DÜĞÜN
Cesareti olsaydı gencin, gideceği ilk yer, harbe en yakın ırgat evleri olurdu. Güven verseydi, masallarında anlattığı bir kent kızı, ardına bırakıp da her şeyini, düşerdi peşinden. Kaptan kıyardı nikâhlarını. Şahitler zikrederken Allah’ı; ya yemyeşil ağaçlar, masmavi gökyüzü ya da en duru bakışlı denizler olmalıydı.
Kız için bir hayal kırıklığıydı, hikâyeyi yarım bırakıp, dudaklarından düşen kelimeleri toplayamayışı. Ona sahip çıkamayışı.
Ne gidecek “yürek” vardı ortada ne de varılacak bir savaş meydanı. Tam ortasında kaldı, yolun. Adımını geri çekse düşecek çünkü atılan her adım zamana eş. Her saniye yaşandıkça geride kalıyor ve ilerledikçe tik taklar, unutulmaz bir harabeye çeviriyordu kendini.
Mutluluklar akıyordu ya saatler önce gözlerinden, ışıl ışıl. Pırıltısında yıkanmak isteyen sönük mumlar sıraya girmiş; “_bir damla da bana” diyerek, hem dileniyor hem de diretiyorlardı. Uzun sürmedi, bu huzur havuzunda yüzmesi. Şimdi parmaklarının arasına kenetlenen birkaç zerre, büyüdükçe sarıyordu bedenini. Üşüyordu. Dizlerini birleştirip kollarıyla sardı, başını da üzerine dayadı. Saatlerce boş boş baktı, uzayan yola. Arkasındakiler ve önündekiler. Umurunda değildi artık. Neyi tercih edeceği hiç sorulmamıştı ki. Büyük, çok büyük bir hayal kırıklığıydı genç, kızın akamayan gözlerinde. Nasıl katlettiyse ruhunu, şimdi bedeninin de katili olmak üzereydi. Üstelik yokluğunda bile varlığını aksettirmeden.
Ayağa kalktı, kararan gözlerine aldırmadan. Bir saniyeyi daha kemirmişti zaman. Ruhunun zincirlerinden yorgun düşen hücreler, terk ettikçe bedenini, topallıyordu. Hani “_hiç olmaz” dediği büyük sözleri, öç mü alıyordu? Söz vermişti ya kendine, sevmeyecekti! Körce bakmayacaktı, gerçek olmayacağını bildiği düşlere.
Sevdi…
Cesareti olmasa da gencin gitmeye, kız, düştü peşine. Dizdiği kelimelerin izinde yürümek zor geldi, ıslahı ona ait olsa da. Hikâyesi öyle gerçekçiydi ki, hakikatiyle hep var sandı. Olacağına inandı.
Kızın ayak parmakları uyuşmaya başladı. Adım atmaya çalıştıkça, derisinin yüzüne, damarlarının yeşili-moru çıkıyordu. Sarmaşık gibi dolanıyordu bacakları.
Bir düğün var yeryüzünde. Beklenen, o kıpır kıpır oyalayıcı müzikler değil de merasim senfonisi dizilmiş meydana. Ne gelinlik giyen bir gelin, ne damatlığıyla bir damat! Ne de nikâh kıyacak bir kaptan! Şahitler hazır; yemyeşil ağaçlar, kızıl bir gök ve en duru görünüşüyle, vanasının ağzını açan deniz, tüm bedenini saklayacak ayrı bir gezegen.
Ya umutlar?
Narin bedenine bir perde çekti, çakıllar. İnce hastalık ve soğuğun, beyaz eldivenleriyle son dokunuşu gideremedi, gözlerindeki yas’ı.
Bu sevda harabesinde, tükenen bir vücudu ararken, af dilemek isteyen henüz sıcak el; dalgaların arasında kaybolurken, soluk sevdasının üzerini örtmek için, dikili taşlara, anıtlara ne gerek var?
Kaybolan kimdi? Ya vicdanının esintisinde hıçkıran, adam akıllıca kaybına yanan… Denizlerin battaniyesine sarınan, çakılları; derdini anlattığı son dost bilip ona sarınan kız mı? Yaşattığı bunca hüzünden sonra, katili olduğu soğuk bir bedenin, belirsiz bir enkazını arayan genç mi? Hangisinin üzerini örttü dalgalar?
Halime Erva Kılıç
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.