- 610 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kaçak Avcılar!!
"Üveyik yerine, yanlışlıkla vurduğumuz bir kuş var ki, adam öldürmüş kadar korkmuştuk! Kimsenin bulamayacağı bir yere kuşu gömdük."
Çiftçilerin, yaban hayatın içinden gelen davetsiz misafirleri arazilerinden kovmak için küçük gaz tüplerinden yaptıkları, tüfek gibi patlayan ses düzenekleri var. İstenilen sıklıkta patlaması için ayarlanır. Gündüzleri karga sürüleri, geceleri domuz sürülerini korkutmak için oldukça işe yarar.
Çiftçiler mahsullerini kaldırana kadar bu tüp patlamaları sürer. Av sezonu açıldıktan sonra yani bıldırcın zamanı; tarlalarda kavun, karpuz, domates, mısır, kıvırcık, marul, taze soğan, biber, patlıcan vs, olur. Biz arkadaşlarla bu tüp patlamalarına alışmıştık.
Tarla veya bahçe bekçileri ile avcılığımız sırasında sıkı dostluklar kurduk. Zaten bizimkinin adı, avcılıktı. Bir köyden diğer köye, gülüş cümbüş kız almaya giden düğün alayı gibiydik! Maksat, “av’a gittik” diyelim. “Yemin etsek başımız ağrımaz” deyiminde olduğu gibi!
Bizim gürültümüze gelen tarla bekçileri ile ayaküstü muhabbetimizin sonunda, yalnızlıktan canı sıkılmış bekçinin mekânında çay içerken buluyorduk kendimizi.
Önemli olan doğa ile baş başa kalıp ROBİNSON CRUİSE hayatı yaşamaktı.
Karşı tepede bizim gibi bir araya gelen üç beş arkadaş, yaktıkları kamp ateşi yanında aşırı özgürlük patlaması yaşadıkları bir anda tarlalardaki gaz tüfeklerine nazire edercesine silahlarını ardı ardına ateşliyorlardı. Pat, pat, … pat, pat …pat pat…!
Mustafa ağabey durur mu? O da tüfeğini alıp gökyüzüne çeviriyor ve pat, pat… Ardından bacanağım Ali pat, pat… ve gözler bende. Al benden de pat, pat…!
Karşı tepedeki avcılarla selamlaştıktan (!) sonra; en yakın yazlıkçıların balkonlarından on dörtlüğün sesi bizim gürültümüze kapak oluyordu Son olarak bakır cezve de pişirdiğimiz bol köpüklü Türk kahvesi ile geceye damgamızı vurup, sabah avı için istirahata çekilirdik.
Aynı zamanda Mustafa ağabey bizim aşçımızdı. Elinden her şey gelirdi. Özellikle çiğ köftesi ve acılı güveci süperdi.
Ateş yakmak için odun toplama işini biz üstlenirdik. Sabaha kadar ateşi canlı tutabilmek için odunu bol olan yerleri tercih ederdik. Bazen gideceğimiz yerin özelliğine göre yakacaklarımızı yanımızda götürdüğümüz olurdu.
Av’a gelirken önce bir markete girer, balık, tavuk, köfte herkesin zevkine göre mangallıklarımızı alırdık. Zaten vuracağımız avdan medet umsaydık, şimdiye kadar açlıktan ölürdük
Hiç unutmam bir keresinde Marmara Ereğlisi’nde bacanağımın yazlığındayız. Av için geldiğimiz ilk gecenin sabahıydı. Mustafa ağabey ve bacanağım akşamdan biraz fazla kaçırınca, kahvaltıdan önce çiy düşmüş çilingir sofrasındaki buz gibi rakıdan, birer kadeh dibi kuru çektiler. Hemen arkasından Bayram ağabeyimin “Gözde” turşusundan birer parça lahanayı ağızlarına atıp, garç gurç sesler çıkararak benim canımı çektirdiler
Arkasından “Ohhh” çektiklerinde, yutkunup “Yarasın” diyebilmiştim. Benim gastritim vardı ve içkiyi ağzıma koyamıyordum. Ama ne olursa olsun, akşama içmeyi kafama koydum!
Akşam yemeği için gidip Marmara Ereğli’sindeki balıkçılardan, dört adet babaca lüfer aldık. Biz üç kişiydik ama belki sürpriz bir misafir gelir diye bir lüfer fazla almıştık.
Bacanağım ve Mustafa ağabeyin av tutkusu çilingir sofrasının çapı kadar bir alanı kapsadığı için ne vuracağımız av’a ne tutacağımız balığa güvenebiliyorduk!
Akşam olduğunda erkenden içmeye başlayan ekibimizin (benim dışımda) üzerine rehavet çökmüştü.
Kuzu gibi lüferleri sırasıyla ızgaradan alıp masaya herkesin önüne koyuyordum. En son kendim için kızarttığım lüferi kendi önüme koyduğumda, bizim ekip uçmuştu!
Her ikisi de güzelim lüferlerinden birer çimdik almış, kadehlerdeki rakılar ile şişedeki rakı hep aynı duruyordu. Dün geceki atmacıkları ve çılgınlıkları gitmiş, başlarını kanatlarının arasına sokan tavuklar gibi erkenden sofra başında uyumuşlardı.
Oturdukları piknik taburelerinde öne doğru sarkmış küçük şişko göbeklerinin içine gömülmüşlerdi.
Karşılıklı bir melodi içindeydiler.
Mustafa abi: Orhan abimizden; Ben ne yaptım kader sana ….mahkum ettin beni bana…her nefeste bin sitem var… Şikâyetim yaratana…
Derken…
Bacanak: Ferdi abimizden; Ne yapsakta olmuyor… Kavuşmamız imkânsız… Yuvasız kuşlar gibi bende kaldım yuvasız… İnsanım hakkım değil mi? Seni çok seviyorum…
Diyordu..
Vallahi bende sizi çok seviyorum ama ben üç tane lüferi yiyemem ki?
Efendim bu iki arkadaşın “Magirus” dolmuş minibüsleri var. Benim gibi rüyalarında demir dövecek değiller ya!
Mustafa abinin hep yaptığı ama kendisinin yemediği acılı ezme hiç bozulmamıştı.
Midemin yanmasına rağmen bu gece ne olursa olsun söz vermiştim, ben de içecektim. Ve öylede yaptım.
Sabah ayazında kalmış buz gibi rakı tadı olmasa da, güzel gidiyordu. Bir taraftan lüfere dalmış bir taraftan bacanağı dürtüyorum, “Uyan bak nasıl içiyorum” diyeceğim! Bacanak bana mırıldanarak “Orada duramam yasak” diyor!
Mustafa abiye dokunmaya kalksam tabureden düştü düşecek, zaten panik atak uyuyor.
Tek başıma hem lüferleri yedim, hem içkimi içtim. Bir ara her ikisi de kalkıp homurdana, homurdana kendilerini içerdeki yataklara atıverdiler.
Devam edecek…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.