Hırs ve Öfke Kurbanları (4)
Çekememezlik ve hırslarının kurbanı olanlar
Aklımda yer tutan ama ismini hatırlayamadığım bir düşünürün şu sözü birçok şeyi anlatma bakımından önemlidir;
“ Bir çocuğa bir elma verdiğinizde sevinir, ikinci bir elma verirseniz daha da sevinir. Üçüncü elmayı verdiğinizde birini düşürür ve ağlamaya başlar ”
Kısaca insanoğlunu hırs yönetirse böyle olur; Elindekilere sevinmeyi bırakır, elde edemediklerine ağlamaya başlar.
Çevresindekilerin sahip oldukları ona batar, rahatsız eder, daha fazlasını elde edebilmek için gece gündüz kendisinde huzur bırakmaz.
İhtiyaçlarının ne olduğunu bile düşünemez hale gelir.
Onun için dostluk, vefa gibi kavramlar çok yabancıdır çünkü bunlar hırsın düşmanıdır.
Hz Musa tur dağına giderken yolda elbiseleri olmadığı için kendisini kuma gömmüş fakir bir adamla karşılaşır. Adam ona;
“-Biliyorum rabbinle konuşmaya gidiyorsun. Benim halimi de ona anlatsan, bana bir elbise ve imkan verse de halimi düzetsem olmaz mı” der.
Musa görüşme sonunda;
“-Sana malum yolda böyle biriyle karşılaştım” dediğinde Allah Musa’ya;
“- Ya Musa, söyle o kuluma, onun bir komşusu var, o komşusu için ne isterse ona iki tane vereyim ” der.
Geri dönüşte Musa duyduğu sözleri adama anlattığında adam;
“- Aman istemem, istemem ben böyle kalmaya razıyım ” der.
Bu kıssa, hırs ve çekememezliğin insanları ne hale getirdiğini çok güzel özetlemektedir.
Temel İdris’e sorar;
“-Söyle bakalım kadınların en çok istedikleri şey nedir?”
İdris;
“-Çok güzel olmak isterler.”
Temel;
“-Bilemedin, diğerlerinin çirkin olmalarını isterler” der.
Fıkra belki kadınlar için yazıldığından göze hoş gelmeyebilir. Aslında kadın-erkek herkesi anlatmaktadır.
Öfkelerinin kurbanı olanlar
Bir arkadaşım bir gün büyük bir heyecanla trafikte şahit olduğu ve yaşadığı bir olayı anlatıyordu. Basit bir sebepten dolayı, her zaman olduğu gibi, iki araba arasında basit bir gerilim yaşanmış. Arabanın birinden inen birkaç kişi, birinin elinde de bir bıçak olmak üzere, sanki diğer arabadakini öldürmek için üzerine gidiyorlarmış.
Arkadaşım, durumun çok kötüye gittiğini, nasıl müdahale ettiğini anlayamadığını, karışmasaymış adamı öldürebileceklerini saldıranların şuursuz ve çok öfkeli olduklarını anlattı.
Araya girmeye çalışırken kendisine de saldırmaya çalıştıklarını ama esas oğlan rolündeki kişinin koluna girerek ona bir soru sormak istediğini, ondan sonra da karışmayacağını söylediğini ve peşinden isterseniz öldürün dediğinden bahsetti.
Dikkati üzerine toplamayı başardığında dövmek üzere giden kişiye;
“- Yarın size mahkemede hakim, veya hapishaneye ziyaretine gelen annen-baban oğlum ne için bu adamı öldürdün, diye sorduğunda anlatabileceğin bir cevabın var mı? ”
Aslında bu soru her şeyi bitirmişti, birkaç saniye içinde saldırganın kilitli mantığını açmış, aklını başına getirmişti.
İnsanlar, düşünce kanalları kilitlenip, mantıkları tatile çıktığında yapmayacakları iş yoktur. Öfke ise, mantığın tatile gönderilmesinde baş aktör olarak rol alır.
Kendilerine geldiklerinde ise o işi nasıl yaptıklarını düşünürler.
İşte bu anlarda mantıklarını tatilden çağırabilecek, onlara ne yaptıklarını o an için sorgulatacak şok sözlere, uyarıcılara ihtiyaç vardır.
O uyarıcı, şok edici sözlerde gizli enerji kelimelerde gibi görünür, ancak, gerçekte o enerji kelimelerin döküldüğü kişilerin yüreklerinde gizlidir.
Her gün trafikte yaşadıklarımızı düşünürsek, çevremizi ve kendimizi izlersek, tahammülsüzlüğün insanların başına neler getirdiğini rahatlıkla görebiliriz.
Daha yeşil yanmadan öndeki arabaya korna çalan ile, korna çalınanın birbirlerine bakışlarını görebilirseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.
Bir önceki ışıkta öndekine korna çalarak küfür eden kişi, bir sonraki ışıkta kendisine korna çalana küfür etmektedir.
Yani, küfür eden biz, edilen yine biz, gel de gülümseme!
Söz trafikten açılmışken, trafik canavarlığımıza engel olabilecek güzel bir hikaye anlatmak gerekir;
Günlerden bir gün adamın biri işinden geç çıkar ve evine çocuklarına yetişebilmek için arabasını büyük bir hızla kullanır.
“2-3 haftadır eve geç kaldığını, çocukları uyumadan göremediğini ve onları çok özlediğini düşünmektedir.”
Yolda radara girdiğini fark ettiğinde çok geç kalmıştır. Arabasını kenara çekerek düşünmeye başlar.
Üst üste radara yakalandığı için ceza puanının arttığını ve ehliyetine el konulabileceğinden endişe eder.
Ne yapıp bundan kurtulması gerektiğini düşünürken karşıdaki polisin tanıdık olduğunu görür ve gülümseyerek arabadan çıkar.
Arkadaşına, yaklaşık bir aydır çocuklarını uyumadan önce göremediğini, onları öpüp koklayamadığını, özlediğini ve bu yüzden hızlı gittiğini, kendisini affetmesi gerektiğini söyler. Arkadaşı ise asık bir yüzle ona;
“-Çabuk arabaya gir ve fazla konuşma” der.
Bu karşılığı hiç beklemediğinden şaşıran adam arabaya girer ve büyük bir pişmanlıkla keşke söylemeseydim diye düşünür.
O bunları düşünürken arkadaşı da arabanın dışında birşeyler yazmaktadır.
Bir süre sonra polis arabanın camını tıklatarak kağıdı uzatır. Adam kağıdı aldığında çok şaşırır çünkü aldığı ceza makbuzu değil not yazılı bir kağıttır. Arkadaşı nota şunları yazmıştır;
“Sevgili dostum, Bundan 3-4 yıl kadar önceydi. Senin gibi çocuklarını özlemiş bir baba hızla giderken benim küçük oğlumu ezdi ve öldürdü. Birkaç yıl içinde serbest kaldı ve şimdi o kendi çocuklarını öpüp okşayabiliyor.
Ben ise oğlumu sevebilmek, öpebilmek için ölüp cennete gideceğim günü bekliyorum. Şu anda 2 yaşında bir kızım var, lütfen onu bana bağışlar mısın?”
Tenkide açık olmak
Kendinizi izleme fırsatı bulabilirseniz, ya da akşamları sakin bir ortamda oturduktan sonra o gün yaşadıklarınızı değerlendirme şansına sahipseniz, kendinizle ve yanlışlarınızla ilgili çok şey bulabilirsiniz.
Aslında hepimiz her gün, istemeyerek ve farkında olmadan, bize yakışmadı diyebileceğimiz çok şey yapıyoruz.
Bizi yargılayan bir söz gelmeye başladığında ise daha ne dediğini anlamadan savunmaya geçiyoruz.
Ancak, bu tür yargılamaların kimlerden geldiğine mi tepki gösteriyoruz, yoksa söylenenlere mi? Hiç düşünmüyoruz?
Sevdiklerimizin söyledikleri çoğu zaman bizi etkilemezken, sevmediğimiz bir insanın daha hafif sözü niçin batar bize?
Hepimiz her gün demokratlığımızdan ve tenkite açık olduğumuzdan söz ederiz. Ancak biri gelip de hiç demokrat değilsin ya da tenkit kabul etmiyorsun dediğinde aniden tepki koyarız;
“- Hayır, sana öyle geliyor. Ben demokratım, tenkite açığım! ” deriz.
Aslında bu sözü söylediğimiz an, hem demokrat olmadığımızı, hem de tenkite kapalı olduğumuzu kendimiz ortaya koyuyoruz.
“ İnsanlar kendilerinde ne noksansa hep onu söyler, onu görürmüş. ”
“Çok sık demokratlığını dile getirenler bu nedenle gerçekte demokrat olmayanlar, yalan söylemediklerini hatırlatanlar da hep yalan söyleyenler olurmuş” derler.
Şimdi, biri sizi tenkit ettiği zaman aşağıdaki iki davranıştan hangisini sergilediğinizi düşünün;
1-Karşıdaki daha sözünü bitirmeden ona karşı “Hayır” ile başlayan görüşünüzü hemen söyleyip kızıyor musunuz?
2-Karşıdaki fikrini söyledikten sonra “Evet bazen olabilir, ama genelde değilim.” şeklinde sakin mi karşılıyorsunuz?
Eğer birincisi diyorsanız, ayna karşısında oturup kendinizi görmeye çalışın.
İkincisi diyorsanız, insanlarla iletişiminizin yüksek olduğunu ve çevrenizde size saygılı insanların olduğunu söyleyebilirim.
Güzel sözler;
Kendini görenin aynaya ihtiyacı olmaz, göremeyene ise ayna kar etmez.
Başkalarını kınamak
Günümüzde hepimizin en yaygın olarak yaptığı işlerin başında gelir ayıplamak ve kınamak.
Hatta öyle olur ki, kendi işlerimize ayırdığımız vakitten daha çok, başkalarını kınamakla geçiririz günümüzü.
Caddede, sokakta, kahvehanede, pastanede, işyerinde, okulda velhasıl her yerde aynı türden sohbetler yapılır.
Akşama kadar her birimiz başbakan oluruz, cumhurbaşkanı oluruz, bakan, milletvekili oluruz, kafamız kime bozulmuş ise o oluruz.
Onlarda beğenmediğimiz şeyleri hep tekrarlar dururuz. Bu arada boşa geçen vakti ve kendi yapmadıklarımızı ise asla düşünmeyiz.
Hanım toplantılarının temel konusu da budur; kınamak. Ama kendimize bakamayız, ben bugün neyi eksik yaptım, nerede hatalı davrandım diye soramayız bir türlü.
Hatta kınadığımız şeylerin ne denli başımıza geldiğini de hiç düşünmeyiz. Kuran’da “kınadığınız şeyleri yaşamadıkça can veremezsiniz” şeklinde bir ayetin olduğunu hiç işittik mi acaba?
Bütün bunlara rağmen yemek yemek gibi bir alışkanıktır kınama ve devam eder dururuz, hayatımızın bir parçası gibi. Oysa, “Başkalarının noksanlıklarını konuşmakla geçirdiğimiz vaktin en az yarısını memleketimiz ve kendimiz için harcayabilseydik” bu halde olmazdık diye düşünüyorum.
İnsanlar kendi kapılarının önünü temizleyebilselerdi bütün şehir tertemiz olur, şehrin pisliğinden konuşmaya da gerek kalmazdı.
Herhangi bir kuruluşta kuyrukta bekleyen insanlar varken, tanıdık biri vasıtasıyla diğer insanların haklarını yiyen birinin toplumdaki değer yargılarından söz etmeye hakkı var mı sizce?
Adını uyanıklık ya da gözü açıklık koyduğumuz nice işlerde başkalarının haklarını yediğimizi hiç düşünüyor muyuz?
Trafikte, hastanede, her yerde, bir şeyi daha önce elde etmek uğruna verdiğimiz kayıpların hesabını yapanlar oldu mu hiç?
Her gün kimleri kınarız? Sevdiklerimizi mi, sevmediklerimizi mi?
Sevdiklerimizin hataları gözümüze batar mı? Sevmediklerimizin diğerinden çok daha küçük hataları mı bizi rahatsız eder yoksa?
Bir anne bütün çocukların hatalarından rahatsız olur da kendi çocuklarının hataları neden onu rahatsız etmez?
Mevlana; “Lokantada size çorba getiren garsonun parmağının çorbaya deydiğini görseniz mideniz bulanır ama parmağınızdaki apseyi, yarayı yalasanız da mideniz bulanmaz” derken bu konuşulanları mı kastetti, bize bizi göstermek mi istedi acaba?
Almuti
Devam edecek....
Gelecek konu “İnsana kendinden daha fazla eziyet eden var mı? ” hakkında