- 736 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
MÜEBBETLİK HAYATIM - 18
Erkenden kalktum o sabah. Günlerden pazardı ve okul tatildi. İçime eski de olsa yün bir kazak giydim, üzerime de ceket. Hava oldukça soğuktu ama ben heyecanlıydım ve üşüdüğümü falan hissetmiyordum.
- Dörtyol’un alt tarafında Şaban’ı bul. İzmit’e gideceğini söyle. O seni otobüse bindirir, dedikten sonra, İzmit’teki helvacının yerini de tarif edip, parama sahip çıkmamı, kendime de dikkat etmemi söyleyip Pendik minübüsüne bindirdi beni.
Pendik’te - bilenler için - bu günkü modern yol sistemi yoktu o zamanlar. Bildiğimiz, basit bir dörtyoldu orası. Trafik lâmbaları bile yoktu ve çok kaza olurdu. Şaban kâhyanın durduğu yer, Kurtköy’den gelişte sol alt taraftaydı. Sürekli gidip gelen yetişkin biri gibi onun yanına kadar gidip, İzmit’e gitmek istediğimi söyledim. Eski bir yün takke vardı başında. Üzerinde yol çalışanlarının giydiği yağmurluk. Kısa boylu ve göbekli, esmer, kurnaz görünümlü biri. ( Şu anda orada bu kişinin adına yaptırılmış bir üst geçit var. Kimbilir belki de o yaptırmıştır : Şaban Bilgili üst geçidi)
- Paran var mı ? diye sordu, sert bir şekilde.
- Var elbet, dedim, düşünmeden. Epeyce bekledikten sonra, gelmekte olan bir otobüse eliyle işaret edip durdurdu. Bekleyen bir kaç kişi ile birlikte beni de otobüse bindirdi.
Hiç korku, endişe hissetmedim, bu dokuz yaşımda ve tek başıma yaptığım ilk şehirlerarası otobüs yolculuğumda. İzmit’e inince babamın tarif ettiği şekilde, biraz da sorup yardım alarak buldum, kos helvacının dükkânını. Babamın verdiği paradan dönüş yol paramı çıkartıp, kalanıyla da kos helva alıp döndüm Kurtköy’e.
Akşam yaklaşmıştı. Tabii o gün sinema falan yoktu. Babam helvaları bıçakla ölçülü bir şekilde kesip, yirmibeş kuruşluk parçalara ayırdı. Çay dağıtmakta kullandığımız, askılı,sarı , metal tepsiye dizdik helvaları. Önce kendi kahvemizde satmaya başladım ; sonra da diğer kahvelere gittim. İnsanlar beni sevdikleri için olacak, çok rağbet ettiler helvalarıma. Hoşuma gitti bu iş. Helva satıp para kazanıyordum. Tıpkı Pendik pazarında su sattığım gibi. Para kazanmak, insanın kendine olan güvenini artırıyordu.
Nihayet beklediğim gün gelmişti. Konyalı’nın kahvesinden plâk sesleri duyulmaya başladı. Sinemacı Yılmaz ağabey gelmişti. Akşamın olmasını iple çektim. Erkenden kesip, askılı tepsiye yerleştirdim yine kos helvalarımı. Film başlamadan da çok önceden gittim. Kahvenin köşesine asılan beyaz perdenin önündeki masalardan birinin üzerine koydum tepsiyi. Kendim de bir sandalye alıp oturdum. Yine çokca satmaya başladım. Sinemaya çocuklar da geliyorlardı. Onların bazıları alaya alıp gülüyor, bazıları ise kıskanıyorlardı beni. Işıklar söndürülüp, film başlayınca, ben de çocukların yanına oturup, perdeye doğru döndüm. Yılmaz ağabey paraları toplamaya başladı. Ben paramı uzattığımda almadı.
- Sen bendensin ! deyince çok sevindim.
- Yarın akşam Şeyhli’de olacağım. Oraya da gelsene, dedi.
- Babam gönderirse gelirim, dedim.
Şeyhli, Pendik tarafında, Kurtköy’den bir önceki köy oluyordu. Hiç düşünmeden kabul etti babam. Ertesi gün okuldan gelir gelmez önce derslerimi çalıştım. Akşam hava kararmadan gittim Şeyhli’ye. Bu defa tahta bir sandığa yerleştirdim helvalarımı. Sinema köyün tam içindeki Salih ağabeyin kahvesinde oynayacaktı. Çoktan gelmiş ve plâk çalmaya başlamıştı bile Yılmaz ağabey.
Yılmaz ağabey, dolgun vücutlu, uzun boylu, otuzlu yaşlarda, kıvırcık, kumral saçlıydı. Bir süre sonra intihar ettiğini duyduğumda çok üzülmüştüm.
Film bittiğinde saat gecenin onbiri oluyordu. Şimdi Kurtköy’e dönmem gerekiyordu. Tabii ki yürüyerek. Aslında çok yakındı köyler birbirine. Fakat elektrik olmadığından çok karanlık oluyordu. Hafiften endişeyle koyuldum yola. Kurtköy Şeyhli arasında Bolu’dan gelme insanlar yerleşmişti. Hemen hepsinin evilerinin önü elma bahçesiydi. Ziraat mühendisi Adnan bey, onlara burada elma yetiştirmeyi öğretmişti. O zamana kadar sanırım hiç kimse bu köylerde elma yetişebileceğine inanmamıştı. Evleri yoldan oldukça içeride kalıyordu. Onlardan biraz daha ileride, Kurtköy ile Şeyhli’nin tam ortası diyebileceğimiz yerde, Atatürk’ün de kemancısı olduğunu duyduğum Necip Aşkın beyin tek katlı, kocaman bahçeli evi vardı.
Bolu mahallesine yaklaştığımda, uzaktan bir köpek havlama sesi duydum. Korktum ve duraksadım. Bu sesin sahibinin yoldan uzaklaşması gerekiyordu. Yoksa kesinlikle oradan geçemezdim. Biraz sonra kar yağmaya başlayınca korkum biraz daha arttı. Epeyce bekledikten sonra, uzaktan koyu renkli kumaş paltolu bir adam gözüktü. Babamdı o ve beni karşılamaya gelmişti. Beni paltosunun altına aldı. O , köpeklerden falan korkmuyordu. Eline aldığı taşları gösterip, bana da onlardan korkmamayı, kendimi korumayı öğretti.
Daha sonraları Yayalar ve Dolayoba köylerine de gittim. Kendimi köpeklerden korumayı öğrendim. Çoğu zaman da rast gelen arabalar oldu. Hiç korkmadan işaret ettim onlara ve bindim arabalarına. Başıma hiç bir kötü olay gelmedi. Bu gün bu yaşımda, özellikle İstanbul’da korkarım o saatte tanımadığım insanların arabasına binmeye..
İzmit uzak olduğundan, yol parası ve zaman kaybını hesaba katıp cazip bulmadı babam. Pendik’teki bir simitçi fırınından halka, galete ve un kurabiyesi alıp, onları satmaya başladım. Hatta, sabahları erkenden, okula bile gitmeden, Kurtköy’ün sokaklarını dolaşıp sattım bunları. Akşamları da sinemalara gitmeye devam ettim.
Çile değildi bu. Severek yapıyordum bu işleri. Çok mutluydum yaşadığım hayattan o günlerde. Adımız yoksuldu bizim ama hiç bir şeyin eksikliğini çekmiyorduk. Paramız her zaman vardı. Üzerime başıma olsun, yiyecek olsun, ne istersek alabiliyorduk.
Başka da ne ister ki insan ?
(Devam edecek)
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Çile değildi bu. Severek yapıyordum bu işleri. Çok mutluydum yaşadığım hayattan o günlerde. Adımız yoksuldu bizim ama hiç bir şeyin eksikliğini çekmiyorduk. Paramız her zaman vardı. Üzerime başıma olsun, yiyecek olsun, ne istersek alabiliyorduk.
Başka da ne ister ki insan ?
Fikret Bey, o zamanlar insanlar aza kanâât etmesini biliyorlardı. Bir de çocuk olsun büyük olsun, herkes kendi harcayacağı parayı bir şekilde kazanıyordu. Şimdi gençlere iş beğendirmek mümkün mü?
Yazınız güzel gidiyor, beğenerek okuyorum. Zor yıllarda yaşam savaşı... Tebrikler...