- 691 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
GÖRMESİNLER BENİ
GÖRMESİNLER BENİ
Burası çok cici görünümlü bir apartman. Önünden her geçtiğimde içinde yaşayanların kim bilir ne kadar mutlu olduklarını hatta apartmanları gibi kendilerinin de cici insanlar olduğunu düşünürüm nedense. Pazar günleri dışında her gün iki kez buradan geçmek zorundayım. Ve inanın her defasında aynı şeyleri düşünürüm. Arada girip çıkan insanları gördüğümde de, bu düşüncelerimde pek de yanılmadığımı görürüm. Gerçekten cici insanlar. Tam sekiz katlı bir bina. Kapıcısı olduğunu tahmin ettiğim bir kadın ve bir adamı da görürüm zaman zaman. Onlar da en az diğer apartman sakinleri kadar cici insanlar. Hep gidip kendilerine konuk olmayı hayal etmişimdir. İçimde inanılmaz bir arzudur bu. Ama bir türlü gerçekleşmeyen ve gerçekleşmeyecek olan. Geçen aya kadar bu böyleydi. Oysa şimdi her dairede oturan aileyi ve kapcının ailesi de olmak üzere tek tek bütün bireyleriyle tanıyorum. Nasıl oldu bu iş? Nasıl başardım? Şimdi anlatsam size inanmayacaksınız. Ben bile hala inanamıyorum bütün bu olanlara. Dördüncü katta oturan Ekrem Bey’in Lise’ye giden oğlu Serkan’a borçluyum bunu. Bir sabah yine bu cici apartmanın önünden işime gitmek için geçerken, Serkan elindeki plastiğe benzeyen bir uzun mantoyu çöp kutusuna atmak üzereydi. İçinde yaşadığım derme çatma gecekondumu düşündüm o an. Tavanda açık olan bir yer vardı ve yağmurlu havalarda, özellikle de kış aylarında oradan hem yağmur suları damlıyordu hem de çok soğuk giriyordu içeriye. Şu çocuğun çöpe attığı şey tam oraya göre dedim içimden. Tembellik yapıp bir türlü her hangi bir çözüm bulamamıştım tavandaki bu açıklığa. Sanki orası için biçilmiş kaftandı çocuğun elindeki plastiğe benzeyen şey. Ben böyle düşünüp yürürken çocuk sanki benim ne düşündüğümü anlamış gibi, plastik şeyi çöp bidonuna atmaktan vaz geçti ve tam yanından geçerken uzatıverdi bana. İstemdışı bir hareketle elimde buldum o plastik şeyi. Çocuk bir anda hiç bir şey demeden ya da benim bir şey dememe fırsat vermeden uzaklaşmıştı oradan. Birden sokağın ortasında elimde o plastik şeyle kalakalmıştım. Şaşkınlığım geçince işe geç kalacağımı düşünerek yürümeye başladım. Bir yandan da elimdeki şeyi incelemeye başladım. Bir yağmurluk veya soğuğa karşı giyilen türden bir şey değildi. Pelerin’e benziyordu. İncecik, neon renkli hoş bir şeydi. Daha iş yerime çok yol vardı. Yolu yarılamışken, sonbaharın o bilinmez havası bir kez daha göstermişti yüzünü. Yağmur yağmaya başladı. Hem de bardaktan boşanırcasına. Elimdeki pardöse’ye benzer şeyi kafamın üzerine geçirdim yağmurdan hiç olmasa biraz korunmak için. Öylece biraz da hızlı adımlarla yürürken, çevremde, sağımda solumda yaşananlara önce bir anlam veremedim. Kaldırımlar, yollar insanlarla doluydu ve üzerime üzerime gelen hiç biri yolunu değiştirmeden yürüyordu. Ben kenara çekilmesem kesinlikle çarpacaklardı. Sadece bir iki tane değil, karşımdan yürüyerek gelen herkesin aynı şekilde davrandığını görünce kuşkulanmaya başladım. O sırada yan sokaktan çıkıp ana yola girmek üzere olan bir otomobil, sanki ben yokmuşum gibi üzerime doğru gelince kendimi yana atarak zor kurtuldum ezilmekten. Böyle bir türlü anlam veremediğim garip şeyleri atlatarak iş yerimin olduğu binaya geldiğimde, henüz kapılar açılmadığı için benden önce gelen ve ıslanmamak için saçağın altına sığınmış bekleyen arakadaşlarımın yanına gittim ben de. Kendilerine selam verdiğim halde, günaydın dediğim halde hiç kimse ama hiç kimse, en samimi olduğum arkadaşım bile yüzüme bakmadı. Neler oluyordu? Anlayamıyordum. Kendi aralarında konuşuyorlardı ama benimle konuşmuyorlardı. Bir ara en samimi olduğum arkadaşım orada gözünün önünde olduğum halde benden söz etti. Benim bugün geç kaldığımı söyledi. Ben de kendisine orada olduğumu söyledim ama, işte o an ben de garip bir şeylerin olduğuna inandım. Tuhaf şeyler oluyordu. Arkadaşım sesimi duyuyor ama beni göremiyordu. O da şaşkındı. Hatta diğer arkadaşlara şaşkın şaşkın onların da benim sesimi duyup duymadıklarını sordu. İçlerinden bir tanesi benim içeride olabileceğimi, erkenden gelip içeriye girmiş olabileceğimi falan söyledi. Oysa ben oradaydım ve gözlerinin önündeydim. Arkadaşımın kolundan tutup onu sarsarak orada olduğumu belirten bir şeyler söyledim sanırım. Arkadaşım sarsıntıdan dengesini kaybetti. Duvara yaslanıp kaldı. Başının döndüğünü ve dengesini kaybettiğini söyledi. Birazdan içerideki bekçi uyanıp kapıyı açınca, arkalarından ben de içeriye girdim. Kafamdaki şeyi çıkardım. Arkadaşım birden şaşkın bir ifadeyle benim ne zaman geldiğimi sordu. Ne onu ne de başkalarını baştan beri orada yanlarında olduğuma inandıramadım. Sonra aklıma bir şey takıldı. Korkmaya başladım. Aklımdan geçeni denemek istiyordum. Ama çok heyecanlıydım. Ters bir şey olabileceğinden kokuyordum. Acaba bu kafama geçirdiğim şey sihirli bir şey miydi? Beni görünmez mi yapıyordu? İnanmıyordum buna tabi, içimden de gülüyordum. Ama bir daha denemekten de doğrusu korkuyordum. Bütün cesaretimi topladım ve bir kaç saat sonraki çay molası sırasında yine arkadaşların bir arada oldukları bir anda makinamın yanında bir yere sakladığım bu plastik şeyi kafama geçirdim ve arkadaşlarımın yanına doğru yürümeye başladım. O an çıldıracaktım nerdeyse. Kimse ama hiç kimse beni fark etmiyordu. Burunlarının dibine kadar sokuluyordum yine fark edemiyorlardı. Kötü bir şey olmasın diye, hem de gerçekten çok korkmaya başladığım için, gidip yeniden o plastik şeyi kafamdan alıp makinamın yanına sakladım. İşte o an arkadaşlar beni de yanlarına çağırmaya başladılar. Neden yavaş davrandığıma kızmaya başladılar... Ben bir şey keşfetmiştim... O cici apartmanın dördüncü katında oturan çocuğun bana verdiği bu plastik şey sihirli bir şeydi ve beni görünmez yapıyordu.
Akşam üzeri iş bitince plastik şeyi yanıma alıp eve doğru yola koyuldum. Her gün yürüyerek gittiğim bu yolu bu kez bir minibüse binip gitmeye karar verdim. Aslında yürüyerek gitmemin bir tek nedeni vardı; aldığım para ailemi geçindirmeye yetmediği için yol parasından tasarruf etmek istiyordum. Ama o gün yanımda bu sihirli şey vardı ve ben kimselere görünmeden bir minibüse binebilirdim. Biraz korkarak ve çekinerek de olsa bunu uygulamak istedim. Şayet bu plastik şeye rağmen sürücü beni farkederese de bir kerelik olsun yol parasını vermeye hazırdım. Plastik şeyi kafama geçirdim ve durakta beklemeye başladım. Sağımda solumda onlarca insan vardı ve dikkat ediyordum hiç biri benim varlığımın ayrımında değildi. Bu iyiye işaretti. Kolaylıkla minibüse binip para vermeden istediğim yere kadar gidebilecektim. Çok geçmeden bizim semte giden minibüs yanaştı durağa. Hemen biniverdim. Boş bir yer bulup oturdum. Üç kişilik koltukta bir kişi cam kenarında oturuyordu. Yanına ilşiverdim. Bir üçüncü kişi de hemen benim yanıma oturdu. Önce cam kenarında oturan adama doğru kaymak istedi ama benden dolayı adama bir türlü yaklaşamıyordu. Oysa bir başka yolcu da boş gördüğü bu koltuğa oturmak istiyordu. Yanımdaki yeniden denedi yer açmak için ama bana çarpıp kalıyordu yerinde. Neye çarptığını, neden yerleşemediğini de anlayamadığı için tuhaf bir hal almıştı yüzü. Birazdan o koltukta henüz boş yerin olduğunu fark eden sürücü de adamı ikaz etti. Yanaşın beyefendi, bir kişi daha otursun oraya falan gibi laflar etti. Adam, ayakta duran ama oturmak isteyen adama geçip ortaya oturmasını söyledi. Ayaktaki adam da gideceği yerin fazla uzak olmadığını biraz sonra ineceğini söyleyerek kendisinin ortaya kaymasını söyleyince adam bir kez daha denedi camdan yana oturan yolcuya yaklaşmaya ama benden dolayı yine başaramadı. Şaşkındı. Çaresiz gibiydi. İşin içinden çıkamayınca, sürücüye müsait yerde durmasını söyleyerek arabadan indi. Bu kez ayakta duran adam yanımda oturdu. O da camdan yana oturan adama doğru yanaşmak istedi ama aynı şeyleri kendisi de yaşamaya başladı. Olana bitene bir anlam veremiyordu. Kendi kendine söylenip durdu. Elleriyle yoklamaya başladı. Bir şeye dokunduğunu orada oturan birisinin olduğunu hissediyordu ama göremiyordu. Sürücünün ikazına itiraz etti. Ama burada oturan biri zaten var kardeşim, deyince diğer yolcular adama tuhaf tuhaf bakıp güldüler. Birazdan adam da inmek zorunda kaldı. Böyle bir şeyin başıma iş açabileceğini düşünerek ben de indim arabadan. Yeniden yürümeye başladım. Yürürken yayalar veya arabalar bana çarpmasınlar, beni görsünler diye plastik şeyi kafamdan alıp katlayıp cebime soktum. Önce evdekileri şaşırtmanın sonra da neler yapacağımın hayalini kurarak eve doğru yürümeye başladım...
Hani 23 Nisan’ı dünya çocuklarına armağan ediyoruz falan diyoruz ya, hani dünya çocuklarının bir araya gelip dostluk köprüleri kurmalarını, arkadaş olmalarını birlikte mutlu olmalarını istiyoruz ya, hani Nazım “dünyayı verelim biz çocuklara, allı pullu bir balon gibi” demesi gibi ben de aslında devam edip biten bu hikayeyi burada kesip bundan sonrasını tüm çocuklara armağan etmek istiyorum. Dileyen her çocuk o plastik şeyi kafasına geçirip görünmez olsun ve istediği tüm güzel şeyleri gerçekleştirsin. Ne yoksul çocuk kalsın dünyada, ne mutsuz çocuk.
Ama yine de, merak edenlere öykünün öyküsünü anlatmak isterim.
Bir kaç yıl önce Unicef ile birlikte sokak çocuklarıyla ilgili bir projenin içinde bulunmuştum. İşte o çalışmalar sırasında gecenin bir vakti üçüncü sınıf bir otel odasında yazdığım (öykünün altına düştüğüm nottan anladım) bu öyküyü, niçin yazdığımı, hangi bilinç altı duyguların uyanıp bastırmasıyla yazdığımı da hatırladım.
Ben de İstanbul’un zengin sayılabilecek bir semtinde okula gittim. Ama o zengin semtte bizim kendimize ait bir evimiz yoktu. Evimiz vardı ama kapıcı dairesiydi. Annem babam Görkem apartmanında kapıcılık yapıyorlardı. Biz üç kardeştik en küçüğümüz henüz okula gitmiyordu ama, ben ve kız kardeşim tüm o zengin çocuklarının gittiği okullardan birine gidiyorduk. Neyse ki okulun tek tip forma kıyafetleri vardı da her gün farklı kıyafetler giyme derdimiz olmuyordu. Gerçi kıyafetten yana, araç gereçten yana pek de sıkıntımız olmuyordu. İkinci el de olsa pahalı olan güzel kıyafetlerimiz vardı. Çünkü Yirmi İki daireli apartmanın atılan her çöpünden babam veya annem haberdar olurdu. Özellikle atılacak olan kıyafetler veya eşyalar anneme veya babama verilirdi ve kullanabileceğiniz bir şeyler varsa, yararlı olan şeyleri alın kalanını çöpe atın, diye tembihlenirlerdi.
İşte o yıllarda, babamın daha sonra satmak zorunda kaldığı bir daireyi satın almıştık. İçine de hemen bir kiracı sokmuştuk. Ama dairenin tüm parası henüz ödenmemişti ve annemin babamın nasıl da çırpındıklarını, durup dinlenmeden koşturduklarını, başka apartmanlara da işe gittiklerini gördükçe daha o yaşta kahrediyordum, üzülüyordum onlar için.
Bu yüzden de yaz boyunca zaten yaptığım işi okul döneminde de yapmaya başladım. Bildiğim işti simit satmak. Hafta sonları ve bazen de hafta içi okul çıkışından sonra semtin alış veriş caddesinin başındaki her zamanki yerime gidip, fırından aldığım simitleri bitirinceye kadar satmaya çalışıyordum. Kimi zaman elimde bir kaç simit kalmış olsa da çoğunlukla elimdekileri bitirip öyle dönüyordum eve. Evin bütçesine, aldığımız dairenin parasının ödenmesine katkı sunduğum için de babam da annem de benimle gurur duyuyorlardı.
Yine okul çıkışıydı. Hava soğuktu ve karla karışık yağmur yağıyordu. Üzerimde apartmandaki dairelerde oturanlardan birilerinin verdiği sarı renkli gemici yağmurluğu vardı. Aynı yerimde bağıra çağıra simit satıyordum. Karşıdan sınıfımdan bir kız arkadaşımla öğretmenimin birlikte benim olduğum yöne doğru geldiklerini gördüm. Bir süre simit falan sattığımı unutarak nerdeyse sevinir gibi gülerek onların bana doğru gelmelerini izledim. Birinin simit istemesiyle kendime geldim. Sırtımı öğretmenim ve arkadaşımın geldiği yöne çevirerek yağmurluğumun kapşonunu kafama geçirdim. Beni görmemiş olmalarını dileyerek, gelip geçmelerini bekledim sessizce. Öğretmenimin yanında yürüyen kız arkadaşım benim gizliden gizliye sevdiğim bir kızdı ve öğretmenimizden ayrıca matematik dersi alıyordu. Büyük bir gururla babama ve aile bütçesine katkı sağlamak için çalışmak isteyen ben, doğrusu ne öğretmenimin ne de uzaktan sevdiğim sınıf arkadaşımın beni o halde görmelerini istemiyordum. Utanıyordum. Bu yüzden de o an, üzerime giydiğim sarı yağmurluğun sihirli bir yağmurluk olmasını ve beni görünmez etmesini düşlemiştim.
YORUMLAR
Öykü içinde öykü olduğu için her iki öyküye de ayrı yorumlarda bulunmak gerek sanırım.
Ooo sevgili yazarımız uyusun bakalım, zira o görünmez yapan sihirli şey bolca mevcut piyasada. Yaklaşık 1500 daireli bir sitemin 36 daireli bir bloğunda 20 yıldır ikamet ediyorum. Bu zaman diliminde 20 Ramazan bayramı, 20 Kurban bayramı, 20 yeni yıl yaşadım. Birçok cenazeye şahit oldum, benim yakın cenazelerim oldu. Hastalarım oldu, hasta oldular. Heyhat bir kasaba kadar nüfusa sahip sitede üç beş kişi hariç herkes(ben dâhil) sanki o sihirli şeyden takıyorduk. Bayramlaşma, tebrik, taziye, geçmiş olsun hak getire. İlaç olsun diye bir fincan tuz istemeye korkar olmuşuz. Bil ki dairenin birisinden ağır kokular geliyorsa sihirli pelerinli birisi terk i diyar eylemiştir garibim.
Sadece yönetim toplantılarında o görünmez yapan sihirli şey çıkartılıyor, toplantı sonunda tekrar giyiliyor ve kimse birbirini görmüyordu. Ve hayat bütün utanmazlığımız ile devam ediyor.
Pelerin artık kirden kokar olmuş. Ula bir çıkarda yıkayalım, tekrar giyersin, olmazzz
Gelelim ikinci öykünün yorumuna. Keşke diyorum “gururla” diyerek yaptığın işin asaletine “utanıyorum” diyerek, Arabesk komplekslere girip gölge düşürmese idin diyorum konunun başkarakterine.
İlginç bir yazı okudum.
Tebrikler, selamlar
Ağyar tarafından 2/4/2010 2:52:52 PM zamanında düzenlenmiştir.
Hüseyin Akdemir
Bir de insan çocuk olunca arabesk yaklaşım falan takmadan yapması gerekeni yapıyor ve utanıyor. Çocuk işte! Hem kimbilir; belki utanmanın da bir asil yönü vardır.
Her zaman olduğu gibi doyurucu yorumlarınız için teşekkürler, saygılar...
Hüseyin Akdemir
İnce duygular ve uçuk hayeller.
Hangimiz kurmamışızdır bu tür ucuk hayelleri?
Kutlarım kardeşim. Gayet güzel ve akıcı anlatmışsın.
İçinede fakirliğğe çocukca bir çare de olduğu için
10 Numara.
Selam ve saygılar.
Hüseyin Akdemir
Günün yazısı seçilen yazını kutladımmı bilmiyorum amabirkez daha kutlanmayı da hakediyorsun.
Yorum için teşekkürler.
"içindeki fakirliğe çocukça bir çare" hoşuma gitti.