- 936 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MİLLİYETÇİLİK-1
Konuya "insanın ırkı yoktur" deyimiyle girmek gerekirse bunun anlamına güç katmak gerekir. Zaten esas anlamıyla bu deyimin özünde yatan, tek kelimeyle tek bir insan anlayışı var. Günümüzün açık faşist diktatörlüğü, insanlığın üzerinde kurmuş olduğu hegemonyacılığın dayattığı tek bir olgu var. Bu da milliyetçilik ve ırkçılıktır. Bugün artık milliyetçilik ve ırkçılık kavramıyla faşizm kavramı aynı anlamdadır.
Milliyetçilik ve ırkçılık temelinde devlet sistemleri ortaya çıkar. Bu iki deyim esas anlamıyla insanlığın gelişimi önünde büyük bir engeldir. İnsanlığa düşman ve insanlığı körelten, insanlar arasındaki ilişkiye darbe vuran bir idedir. Milliyetçilik ile ırkçılık, ideolojik olarak aynı kapıya çıkar. Milliyetçilik, ırkçılık, devletçilik ve militarizm kavramları hemen hemen aynı anlama gelir. Kelime itibariyle farklılıklar olsa da öz itibariyle aynıdır. Irkçılık da gene arı bir ırka ve tek millete dayalı ve bu millet topluluğunun oluşturduğu bütünlükten dolayı devlet olgusuna dayalı bir tipolojinin ortaya çıkması insanlık için çok tehlikeli bir olaydır. Bunun birçok örnekleri de yaşanmış. Japon emperyalizminin I. dünya paylaşım savaşımında dünya insanlığına meydan okuması olayı, II. dünya paylaşım savaşımında Alman emperyalizminin gene dünya insanlığına meydan okuması olayı gene aynıdır. Bu iki ırk, dünya alemini endişelendirdiği için alternatif olarak sosyalist sistem ortaya çıkar. (sosyalist-komünal toplum). Yani insanlığın kurtuluşu için, bu sistemin ortaya çıkması zorunlu olur. Yoksa bu sistem kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Açıkçası milliyetçilik, insanlığı eski mağara devrine götürüp hapseden bir zulümdür. Milliyetçilik öyle denildiği gibi vatan sevgisiyle ilgili değildir. Vatan veya toprak sahibi olma olgusunu araç olarak kullanmak en tehlikeli bir şeydir. Milliyetçilik, insanlığın gelişmesi önünde bir engel olup, kendi sonunu getiren bir girdaptır. Hem bireyler arasında, hem de toplumlar arasında düşmanlık tohumunu ekmeye hizmet eder. İnsanlar arasında kin ve nefreti doğurup yeşertir ve böyle bir zihniyet yapısına paralel olarak sürekli ırka ve milliyetçiliğe dayalı savaşlar devam eder. Peki böyle bir zihniyet yapısı insanlığın gelişmesine hizmet edebilir mi? Böylesi bir zihniyet yapısı diğer milletlerle nasıl diyalog kurabilecek, nasıl gelişim gösterecek, ilişkileri nasıl geliştirecektir? Elbetteki değişik milletler var, değişik renkten toplumlar var. Canlı alemin türüne inanırsak, insanların da türüne inanmak zorundayız. Ama bu türü veya herhangi bir ırkı yüceltmenin de hiçbir anlamı olmamalı. İşte eğer bir ırk yüceltilip, bir diğeri de aşağılanırsa, milliyetçi duygular ateşlendirilirse, böyle bir durum, değil kendi gelişmesine, insanlığın gelişmesine bile hizmet etmez. Tam tersine kendi gelişmesine engel yaratmış olur. Nasıl ki milliyetçilik kendi içinde kendine düşman yaratırsa, vatanseverlik de dışarıya karşı büyük bir düşmanlık yaratır ve tehlike oluşturur. Ortaya çıkan bu tehlike, uluslararası düzeye çıkarıldığında insanlığın gelişimi önünde bir engel duruma gelir ve altında çıkılmaz sonuçlar doğurur. Böylece insanlık önemli yaralar alır. Aslında günümüzdeki toplumların durumu da bundan ibarettir. Açıkçası gerek ırk temeline dayalı bir milliyetçilik, gerekse devletler ve milletler topluluğuna dayalı bir milliyetçilik gene aynı anlamdadır. Yani ırk düzeyinde bir milliyetçilik ve devlet düzeyinde bir milliyetçilik diye bir ayrışıma başvurursak, bunu şu şekilde de açımlandırabiliriz;
Bir ırk, kendi içinde bir başka ırka veya etniklere baskı kurarsa ve onun üzerinde sürekli milli bir baskıyı arttırıp onun yokolmasına bile sebep olabilir. Tarihte birçok insan türü veya etnikler yok edilmiştir. Bu yok edilmeler ya dini savaşlarda olmuş, ya da ırk savaşlarına dayalı olmuştur. Ulus-devletlerin ortaya çıkmasından da aynı akıbetler yaşanmıştır.
Meşe ağacının nasıl değişik cinsi (türü) varsa, kavak ağacının nasıl değişik cinsi varsa, kuşların nasıl değişik türü varsa, yediğimiz meyvelerin her birinin nasıl türü varsa, balıkların nasıl türleri varsa, toprağın nasıl değişik rengi varsa, taşların nasıl değişik türü varsa yani özce ve kısaca doğada varolan her şeyin nasıl değişik türü varsa, işte insanın da aynı şekilde değişik türü ve rengi vardır. Farklı renklerden ve cinsten olan insanlar gene özde aynı olup insandırlar. İşte siyah tenli, beyaz tenli, sarı tenli, buğday tenli, kızıl tenli vs..vs.. Ama her türün kendi fiziki yapısına bağlı bir ortak yanı vardır. İşte her canlıyı canlı yapan esas payda, bu noktadır. Her canlı da gene insan tarafından adlandırılır. Allah veya Tanrı kavramı da gene insan tarafından yaratılır. Her canlıyı ve cansızı da Allah veya Tanrı adlandırmaz. Her canlıyı adlandıran da (Allah veya Tanrı kavramı da dahil) gene insanın kendi üstün zekâsı sayesinde olur. İnsanın varlığıyla her şey varolur ve bu her şeyi de gene insan adlandırır. İnsan olmasaydı acaba algıladığı doğa olur muydu? Veya şunu şöyle söylemek lazım;
Doğanın varlığı, insanın varlığına bağlıdır. Bu iki olgu iç içe ve birbiriyle bir bütündür. İnsan doğadan, doğa insandan kopuk ele alınamaz, bu imkânsızdır. Bu ikisi birbirinden kopuk ele alınırsa sonuç hiçleşir. Tanrı’nın varlığı da ha keza aynıdır. İki olgu da iç içe olup bir bütünlüktür. Onun varlığı da insanın varlığına bağlıdır. İnsanın kendi üstün zekâsından, beyninden dolayı hep yaratıcı olur. Benim açımdan Tanrı eşittir evrendir ama bir başkası için, Tanrı eşittir görünmez bir varlık olabilir.
Belirttiğim gibi doğada canlılar üzerinde egemen tek güç insandır. Her çeşit hayvanı kendi nefsi uğruna terbiye eden gene insandır. İnsanlığın gelişimine ve gerilemesine yön veren, gene bu canlı varlıktır. Kendi arzu ve ihtirasları uğruna bazı canlıların kaybolmasına sebep olan gene bu canlıdır. Açıkça şunu diyebiriliz;
Doğa’da canlı alemler içinde en vahşi varlık insanın ta kendisidir. İşte iyi ruhlu melek de insandır, körü ruhlu iblis de insandır. Zalimi de var, mazlumu da var. Aslında ırkçılık ve milliyetçilik kavramı, aile yapısının ortaya çıkmasına paralel olarak toplumsallaşma ve devletleşme olgusuyla ortaya çıkar. Fakat bu, gâh kölecilik sistemiyle (derebeylik) kendisini örtbas eder, gâh feodalizmle örtbas eder, gâh kapitalizmle kendisini örtbas eder.