- 620 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MÜEBBETLİK HAYATIM - 17
Şu, gramafonun sahibi dediğim Tahsin kâhya vardı ya, onu daha önce size tanıttığım Kör tahsin ile karıştırmayın. Tahsin kâhya Kurtköy’lü değildi. Yine babamın yaşlarında, esmer, orta boylu, asık suratlı bir çobandı o. Çok da ekabir biriymiş. Sadece yaz aylarında koyun çobanlığı yapar, kışları ise yatarak geçirirmiş. Yattığı yerler de bizimki gibi köy kahveleri.
Bizim kahvelerin , eski hanlardan tek farkı, oda, yatak ve yemek vermeyip, kira almamamızdı. Yoksa her gece bir kaç kişi yatarak gecelerdi peykelerin üzerinde. Tabii bunlar mutlaka civar köylerden kişiler olurdu.Tahsin kâhya biraz daha uzun süre kalırdı. Fakat çok güzel bir gramafonu vardı ya, kahvenin eğlencesi olurdu.
Taş plâklar çalınırdı gramafonda. Pilli değil, yandan kollu idi. Giderek genişleyen, operlör görevi gören borusu vardı. Kolla kurulan zemberek sayesinde dönen plâğın üzerindeki iğne sayesinde oluşan ses, o geniş borudan çıkıyordu işte. İğne eskidiğinde, ses cızırtılı çıkmaya başlar ve değiştirilirdi. Çok titizdi bu adam ve gramafonuna çok iyi bakardı.
Çay güğümünü kömür ateşiyle ısıttığımız günler de geride kaldı. HOT marka gaz ocakları çıktı, özellikle kahveciler için. Babam da bir tane almıştı. Kolaylıktı. Arka tarafına yerleştirilen içi gaz dolu, yayvan bir şişe, ters çevrilirdi. Şişenin ağzındaki yaylı düzenek, içindeki gazın damlalar halinde akmasını sağlardı. Bir boru sayesinde keçeden yapılma fitile ulaşan gaz, burada daire şeklindeki oluğa gelirdi. Oluğa yerleştirilmişti fitil. Onun etrafında da, şimdi arabalarda kullanılan, hava filtresini andıran metal bir kafa olurdu. Bu kafa filtre görevi yapar, ateşin mavi yanmasını sağlar hem de gazın kokusunu alırdı. Yine de gaz kokardı kahvemiz. Ocağın ön tarafındaki düğme sağa sola çevrilerek, gazın daha az ya da daha çok akmasını ve ısının azalıp çoğalmasını sağlardı.
Gaz her dükkânda, açık olarak satılırdı. Alt tarafına musluk takılan bidondan ,sütçülerin de kullandığı, litrelik ölçeklere, oradan da isteyenlerin şişe ve bidonlarına doldurulurdu.
Zeytinyağı da bu şekilde fıçılarda ve açık olarak satılırdı dükkânlarda. Kışın donardı bu yağlar. Aslında çok şey açık olarak satılırdı o zamanlar. Bisküi, şeker, çikolata,makarna bile. Küp şeker ve çaydı belli başlı paketle satılanlar.
Çay sadece Tekel’e aitti. Yüz gramlık küçük paketlerden kullanırdık önceleri. İkiyüzeelli gramlık filiz çayları çıktı o dönem. Babam ondan kullanmaya başladı. Çok iyi çay oluyordu ondan. Müşteriler beğeniyordu. Ben kahvemizin camına, renkli elişi kâğıtlarından ’’FİLİZ ÇAY EVİ ’’ yazdım. Aslında köyde hiç bir yerde böyle dükkân adı falan yoktu. Ben galiba Pendik’tekilerden özenmiştim.
Kurtköy’ün size anlatmadığım en büyük özelliklerinden biri de, daha o günlerden büyükçe bir dispanserinin olduğuydu. Bir de ambulansı vardı bu dispanserin. Nedim ağabey ambulans şoförüydü. Her sabah gider Dr.Reşit beyi alıp dispansere getirirdi. Bu Dr.Reşit beyin sayesinde dispanser yapılmış Kurtköy’e. Saat onbire kadar gelen köylüler, bedava muayene olurlardı dispanserde. Fakat eczane henüz yoktu. İlâçlar Pendik’ten getirtilirdi.
Dispanser üç katlıydı. O zamanlar Kurtköy’de üç katlı başka bir bina yoktu. Ebe hanım ve hasta bakıcı Ramazan ağabey de ailesi ve iki kızı ile birlikte üst katlardaki lojmanlarda kalırlardı. Ramazan ağabey, benim sınıf arkadaşım olan Orhan’ın amcası oluyordu. Ebe hanımın da Altan adında bir oğlu vardı. O da bizim okulda okuyordu. O kış nezle ve gripten benim de bir kaç kez muayeneye gittiğim olmuştu dispansere.
O zamanlar, berberlerin, nalbantların, bakkalların dişçilik yaptığını duydunuz mu ? Hatta bazen sünneti bile berberler yaparmış. Bizim köyün dişçisi kimdi dersiniz ? İbram ağa dersem şaşırmayın. Köyün en sevilmeyen adamlarından biri İbram ağa dişçisiydi de Kurtköy’ün. Siyah, paslı kerpetenle, bağırta bağırta çekerdi insanların dişlerini. Ne kadar istemesek de, babam da ben de diş çektirmek zorunda kalmıştık ona, diğer köylüler gibi.
Karagözcü ve seyyar sinemacılar vardı bizim köye de arada uğrayan. Konyalı’nın kahvesi idi nedense her ikisinin de uğrak yeri. Karagöz ne kadar komik olurdu! Babam beni de gönderirdi genellikle. Elli kuruş ücret öderdik biz çocuklar. Kahvenin bir köşesine kurulu perdenin arkasına yakılan mumların gölgesinde, Karagöz ve Hacivatın kuklalarını oynatıp, seslendirirdi karagözcü amca. Hacivatın Karagöz’e her attığı tokatta, basardık kahkahayı.
Sinemacıların jeneratörü olurdu, elektrik üretmesi için. Kahvenin dışına onu kurarlardı ilk önce. Daha sonra plâklar çalarlardı, sinemanın geldiği duyulsun diye. Kışın kahvenin içinde, yazın da dışında kurarlardı beyaz perdeyi. En uzak köşeye kurdukları sinema makinesine tekerleklere sarılı filmleri takıp, projektör ile perdeye yansıtırlardı görüntüleri. Uzunca bir kablo ile makineye bağlı operlör de perdenin altına yerleştirilirdi.
Bazen aşk filmleri, bazen komedi, bazen de savaş filmleri olurdu seyrettirilen. Yabancı film nedir bilmezdik o zaman. İlle de bizden birileri olacaktı seyrettiklerimiz. Fikret Hakan,Eşref kolçak, Göksel Arsoy, Suphi kaner, Salih Tozan, Leyla sayar, Türkân Şoray, Belgin Doruk, Ahmet Tarık Tekçe, Bedia Muvahhit, Aliye Rona şu anda aklıma gelen oyunculardı. Aktör bilmezdik biz, ’’ artist’’ derdik hepsine.
Bir gün yine sinemacı gelmişti Konyalı’nın kahvesine. Sevinmiştim gördüğümde. Akşam olduğunda para ve izin istedim babamdan. O güne kadar hiç itiraz etmemiş, her defasında göndermişti. O gün kafası bir şeye bozuktu herhalde. Göndermeyeceği tuttu. Saatlerce ağladım Konyalı’nın kahvesinin camını seyrederek. İçeride filmin oynadığı dışarıdan belli oluyordu. Gözlerimi hiç ayırmadan ağladım. Alt tarafı elli kuruştu sinema. Babam paradan değil, inadından göndermemişti beni o akşam.
O gece, eğer her hafta sinemaya gitmek istiyorsam, İzmit’e gidip kos helva almam ve sinemada satmam gerektiğini söyledi. Böylece hem sinema paramı ve hem de harçlığımı çıkartacaktım.
Kabul ettim. Hatta sevindim bu işe. Önce tek başıma İzmit’e gidecektim, sonra da her defasında sinemaya gitmeyi garantilemiştim. Para da kazanacaktım.
Saatlerce ağladığım o akşamın gecesinde neşeyle ve umutla uyudum...
(Devam edecek)
Fikret TEZAL
YORUMLAR
İstanbulda da aşağı yukarı benim çocuklığumda da anlattığınız gibi her şey kilo ve litre ile satılırdı.Söylediğiniz hot ocaklarından bizim evde de vardı.Daha sonraları tüplü ocaklar çıktı.Yazlık sinemalar tahta sandalyelerle gözümün önüne geldi.Bir çok teknolojik alet o yıllarda olmasa da,yine de güzeldi.Çünkü ocuktuk,saygılar.
Fikret TEZEL
Maziden bir kesiti çok güzel anlatmışsınız ama, benim fovarim her zaman Filiz Akın ve Kartal Tibet olurdu.
Güzel ve akıcı anlatımınızı kutlarım... sevgiler...