapılar açıldı, kapılar kapandı, uyanmadı. İnenler binenler oldu uyanmadı. Gülenler ağlayanlar oldu uyanmadı. Doğanlar ölenler oldu bana mısın dedi uyanmadı. Otobüsten tam inecektim ki uyandı. Kanlı gözleriyle bana bakarak; ‘‘…ben hep bu otobüsteyim ve hep zil zurna sarhoşum ve her kavgada uyanır gibi olurum ama asla uyanmam… Hatta gök gürler, yağmur yağar, kapılar açılır, kapılar kapanır, uyanmam. İnenler binenler, gülenler ağlayanlar, doğanlar ölenler olur ama ben asla uyanmam. Bahçeler büyütürüm uluorta düşlerimde ve çingenelerin yüzü gibi esmerdir gökyüzü ama hava sıcaktır yaşadığımı hissederim. Ülkeler kurarım ayaküstü uykularımda. Saltanatlar yıkarım. Sonra ateşler yakıp şiirler çalarım yalazından. Aşklar yaşarım, yanılgılar denizinde boğulup, tekrar tekrar doğarım. Koca adamımıdır ama hala annemden korkarım, gizli gizli tütün sararım. Tek bir damla içki bile içmem ama böyle her otobüsün bir köşesinde sızıp kalırım. Ben hep bu otobüsteyim dahası bindiğin her otobüsteyim ve hep zil zurna sarhoşum’’ dedi. Tekrar kafasını cama yasladı ve tekrar sızdı. Kapı açıldı ve otobüsten aşağıya indim.
Yüz metrelik bir yürüyüşün ardından evime geldim. Kapıyı açtım ve bu yorucu günü bir an önce sonlandırmak için uyumaya karar verdim. Hiçbir şey yapmadan dosdoğru kendimi yatağa attım. Elim hala sızlıyordu. Sadece elim mi? bütün uzuvlarım isyan bayrakları açmıştı. Tıpkı halkını yönetemeyen hükümetler gibiydim. Her yerimden isyanlar yükseliyordu. Bense tıpkı o hükümetler gibi hiç oralıklı bile olmuyordum. Canhıraş ağrılar içinde gözlerimi kapadım. Yaşadıklarım bir bir gözlerimin önünden geçiyordu. Yorgun olmasam neredeyse ağlayacaktım. Uyku ile uyanıklık arası o tuhaf âlemde çıplak ayaklarla geziyordum. Uçsuz bucaksız bir karanlık vardı beynimin içinde ve o karanlıktan ısrarla zayıf bir ışık yükseliyordu. Birden birşeyler görmeye başladım. Sanki çok eski bir zamandı ve akşamüzeriydi. Dört kişiden oluşan bir grup çocuk, bir lunaparkın güç topunu yumrukluyorlardı. Ve içlerinden bir tanesi en şiddetli yumruğu attığından olsa gerek kasım kasım kasılıyordu. Birden yarı uyanık halden irkilerek gözlerimi açtım. Bilinçaltım da heyecanlandı ve hızlı bir şekilde çok eski günleri bir bir günyüzüne çıkardı. O çocuk bendim. Yıllar önce okul arkadaşlarımla ders çıkışlarında okulumuzun hemen karşısındaki lunaparka giderdik ve her zaman güç topunun canını en çok yakan ben olurdum. Bu da bana arkadaşlarımın arasında inanılmaz bir saygınlık kazandırdı. Kendimi iyi ve mutlu hissederdim, şimdiki gibi değildim yani. Evet, uzun zamandır mutsuzdum ve kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Hele o güç topunu yumrukladıktan sonra, hava kararınca lunaparkın içinde gezerken, ışıkların sistemli bir şeklide yanması, bende müthiş bi haz yaratıyordu. Yıllar sonra kötü bir gün geçirdikten ve yeterince mutsuzken, böyle şeyleri görmemin bir anlamı olsa gerek diye düşündüm. Karar verdim, yarın akşama doğru çocukluk günlerimde gittiğim o lunaparka yıllar sonra yeniden gidecektim. Gözlerimi kapadım ve kendimi usulca bir suya bırakır gibi uykuya bıraktım.
Uyandığımda ağrılarım az da olsa hafiflemişti. Henüz akşam olmasına vakit vardı. Biraz evde oyalanıp vakit geçirdikten sonra saçlarımı tarayıp en güzel elbiselerimi giyerek dışarıya çıktım. Havanın kararmasına epey vakit vardı. Işıklar yanmadan yetişebilirdim. Otobüse atladım ve yolculuğa başladım. Otobüs anacaddeye indiğinde gıdım gıdım yol almaya başladı. Yoldaki bir kaza yüzünden trafik sıkışmıştı. Bu da benim ışıkların yanış anında orda olmamı engellemeye fazlasıyla yetip de artardı. Bir tır kavşakta, bir binek otomobilin üzerine çıkmıştı. Ve her zaman orada benzer kazalar oluyordu. Kazanın olduğu yeri geçmemizle hızımız artmıştı. Zaman da daralmıştı. Bir süre gittikten sonra ineceğim durağa gelmiştik. Hızla indim otobüsten koşa koşa karşıya geçerek, lunaparkın kapısından içeriye daldım. Işıklar henüz yanmamıştı. Güç topunun olduğu yere gittim ve bir bilet aldım. Gişedeki kadın alaycı bir şeklide gülümseyerek bileti kesti. Bileti aldıktan sonra tıpkı avına yaklaşan bir aslan gibi, temkinli adımlarla güç topuna doğru iyice yanaştım, kısık bir sesle… ‘‘beni hatırladın mı?’’ diye sordum. Korktuğundan olacak ki, güç topu’nun ağzını bıçak açmıyordu. Cevap vermedi. Gişedeki kadın meraklı gözlerle beni izliyordu. Yumruğumu sıktım, üzerine tükürdükten sonra iyice bir gerilip, yaradana sığınarak bütün gücümle vurdum. İbre çıkabileceği en yüksek noktaya kadar çıkmıştı. Kasım kasım kasılarak güç topunun yanından ağır adımlarla ayrıldım.
İçeride dolaşmaya başladım. Güneş iyiden iyiye iflas bayrağını çekmişti. Işıklar her an yanabilirdi. Orta yerde dikilip beklemeye başladım. Bütün oyuncaklar boştu. Atlıkarınca, dönme dolap, Japon kızın eteği, elektrikli tren, hepsi boştu. Zamane çocukları, bilgisayar başında birbirlerini kurşuna dizmekle meşguldürler diye düşündüm. Ben orta yerde dikilip bunları düşünürken yanıma genç bir adam yanaştı. Bozuk konuşmasıyla ‘‘hemşerim ne bekliyorsun burada’’ dedi. ‘‘ışıkları’’ diye cevap verdim. ‘‘Ne ışığı hemşerim, ben buranın görevlisiyim, işin yoksa çık dışarı’’ dedi. ‘‘İşim var ki bekliyorum’’diye cevapladım. Ama tatmin olmadı, yanıma iyice yanaşarak ‘‘yahu gardaş, deli misin nesin sen, ne ışığı!’’diyerek kolumdan çekiştirdi. Silkelenerek elini üzerimden attım. Daha ileriye gitmedi, yaşlı olan diğer görevlinin yanına doğru gitti. O, diğer görevlinin yanına giderken, diğer görevli o’na ‘‘neyi bekliyormuş’’ diye sordu. ‘‘Ne bileyim abi, manyak mıdır nedir anlamadım. Işıkları bekliyorum diyor.’’ ‘‘Dur bakalım biraz bekleyelim gitmezse polise haber veririz’’ dedi yaşlı olan görevli.
Bütün bu konuşulanları duyuyordum ve hiçbirisi zerre kadar umurumda değildi. Hava artık tamamen karamıştı ve şehrin bütün ışıkları yanmıştı, ama lunaparkın ışıkları hala yanmamıştı. Sabırla beklemeye devam ettim. ‘Sonuçta özel bir kuruluş burası şehrin ışıklarından sonra yanması gayet normal’ dedim. Hala gözlerini dikmiş, pürdikkat bana bakıp birbirleriyle konuşuyorlardı. Yanlarına elinde sopayla bir adam daha gelmişti. Böylesi durumlara fazlasıyla alışık olduğumdan hiç tedirgin olmadım. Her türlü kavga ve çatışmayı, adrenalin yükselten bir olay olarak değerlendiriyordum. Adrenalin yükselmesi de bana yaşadığımı hissettiriyordu. Muhtemelen onlarda yaşadıklarını hissetmekten hoşlanıyor olacaklar ki, sopalara sarılıp tetikte beklemeye başlamışlardı. Ama üçe karşı birdim. Bu ilk değerlendirmede bir dezavantaj gibi görünse de, hiç de öyle değildi. Çünkü onların gözünde deli olan bendim, yani ne yapacağı hiç belli olmayan yani patlayacak bomba olan bendim. Bu da beni üçe karşı bir olmama rağmen kafadan bir-sıfır öne geçiriyordu. Diye bu tuhaf hesapları yaparken ben, ilk ışık tıpkı göz kırpar gibi titreyerek kendini yaktı. Daha sonra; tıpkı eski günlerdeki gibi saat yönünde bütün ışıklar göz kırptıktan sonra titreye titreye kendilerini yaktılar. Yıllar sonra tekrar mutlu oluyordum. İçimde büyük patlamalar oluyordu. Yeni evrenler, yeni evrenlerde yeni güneş sistemleri, yeni güneş sistemlerinde yeni gezegenler var oluyordu. Yeni gezegenlerde de yepyeni ülkeler kuruluyordu. Yeni doğmuş bir çocuk gibi huzurluydum ve her şey yeniydi, yepyeniydi. Amacıma ulaşmış, göreceğimi görmüştüm. Artık gitme vaktim gelmişti, arkamı döndüm ve ellerinde sopalarla beni bekleyen lunapark görevlilerine elimi sallayıp iyi akşamlar diyerek, kapıdan çıktım. ‘‘Mutluluk nedir’’ dedim kendi kendime. ‘‘Saat yönünde göz kırptıktan sonra titreye titreye kendini yakıp, karanlığı aydınlatan lunapark ışıklarıdır’’diye cevap verdi kendim. Bravo deyip alkışladım kendimi. Bu cümlenin üzerine başka cümle kurmak anlamsız olur artık deyip bu öyküye son noktayı koymaya karar verdim.
Mutluluk: ‘‘…Saat yönünde, göz kırptıktan sonra titreye titreye kendini yakıp, karanlığı aydınlatan lunapark ışıklarıdır…’’
mehmet akif çetinkaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.