- 1605 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ölüler Dirildi
bir kadın anlatıyor...
Birkaç kelam edeyim
Varsa vaktiniz dinleyin
Yoksa durmayın hiç
Duymayın işitmeyin
Yetmişlerin ilk yılları
Henüz on beşindeyim
Durun
Hemen celallenmeyin
Az biraz bekleyin
Biliyorum
Henüz küçük biriyim
Genç bir kızım tamam da
Ergen bile değilim
Ama sevdim be
Kim mi sevdiceğim
Eşim
Yani
Milenyumun dokuzunda
Zor yıllardan sonra
Onunlayım hala…
Otuz yıldır şehirde yaşıyorum ama hala köylüyüm. Başımla, bağrımla, kanımla, canımla köylü kızıyım ben; adım Esma Gül. Aslını inkâr eder mi insan? İnkâr edene ne denir; namert mi? Nankör mü? İkiyüzlü…
Aslım bu ne yapayım; elimde değil değişemem ki ve değişmedim, hep böyleyim.
Şehrin birçok şeyine diyeceğim yok tabii. Ama getirdiklerinin yanında götürdüklerine bakınca köyün gözünü seveyim dememin sebebi bu. Dağını, taşını, otunu, ağacını… Havasını, suyunu, kurdunu, kuşunu… Yazını, kışını, soğuğunu, sıcağını… Kirli ellerin pisletmediği bakir doğasını… Hayvanıyla, insanıyla, canlı cansız bütün varlıklarıyla canını seveyim köyün. Köylü kızıyım işte, inkâr edemem; aslım bu.
Biliyorum; dünya döndü devran sürdü. Zaman akıp gitti su misali. Az değil tam otuz yıl geçti. Otuz yılda neler neler değişti. Bir çağ bitti gitti, yenisi geldi. Mekânlar değişti. Kelamlar dil, yürekler yer, kültürler el değişti. Vakitler değişti. Gündüzler geceler değiştirdi ve yatmalar kalkmalar değişti. Yürümeler değişti. Gülmeler başka, ağlamalar apayrı, sevmeler bambaşka, övgüler sövgüler bile değişti. Neler neler değişmedi ki! Hepsi normal tabii... Doğanın kuralı bu; evrim duraksar belki ama durmaz ki. Hep süregidecek haliyle. Lakin… Doğanın doğal evrimi ayrı bir şey, aç gözlü insanların çıkar hesaplarıyla bencilce etkileyip yönlendirmeleri başka bir şey…
Kim bilir; ben bile ne kadar değişmişimdir ama gene de köylü kızıyım işte; adım Esma Gül. Aslım bu, inkâr edenlere inat hala o düşünceler içindeyim ve hala o kimseyim…
Ne dersiniz; o değişmedi mi?
Değişemez mi?
Mümkün değil mi?
Dünya durmadan döner, evrim sürer gider. Devrim ise kişilerin kişiliklerine göre göreceli bir şeydir. Ortak bir akıl yoksa eğer; sence kötü olan bana göre iyidir, benim iyim sana göre bir hiçtir…
Değişmedi mi?
Çok direndi ve değişmedi
İnanın hala eskisi gibi
Yetmişinde değil belki
Değişenlere inat yedisinde
Ya da on yedisinde gibi…
***
Yetmişlerin ilk yıllarıydı o yıllar. Ben daha on beşinde, o, bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış; henüz on yedisinde…
Köyüm bir yamacın berisindeydi.
Hala orada...
Küçük bir derenin kenarında küçücük bir evimiz vardı o zaman. Hala var ve hala orada. İki katlıydı ve duvarları taştan topraktan, damı saptan samandandı.
Altı ambardı evimizin. Üst katta iki oda bir salon… Mutfak yoktu ayrı bir yerde. Halılar, koltuklar, mobilyalar yoktu şatafatlı. Banyosu yoktu açmalı kapamalı.
Televizyon, bilgisayar filan yoktu ama radyomuz vardı tabii. Bırakın lambalı bir radyomuz bari olsun da açsın ağzını şarkı türkü okusun. Babam tarladan geldiği vakit, akşam yedi ajansında Ankara’da olan bitenleri duysun. Dönen dolapları anlamasa da… Olsun.
Helâmız dışarıdaydı. Dere durmaksızın akardı ve helânın suyu da dereye akardı. İşte bu çok yanlıştı ama elimden bir şey gelmez, öyleydi. Ne bileyim; ben küçüktüm, yanlışı doğruyu pek bilemezdim.
Helânın yanında da küçücük bir kümesimiz vardı. Kırmızı ibikli bir horoz, bir sürü de tavuğumuz, gıdaklaşır dururlardı.
Ahırımız yol boyundaydı. Ahırda az sütlü ineklerimiz ve terli burunlu sarı buzağılarımız, Istranca yamaçlarında birkaç parça tarlamız, topraklar kıraç ve verimsiz olsa da iyi kötü bağımız bahçemiz vardı. Sulayacak kadar bol suyumuz olmasa da…
İki beygirimiz vardı uzun yeleli. Biri gök beyazı, diğeri kızıl tüylü ve alnı ak, yani çakaldı.
Arabamız, sabanımız, sürgümüz vardı iyi kötü. Evimizin direği babamız, dizleri başımıza yastık anamız vardı. Güçlü ve kuvvetliydik. Yabaniler kadar sağlıklıydık. Bileklerimiz sertti çelik gibi; kolay bükülmezdi. Belimiz eğrilmez, başımız eğilmez. Ayaklarımız yürümem demez, ellerimiz işlemem demez; sürüyorduk toprağı; ekiyorduk, dikiyorduk, biçiyorduk. Sonra hasat ettiklerimizi ambarımıza döküyorduk ve yıl boyu yiyorduk. Ne ki; hayat dediğin işte bu diyorduk inkârcılara inat. Gerisi yalan. Odunun var; ocağın yanıyor. Tenceren ateşte; aşın kaynıyor. Dam delik değil başına akmıyor, ıslanmamış odan kuru ve sıcak, döşek serili yerde, yorgan kalın üstünde, sırtında aban, çarıkların deriden yaman, urban var, ayaklarında çorabın, başında şapkan, atkın, şalın… Hava, su, güneş; bir de ağrımıyorsa dertsiz başın ve sağlığın sıhhatin yerinde, hasta değilsen; yaşam bu işte daha ne! Gerisi hikâye… Seviyorduk yaşamayı biz. Gülmesini biliyorduk ki, bu insana has bir özelliktir; sevmesini de biliyorduk, sevilmesini de. Keşke üzüntüler hiç olmasaydı ama üzülmesini, ağlamasını da biliyorduk gerektiğinde…
***
Horozlar öterken uyanmışım
Tığ gibiyim
Fırlamışım kalkmışım
Geçmişim aynanın karşısına
Kara kıvırcık saçlarımı
Islayıp taramışım
Sarı fistanım papatya tarlası sanki
Şalvarım güllü dikenli
Naylon terliklerim desenli
Renkli renkli…
Öyle çıkmıştım yola. Kambur bakraç küçücük omzumda, kalaylı bakırlar iki ucunda, iki kurnalı çeşme karşı yokuşta; suya gidiyordum sabahın seherinde. Küçüğüm daha; henüz on beşinde…
Ne bileyim!
Sabahın erken vaktinde evden çıkmış gidiyormuş o da; bir eli cebinde, okul çantası ötekinde; karşılaştık öylece. Okul yoluyla suyolu küçük evimizin berisinde kesişivermişlerdi. Yol bomboş, kimsecikler yok henüz. Sadece ikimiz. Ne desin… Ya da selam vermeden geçsin gitsin; olur mu? Göz göze gelmiştik istem dışı. Yüzüme bakıp gülümsemişti bana ve günaydın Gülkurusu deyivermişti o anda. Ben de, günaydın deyivermiştim adını söylemeden.
Ne bileyim…
O gitmişti şehirdeki mektebe, ben de iki kurnalı çeşmeye.
İşte öyle…
Öyle değil. Değilmiş meğer. Sıradan bir günaydın değilmiş o sabahın seherinde söylenen. Başka bir şeymiş. Çok başka. Bambaşka bir şey…
Ben, beyaz atlı prensi bilmezdim o zaman. Lambadan çıkan cini, bulutlar üstündeki periyi, öpülünce kurbağaya dönüşeni… Arzu ile Kamber’i duymuştum ama hikâyenin aslını bilmezdim. Türküsü vardı bildiğim. Düğünlerde zurnalar öter, davullar gümler; biz alaylar çekerdik o nağmelerle. Bayram şenliklerinde okunup söylenirdi de sözlerini ordan bilirdim.
“sabah çeşmeye vardın mı?”
“elini yüzünü yuğdun mu?”
“kol bileziğini çıkarıp…”
“taş üstüne koydun mu?”
Ama türküydü işte o. Arzu ile Kamber kim, hikâyenin aslı astarı ne veya neyse ne ve bana ne! Bilmiyordum…
Mesela Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı…
Yaşadıkları kara sevdaymış; bilmiyordum ama bana ne; ben dantel örüyordum ak ipliklerden. Renkli yumaklardan yastık başı yapıyordum, çember kenarı oyalıyordum. Masa üstü, divan örtüsü, seccade, kanaviçe, hırka, yelek, çetik… Tığ, şiş elimde; göz nurum ilmik ilmik düğümlerde; çeyiz işliyordum. Onlardan bana ne! Ne bileyim aşkı sevdayı! Ne bileyim Kerem ile aslıyı!
Henüz on beşindeydim ve o alnıma yazılmış benim, kısmetim miydi ne; çıkmıştı karşıma sabahın seherinde.
Ne bileyim…
Meğer öyleymiş.
Sonra iki sevgili olduk mu o mektepliyle biz. Sormayın. Neye niyet neye kısmet; aşk buymuş meğerse. Nerden bileyim! Aşk denilen şey buymuş. Tabii ya, nasıl bilememişsem o zaman; aşk bu, iki metre kumaş değil ki para verip alasın. Elbise değil ki, ölçtürüp biçtirip terziye diktiresin. Tavşan değil ovada, keklik değil kırda bayırda, suda balık, gökte turna değil. Sen de ince belli tazı değilsin, arayıp bulasın. Avcı değilsin tüfek omzunda, nişan alıp vurasın…
Yağmur değil, bulutlara ısmarlayıp yağdıramıyorsun. Çiçek değil ıslak toprakta, güneşe yalvarıp açtıramıyorsun. Bülbül değil baharda, el edip gül dalına çağıramıyorsun. Aşk bu; adı bir başka, nerden çıktı karşına, ne zaman girdi sol yanına; anlayamıyorsun.
Ne bileyim…
Kısmet denen şey böyle bir şey miydi ne, çıkıvermişti karşıma o sabahın seherinde. Şimdi dönüp bakıyorum gerilere de; şeklini şamalını tam olarak kimseler tarif edememiş olsa bile aşk denilen şey bu olsa gerek ki, o günden bu güne o bende, ben onda; tarifi galiba birazcık bunun içinde…
İyi ki suya gitmişim. İyi ki gününe aydınlıklar dilemişim. Giderken el etmişim peşinden. Geldiğinde gülümsemişim yüzüne. İyi ki mendil oyalayıp vermişim. İyi ki mektuplara inciler dizmişim. Beklemişim, yol gözlemişim, ondan başkasını görmemişim. İyi ki onu sevmişim ve koca bir ömrü onunla tüketmişim. Hala yanımda. Geceleri yastığımda, darlandığımda başucumda, gözyaşlarım aksa yanağımda, gülsem karşımda, sağımda, solumda, arkamda… Canı canımda. Nasıl nankörlük ederim! Aslı aslımken aslımı nasıl inkâr ederim! İnkâr eden tüketir. Tüketen kendi de tükenir bir gün. Bunu bilmek gerekir…
***
Özlemişim.
Ne zaman özlesem giderim. Gene gitmişim ve köydeyim…
Küçük evimiz hala o küçük derenin boyundaydı küçüklüğümdeki gibi. O günden bu güne çok şeyler değişmiş tabii doğal olarak. Zaman zaman giderdik de Oğuz, boş durmaz; onu oraya, şunu şuraya koyup uğraşır dururdu hep. Bazı şeyleri de biz değiştirmiştik azdan az zaman içinde.
Mesela küçük evimizin önünde küçük bir indirme vardı eskiden olmayan. İndirmenin altı terastı. Teras taş duvarlı yüksekçe bir dolgunun üstündeydi ve gün boyu dereye bakardı. Küçük dere, gece demez gündüz demez şırıltılı şarkılar söyleyip yıl boyu akardı. Gene akıyor olmalı ki, oturduğum yerden sesini duyabiliyordum.
Bahçeden terasa beş basamakla çıkılır. Terastan eski evimize geçmek içinse üç basamak vardı. Beş basamak aşağı tarafta, üç basamak sağda, bense terastaydım. Oradayım. Yer ve mekân belli ama gün bugün mü, dün mü, dün öncesi çok eskisi; devir hangi devir, hangi zaman ve ne vakit; halı yok, kilim yok; yerlerde sazdan örülmüş hasırlar serliydi. Dünya dönmüştü durmadan. Devran sürmüştü. Teknoloji gelişmiş, çağ değişmiş, onula birlikte hep ileriye gidilmiş. Ama neyin nesi ise ve halı kilim yerine sazdan hasır seriliyse yerlerde; o biraz tuhaftı. Her ne ise ne; öyle olsa bile o ev çocukluğumun eviydi. Biliyorum. O evdeydim ve kalabalık bir grubun içindeydim.
Terasta büyük bir kalabalık…
Tuhaf…
Hepsi bol şalvarlı, basma fistanlar çiçekli dallı, başlarında ak çemberler bağlı genç ihtiyar kadınlar; kimisi merdivenlerde, kimisi terasta hasır üstünde, direk dibinde, duvar köşesinde, sap minderde veya kapı önündeki eşikte bağdaş kurup oturmuşlar; hepsinin elleri zayıf dizlerinde ve gözlerini dikmişler aynı yöne…
Tuhaf…
Susmuşlar. Dillerini yutmuş gibi ağızlarını yummuşlar, dudakları ince bir çizgi; çıt yok. Sus pus…
Niyeydi küçük evimizdeki bu kalabalık; bilmiyordum.
Çok tuhaf…
Aslında içim öylesine rahattı ve öyle huzur doluydum ki, bilmiyordum niye suskunlar, put gibi niye donuklar, elleri şalvarlı dizlerinde niyedir boş bakışlar, suskunlar ama niye çok sakinler; hiç de merak etmiyordum. Gam yoktu gönlümde. Bir tasam yoktu. Kederli değildim. Neşeliydim aksine ve yaşlı değildim bugünkü gibi. Gençtim, sanki otuzlu yaşlardaki gibi. Ben de onların içindeydim ve dış kapının dibindeydim. Ben de bağdaş kurmuş oturmuşum tıpkı onlar gibi. Şalvar vardı bende de. Onlar gibi benim de ellerim dizlerimde.
Çok tuhaf…
Fistanım güllü dallıydı. Başım bağsız, uzun saçlarım sırtımın oralardaydı. Yüzük vardı parmağımda. Bilezikler kolumda halka halka. Kırmızı bir kurdele ve sarı liralar dizi diziydi boynumda.
Ne zamandı bu zaman. Vakit ne vakit…
Bilmiyordum.
Bir sisin içinde gibiydim aslında. Gözlerim bulanık gibi. Görebiliyordum ama nesneleri ve kişileri zar zor seçebiliyordum. Sis içinde gibi… Biri vardı çok yakınımda. Hemen sağ yanımda. Görebiliyordum. Bağdaş kurmuş kara koyun postuna, sırtı ak toprak boyalı duvarda, başı az yan ve arkada, kaymış tülbendi ağarmış saçlarında, gözleri kapalı; uyuyor muydu ne…
Oğuz’un anasıydı o. Yani kaynanam. Gene uyuyakalmış eskisi gibi. Oysa ölmüştü o. On bir yıl önceydi, kimseye haber vermeden sessiz sedasız göçüp gitmişti dönülmezlik ülkesine.
İki halam vardı karşıdaki üç merdiven üstünde. İkisi bağdaş kurmuşlar diz dize, dizleri güllü şalvarlarının içinde ve çırpı elleri kuru dizlerin üstünde, gene eskiden olduğu gibi. Oysa onlar da ölmüşlerdi ve sessiz sedasız çekip gitmişlerdi. Büyüğü üç yıl önce, küçüğü kanserden ölmüştü yıllar önce.
Şehriban yenge vardı onların az önünde. O da buradaydı; dirilmiş ölülerin içinde.
Koca burunlu gagavuz nenem ahşap direğin dibinde, onun az gerisinde Oğuz’un nenesi Gümüş nene…
Benimkini bilmiyorum ama Gümüş nene Oğuz askerdeyken ölmüştü. Yetmiş yedi veya yetmiş sekiz senesi olmalı. Onların küçük evlerinde küçük bir gelindim o zaman çiçeği burnunda. Son nefesini yanımda vermişti.
Daha dün gibi…
Hatırlıyorum; her yer beyazlar içindeydi. Çok kar yağmıştı. Hatırlıyorum; ağlamıştım Oğuz giderken çok. Boğuk boğuk, içimi çeke çeke ve sessizce. Gözyaşlarım yere düşmeden yanaklarımda buz tutmuştu soğuktan. O zamanlardı ve soğuklar gitmemiş, hala vardı. Hastalanmıştı. Birkaç gündür yataktaydı. Dışarı çıkarmamı istemişti benden o gün. Koluna girip gitmiştik birlikte. Samanlık dibine çöküp su dökmüştü ak karların üstüne. Bakmıştı feri gitmiş gözleriyle gözlerime de oh çekmişti derinden az çıkan sesiyle.
“Rahatladım” demişti.
“Gövden başsız ve ayaksız, yaşarken sırtın dayaksız kalmasın. Öldüğün vakit ruhunu cehennem değil cennet çağırsın…” gibi bir şeyler söylemiş, hayır dualar etmişti. Sonra girmiştim yine koluna ve onu geri getirmiştim eve.
Çok üşümüştü. Tüy gibi tir tir titriyordu. Ne olacak ki; iki kemik bir deri, doksandan öte yüzden beri; yaşlıydı ve zayıfçıktı. Odun bol; soba har har yanıyordu. Yatırmıştım sıcacık yatağına. Yün yorganı çekmiştim üstüne ve sımsıkı sarmıştım onu. Biraz ısınıp titremesi kesilince çıkmayan sesiyle sessiz sessiz konuşmuştu benimle;
“Ben gidiciyim gelinim” demişti. Bir şeyler anlatmak istemişti ve anlatmıştı da dili erdiğince, gücü yettiğince. “şimdi değilse az sonra. Sonra değilse akşama. Akşamı çıkar mıyım acep sabaha… Yakın zamanda gidiciyim. Gelip haber ettiler. Biraz süre verdiler. Sevdiklerinle helalleş gümüş nene, sonra gidelim dediler. Aaahh ah! Giderim gitmesine de… Herkesi gördüm helalleştim ama tek gızanım yok; bilmem hangi yaban ellerde…”
“Askerde o neneciğim” demiştim, “vatan hizmetinde…” Zaten biliyordu ki! Asker olduğunu biliyordu. Lakin kendi kalkıp gitse, gidemez; hasta ve yatalak. Kanat takıp o gelse, gelemez; çünkü askerde. Sayıklamıştı böyle böyle. “Oooff of!” deyip iç çekmiş ve “tek ona hasretim” demişti.
Biliyordum; Oğuz’u çok severdi. Bir sürü torunu torbası vardı ama onun yeri bir başkaydı yaşlı yüreğinde. Bambaşka. Bir de uzakta ya... Terli gömleğini istemişti sonra benden. Sandıktan çıkarıp getirmiştim ve üstüne sermiştim. Uzanıp çekmişti de burnuna, koklamıştı doya doya. Oh çekmişti derinden. Ve iki damla yaş kalakalmıştı gözpınarlarında, “onun kokusu” derken. Sonra yorgun başı usulca düşmüştü yana ve püf deyip vermişti son nefesini. Hatırlıyordum dün gibi…
Bütün ölüler dirilip gelmişler tek tek ama niye onlar arasındayım; çünkü ben canlıyım ve onların arasında yalnızım. Aklıma bu gelmişti o zaman. Baktım da iyice; yalnız değilmişim oysa. Anacığım vardı kaynanamın hemen yanında. Teyzem vardı mesela. Mesela ablam vardı onun yanı başında. Konu komşu, ısım akraba; ölülerden başka yaşayanlar da vardı bu kadından kalabalıkta.
Küçük oğlum yok. O, gelmiyor kaç yıllardır bizimle. Okula gidiyordu tabii. Gitse ya da gitmese; hafta sonu olup tatilde ise bile ne olacak; telefon hep elinde, gözleri ekranında tuşunda, kulağı zilinde veya bip sesinde, aklı fikri o. O, âşık bir kere. Onu biliyoruz ve kabul etmiştik. Kabul etmemek olur mu hiç? Öyle ya; kimin kanı dolaşıyor kanında. Kim var DNA’sında… Kimin oğlu!
Büyük olan yok zaten yanımızda. O, uzak bir şehirde mektepteydi. Çocukların yokluklarına alışmıştım da Oğuz da yoktu görünürlerde. Acaba nerde, nerededir derken; yani kendi kendime konuşurken içimden; akılıma geldi de, tatlı, hoş bir gülümseme beliriverdi yüzümde. O zaman başımı kaldırıp bakıverdim kalabalığa doğru. Acaba bu halimi görüp fark ettiler mi, Esma Gül acaba delirdi mi diye iç geçirdiler mi diye. Ne bileyim…
Eskiden gecelerin adamıydı; gençliğinde. Öyle derdim kendisine. Şimdi biraz yaşlandı da yalnız adam oldu. Yalnız adam… Oğuz için diyorum. Ona öyle diyorum şimdi. Nerde olacak dedim içimden ve yüzümde beliriveren hoş tebessüm bu sebeptendi. Kimse bilemez ki, öyle ya…
O yerdedir gene
O tepenin üstünde
Yalnız kendi kendine
Önü Mahya, arkada köyü var ya
Bir elinde bira, diğerinde cigara
Kuşları yeli dinliyordur
Onlar susunca kendi söylüyordur
Hayaller içinde
Geçmişinde
Çocuk hala, yedisinde
Belki de on yedisinde…
Terastaki hasırda, merdivenlerdeki taşlarda, indirmenin altında çöküp oturmuş; başlarında bindallılar, bacakları şalvarlı, çiçekli fistanlı bir sürü genç ve yaşlı kadından kalabalık vardı ya; acaba hiç konuşmayan suspus kalabalık neden, ne sebepten buradaydılar. Bilmiyordum. Bir bayram günü değildi. Düğün var desem… Niye, kime düğün… Davul zurna yoktu bir kere çalan. Düğüne benzemiyordu. Mevlit mi okunuyordu? Ama kuran sesi yoktu…
Bu sırada babamı gördüm. Eski evin oradaydı. Eski püskü giysiler içinde zayıf mı zayıf, halsiz mecalsiz, ince bacakları zayıf bedenini zor taşıyormuş gibi çarpık çurpuk yürüyerek dereye doğru gidiyordu. Suyu, bulanık değil berrak akan küçük dere dolu dolu akıyordu. Babam öyle yıkıldım yıkılacak bir şekilde gitti gitti ve karadutun berisindeki göl yere varınca düştü. Belliydi düşeceği; düşüverdi işte. Anam fırladı o zaman yerinden. Demek ki benim gördüğümü o da görmüştü. Yani babamı o da görmüştü ki, ellerini iki yanına vurup çırpınarak bağırmaya başladı. Bağırıyordu ama dediklerini duyamıyordum. Acaba “düştü adam dereye, kurtarın!” diye mi bağırıyordu? “yavru kuşlar uçtu çoktan yuvadan. Biz kaldık baş başa. Birbirimize dayandık. O da ölüp giderse…” böyle böyle destanlar düzüyordu belki de. Sesini duyamıyordum. Bu çok tuhaftı…
Koşup gitmiyordu ama. İp atmıyordu. Elini uzatmıyordu tutsun kurtulsun babam.
Göl derin miydi acaba! Boğulur muydu küçücük bir gölde. Ben de oturduğum yerden kalkmıyordum nedense. Telaş yapmıyordum. Rahattım. Panik yoktu. Oğuz da yok… O, çıplak tepedeki yalnız ağacın dibinde; bira bir elinde, cigara öbüründe. Belki on yedisinde, hala çocuk belki de. Hayal dünyası içinde kendi kendine… Koşup kurtarırdı ama burada yoktu o.
Suya battı çıktı babam birkaç kez. Bakıyordum öylece. Boğulup ölecek mi… Kurtulup geri gelecek mi… Bakıyordum sadece ve ben de bir şey yapmıyordum.
Tuhaf…
Dut fışkınları vardı; uzamışlar. Upuzun, göl suyunun üzerinde sığırkuyruğu gibiydiler. Belli ki ilkbaharın ilk günleri bu günler; yeni yeni yapraklanmışlar. Birisine tutunup kurtuldu. Biz bakaduralım, parmağımızı bile kıpırdatmayalım; boğulmadı, çıktı sudan sonra. Çıkınca gördüm ki, dinçleşmişti birdenbire her ne olduysa. Beli doğrulmuş, omuzları kalkmış yukarı, başı dik ve havada; sert adımlarla yürüyüp geldi bu tarafa. Oysa geçen yıl bu zamanlar ölmüştü o. Kadından kalabalığın önünden geçip gitti öteye. Ötede, ceviz ağacının altında tahtadan dört kollu vardı. İşte o zaman fark ettim ki, bir tabut vardı ve yeşil bir örtü üstünde, baş tarafı kıblede; belli ki bir ölü vardı içinde. Bir sürü de adam vardı orada. O zaman görüyordum ve öyle fark ediyordum onları. Ölünün berisinde saf tutmuşlar, ak dantel takkeli imam en önde; babam da onların yanına gidip girdi içlerine.
Geçen yılki gibi…
O zaman aynı yerdeki cenaze babamdı ama bu yılki kimdi!
Cenaze merasimi vardı küçük evimizin küçük bahçesinde. Şimdi anlıyordum ki, kalabalığın sebebi buymuş. Demek kalabalık bu yüzden suskunmuş. Üzüntülüymüşler ki, bu yüzden kimse konuşmuyormuş. Oysa ben cenazeye değil anacığımı görmeye gitmiştim. Çünkü özlemiştim.
Dirilmiş ölü kadınlardan, yaşayan canlılardan oluşmuş kalabalık gibi ben de oturduğum yerden konuşmadan ölünün başındaki adam kalabalığına bakıyordum. Saf tutmuşlar sıra sıra, tören yapıyorlardı ölü adama. Cenaze töreni. Sonra ne oldu bilmiyorum; saf tutmuş adamlar iki grup olarak ikiye ayrıldılar. Ortada bir koridor açıldı. Tören bitmiş miydi de bu yüzden mi ikiye ayrılmışlardı acaba? Bilmiyordum. Ama açılan boşluktan görebiliyordum. Tabutun üst kapağı açıktı. Birisi vardı içinde; bağdaş kurup oturmuş. Tuhaf… Ölü kalkmış oturmuş; başı dumam duman. Sigara içiyordu. Ölü tüttüre tüttüre sigara içiyordu; çok tuhaf!
“Son isteğim” demiş gitmezden önce, “bir tek cigara içeyim.” Öyle demiş. İyi ki bir duble de rakı istememiş…
Sırtı ak toprak boyalı duvarda, başı az arkada, gözleri yumuk uyuyakalmış kaynanam uyanmış; kısık sesle bir şeyler söylüyordu.
“Yalan, yalan…” diyordu bana. “dünya yalan gelinim, yalan! İnsanlar yalancı. İkiyüzlü olmuş herkes gelinim! Yüzüne gülüyorlar, arkandan sövüyorlar. Dedikodu ediyorlar. Birbirlerini çekemiyorlar…” Sadece benim duyabileceğim kadar konuşuyordu. Böyle niye dediğini çok iyi biliyordum. Anlıyordum onu. Anlayabiliyordum. Çünkü az önceki törende imam;
“Yaşarken nasıl bilirdiniz bu kişiyi? “ diye sorduğunda, kalabalık hep bir ağızdan;
“İyi bilirdik” diye bağırıp havaya yalanın imzasını atmışlardı sahte sesleriyle. Geçen yıl babama da aynısını yapmışlardı. İki yıl önce halama, yedi yıl önce amcama, on bir yıl önce kaynanama, yirmi bir yıl önce Ahmet dedeme, otuz yıl önce Gümüş neneme…
“İyi bilirdik… İyi bilirdik… İyi bilirdik…”
Böyle demişlerdi ve aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen kabirlerine bir kez bile gitmemişlerdi. Dirilmiş kaynanamın sitemleri bu sebeptendi. Onu anlıyordum. Anlayabiliyordum…
Tabutta bağdaş kurup sigara içen ölü eniştemdi. Tanımıştım onu. Bir sisin içinde gibi, tam net değil ama galiba oydu. O olmalıydı. Sigara içişi ona benziyordu. O sigara içerken merasimci adamların hepsi suspus; öylece konuşmadan bekleşiyorlardı. Konuşmuyorlardı. Sigara içen ölü de konuşmuyordu.
Tüttüre tüttüre çabucak bitirdi. Sigarası bitince “hadi gir yerine” dedi ona ak takkeli, kara cüppeli hoca. “tüttürdün işte keyifle. Yüz bulup bir tane daha isteme! Söz dinle ve yat yerine. Kendi keyfin için bu kadar insanı meşgul etme. İşi gücü var herkesin. Seninle mi uğraşacaklar?”
Ölü kızdı zalim hocaya. Çok da haklı... İşte gidiyor; bir daha dönüş yok. Gitmeyenlerin acelesi niye! Niye sıkboğaz ediyorlar. Çok şey mi istemiş; tek bir sigara içecekmiş. Oturduğu yerden kalkıp doğruldu. Tabutun içinde dimdik, kazık sıçanı gibi... Kızmıştı ama sakin gözüküyordu. Usulca adımını atı ve yere indi. Oysa kefen beziyle sımsıkı sarılıydı. Kıpırdayamaması lazım. Ama yürümeye başladı. Yürüyüşü tuhaftı tabii. Adamlar müthiş korktular o zaman. Ödlek tavşanlar gibi sağa sola kaçıştılar. Kime doğru gittiyse ya düşüp kalıyor bir daha kalkmamacasına, ya da kuyruğu kısıp kaçıyordu arkasına bakmadan. Sözde erkektiler…
Korkmayıp kaçmayanlar da vardı. Onlar, ölmüş de dirilmiş olanlardı.
Sonra kadından kalabalığa doğru geldi. Korkak kadınlar da terastan atlayan atlayana, herkes bir yana, çil yavrusu gibi dağılıştılar.
Korkmayıp kaçmayanlar, dirilmiş ölü kadınlardı.
Çocuklarım yoktu.
Kocam yanımda yoktu.
Göremiyordum; ölüler içinde anam da yoktu.
Anam da mı kaçmıştı acaba! Ben niye kaçmıyorum o zaman? Kaçmıyordum. Çünkü ölüyü tanıyordum ve ondan korkmuyordum. Beni severdi sağlığında. Ben de onu severdim. Kendisini sevdiğimi bilmesi lazım; bildiğini biliyordum. Ölseler bile insanları hep sevdiğimi biliyordu. Niye kaçayım? Daha dün mezarlıktaydım ve kabri başındaydım. Görmedi mi? El açtım tanrıya, hoş tut onu diye yalvardım. Duymadı mı?
Niye korkayım…
***
Uyandım.
Yani, ak kefene sarılı ölü gelip de tam karşımda diklince uyanmışım.
Belki de korkmuştum.
Başımı kaldırdım yastıktan, doğrulup oturdum yatağın içinde. Yorgan dizlerimin üstünde… Baktım şalvar yoktu. Pijama vardı üzerimde, fistan yoktu. Başım bağlı değil saçlarım açıktı ama uzun değil kısaydı. Kolumda bilezik vardı fakat boynumda sarı liralar yoktu. Yüzümde donmuş kalmış bir gülümseme… Korkmuş olmalıyım.
Ne bileyim…
Yanı başım boş. Oğuz yoktu yatakta.
Burnuma, tüten bir sigaranın acı kokusu geliyordu.
Sigara…
“Sabah sabah sigara…” diye geçince aklımdan gülümseyiverdim yeniden. “Kalkmış…” dedim içimden.
Oğlana kahvaltı ettirip okula gönderdikten sonra üstüme bir ağırlık çökmüştü de yatmıştım yeniden. Uyuyakalmışım demek…
Usulca indim yere. Sazdan hasırda değil, tin tin yürüdüm yumuşak halılar üstünde. Mutfak kapısı açıktı. Oğuz, çıplak tepedeki yalnız ağaç yanında değil, orada, mutfaktaydı. Oturmuş kadifeden iskemleye; sigara elinde, çakmak, paket masa üstünde, küllük henüz boş, bira değil ama köpüklü kahve öbür elinde…
Yüzüme yerleşmiş olan tuhaf tebessüm gitmemişti hala. Eşikte dikildim kaldım;
“Sigara mı içiyorsun?” dedim “sabah sabah!”
Hiç ses etmedi. Kafasını kaldırmadan kaş altından baktı bana.
Tuhaf…
Ne bekleyebilirdim ki ondan. Bu ilkmiş gibi… Sanki dün sabah böyle değildi. Önceki sabah, daha önceki sabah… İlk bu sabahmış gibi benim de sorduğum soruya bak!
“Sabah sabah hem kahve, hem de sigara…”
Böyle derken sitem ettiğimi sanıyordu. Kaş altından bakışı bunu ifade ediyordu. Haklıydı tabii. Bilmiyordu ki, öyle değil. Bu sabahki başka… Esas mesele başka türlü… Çünkü ölü dirildi. Kalktı oturdu tabut içine, tüttüre tüttüre sigara içti. Beni gülümseten buydu ve onu da görünce öyle, deyivermiştim işte;
“Sigara mı içiyorsun!” diye.
Birkaç adım gittim gene tin tin. Masanın yanına kadar sokuldum iyice. Yürürken kedi gibi, durup dikilirken robot gibi, gözlerimdeki bakışlar, yüz ifademi, yani haletiruhiyemi tuhaf bulmuş olacak ki, gene kaş altından bakıp;
“söyle!” dedi bana yumuşak bir biçimde. Bir şey söylemek istediğimi anlamıştı hemen. Anlamaz mı? O zaman yüzümdeki garip gülümseme biraz daha belirginleşti. Utangaç bir çocuk gibi, yani bildiğini bilmezmişim gibi;
“Neyi? “ dedim.
“Hadi söyle! Biliyorum. Diyeceğin dilinin ucunda…”
“Tuhaf bir rüya gördüm” dedim.
“Anlat o zaman…”
“Anlatayım mı?”
“Çatlarsın sonra. Anlat, dinliyorum.”
Anlattım…
Hem kahvesini sigarasını içti, hem beni dinledi. Ara sıra tebessüm bile etti. Senin göreceğin rüya böyle olur işte, ne bekleyebiliriz der gibi. Yarım yamalak anlatıp bitirdim.
“İçim tir tir hala…” öyle dedim. “soluksuz kalmışım galiba. Ölüler, diriler… Neye yorsak acaba? Kuran mı okutsak, azık mı dağıtsak, yoksul birine kazak mı alsak… Ne yapsak da ruhlarını rahatlarsak?”
“Olur, hayatım” dedi, “azık yap dağıt. Birine giyecek bir şeyler al. Kuran okut. Kendin oku canım! Biliyorsun; niye âlem okusun ki senin için?”
Kendi böyle şeylere pek inanmasa bile inançlara ve inananlara saygılı olduğu için;
“Niye olmasın; kuran oku, rahatla. İçinde sıkıntı yaratan bir kuşkun kalmasın…”
“Yüreğim güm güm vuruyor hala. Nefesim çarpık çurpuk. Nabzım düzelmedi. Şekerim, tansiyonum…”
Kalktı o zaman, böyle deyince. Yanıma geldi. Tuttu omuzlarımdan yumuşacık ve beni çekti iskemleye doğru.
“Otur şöyle bakalım…” dedi, “kahve yapayım sana da. Bir fincan. Kırk yılın hatırına…”
Gitti. Dolaptan kahveyi aldı. Cezveyi çekmeceden aldı. Ocağı yaktı…
“Diyet tadım soldaki rafta...” dedim ve “tek at yeter.” diye ekledim. Kırk yılın hatırına…
Tevfik Tekmen. Mayıs/2009 *Lüleburgaz*
YORUMLAR
çok güzel öyküydü.sayfalar çevrilmeden bi solukta okundu.kutlarım saygılarımla...