Televizyon Koltuğu, Kahve Sehpası ve Kurtlanmış Elmalar
Televizyon Koltuğu, Kahve Sehpası ve Kurtlanmış Elmalar
Modern dünyanın salgın kronik hastalığı “yalnızlık”.
Genç - yaşlı, zengin- fakir, eğitimli-cahil demeden herkesi avucunun içine alan bu kronik lanet; öyle şeyler yaptırıyor ki insanoğluna!
Akdeniz insanının yüksek sesle, el kol hareketleriyle, abartılı jest ve mimiklerle, dokunmaktan çekinmeden canlı-heyecanlı konuşma biçimini, yaşama bağlı hatta biraz vurdumduymaz, rahat, insancıl duruşunu almış olan biz bile; birinci tekillerle konuşmaya, yaklaşmayıp mesafeyi korumaya, sesimizi hafif hafif kısmaya alışmaya başlıyoruz bu lanet hastalık yaygınlaştıkça.
Asya’nın geleneğinden beslenen, misafir ağırlamayı pek seven, merhametli, paylaşımcı, komşusu açken rahat uyuyamayan, kalabalık sofraya oturmadan yemekten zevk almayan bizler de artık en az bir Amerikalı ya da bir İsveçli kadar tek(il)iz.
Kaybettiklerimizin, değiştirdiklerimizin, yok saydıklarımızın boşluğu acıtıyor içimizi. Doldurmak istiyoruz boşalanların yerini ve “spritüel” olan her şeye meylediyoruz gün geçtikçe.
Yeni “ben”ler aramaya başlıyoruz, o “ben”lere anlamlar yüklemeye çalışıyoruz, o “anlamlar” la yaşamaya hatta yaşlanmaya ant içiyoruz farkında olmadan.
Kendimizi keşfetme çabamızın altında; kendi kendimize yetebilme yetisini edinme amacı ve tabi ki “yalnız” olma/ kalma korkusuna galebe gelebilme umudu taşıyoruz…
Durduk yere olmuyor haliyle bunlar. Bizi tetikleyiveriyorlar bilerek ya da bilmeden. Eski zaman hikâyelerine inancımızı yitirdikçe ihtiyacımız artıyor kendi “manevi” benliğimize. “Onların muradına erdiği” ne bir türlü inanansımız gelmiyor, kerevete çıkacak enerjiyi bulamıyoruz yüreğimizde. “Gerçek” diye biline gelenlerin birbirinin ardına çöküşü, bizi hırçınlaştırıp isyana sürükleyeceği yerde; sindirip içimize kapanmamıza sebep oluyor.
Ailenin kutsallığının, kan bağının koruyuculuğunun, vefanın/ dostluğun “yok oluşu” nun ve hatta tüm bunların aslında hiç var olmadığı gerçeğinin tokat misali suratımıza çarpışı; antika vazoyu kırmış çocuk misali boynumuzu yere, gözlerimizi parmak uçlarımıza mahkûm ediyor. Utanıyoruz adeta. Başımızı sokacak, kaçıp saklanacak bir dolap, bir sığınak arıyoruz. İsyanımızı “yalnız”/ “tek başımıza” yaşamak; kendimizi sıkıp, sesimizi duyurmadan kimseciklere, yumruklarımızı ısırarak kıpkırmızı olup ağlamak için saklanıveriyoruz sığınağımıza.
Ruh eşimizi bir gün bulacağımıza, beyaz atlı prensin çıkıp geleceğine, umutsuz aşkımızın kulede yıllarca saçlarını uzatacak denli sabırlı olduğuna ve bir gün saçını sallandırıp pencereden bizi çekip oraya, yanına alacağına inanasımız gelmiyor işte!
Üçüncü sayfa haberlerinden mütevellit “geçek” hayat!
Âdem’le Havva’nın arası bozulmuş,
Elmalar bile kurtlanmış heyhat!
Sorun artık sığınağımızı doldurmak; her yere, baktıkça keyif alacağımız bir şeyler asmak, takmak, yapıştırmak… Onlara bakarken kurabildiğimiz kadarıyla hayallere dalmayı, hayal kurarken arada bir de olsa “yalnız”lığımız unutmayı, çoğul hissetmeyi umuyoruz.
Hani filmlerde hep kullanılan bir tipleme / sahne vardır; yaşlı bir kadın, tam bir hanımefendi, evinde yalnız oturur, her yerde eşinin, çocuklarının torunlarının resimleri gümüş – yaldızlı çerçevelerin içindedir. Misafirine şık porselende bir fincan çay ikram eder. Salonunda saksı çiçekleri vardır çeşit çeşit; adeta bir sonraki sabahı müjdeleyen. Mutlaka iki berjeri ve bir fiskos masası vardır salonun bir köşesinde, bir de loş sarı ışık saçan eski bir abajur. Bu sahneyi izlerken burnunuza bir koku çalınır; eski kokusu, toz kokusu, belki sabun ya da rutubet kokusu veya bunların karışımından oluşan adı konmamış bir koku; ama kesinlikle böyle evlerin sahip olduğu “o” kokudur bu, bilirsiniz… Sizi oraya davet eden hatta çaydan bir yudum alıp, etrafa göz attıktan sonra sizi adeta oraya mahkûm eden bir koku... Orada, o yaşlı kadınla kalıp diğer berjerde yaşlanmak arzusu hissettirecek bir koku!
Kırışık gözleri ve asil gülümseyişiyle anlatmaya başlar yaşlı kadın hikâyesini… Hikâye sizi içine alır, doğmadığınız zamanlara götürür, giymediğiniz kıyafetleri giydiriverir üzerinize…“Yalnız”dır o kadın. “Yalnız”dır da artık yalnız kalıp kendini dinlemeyi hak edecek denli kalabalık, hareketli, canlı bir hayat yaşamıştır. Bol bol anı, fotoğraf, aşk, öykü biriktirmiştir. Onun yalnızlığı üzmez insanı, hatta kıskandırır adeta belki azıcık burkar, o kadar. Ama kesin kıskandırır.
Bizim yaşanmışlıklardan yoksun yalnızlığımız onunkinden çok farklıdır. Farklı olmaya ve kalmaya mahkûmdur. Üzülürüz.
Biz gerçek ve yalın bir yalnızlığa, adeta bir “tek başına” lığa gebeyizdir. Çevremizdeki her şey bu “tek başına” lığa göre kodlanmış, ayarlanmıştır adeta. Evlerimiz, eşyalarımız, günlük aktivitelerimiz, uğraşlarımız… Hepsi “tek başına” lığa kodludur.
Bilgisayarda oyun oynarız, sanal âlemde sohbet ederiz, meditasyona takarız kafayı, dvd izleyerek yoga öğreniriz, televizyondaki eğitmen eşliğinde pilates yaparız. Hatta son dönemde çılgınlığa dönüşen “Wi” sayesinde tek başımıza tenis oynar, salondaymışız gibi hissederek grup aktivitelerine katılırız. Ve tabi ki en önemlisi televizyon seyrederiz. Diziler haftalık programımızı belirler. “Tek başına” başkalarının hayatlarına ortak oluverir, başka bir dünyada buluveririz kendimizi birkaç saat. Ekrana bakarken başka hiçbir şeyi düşünmemek, öylece bakakalmak ekrana… Tek başına… Böyle rahatlarız.
Artık oturma odalarımızda iki değil tek berjer vardır, adı berjer değildir artık; “televizyon koltuğu” dur! Fiskos masası tarih olalı çok uzun zaman olmuştur zaten, lakin tek koltuğun yanına konduğundan adı ruh durumumuza eşlik edercesine işteşlikten “tekil”liğe terfi ederek “kahve sehpası” olmuştur. Dikkat edin “çay” değil “kahve” sehpası! Kahve dediysem öyle emek ve zaman isteyen halis munis “Türk kahvesi” nden bahsetmiyorum. Bildiğiniz hazır kahve! Çay malumunuz bir demlik demlenir, tek kişi için çoktur bir demlik çay; oysa tek fincana bir kaşık atar hazırlayıveririz kahveyi, tek kişi için daha ideal, pratik ve çabuk… Sonuç olarak berjerin teki fiskosu da yanına alıp gitmiştir, diğer birçok şey gibi… Geriye “televizyon” koltuğuyla “kahve” sehpası kalmıştır! Bir de kurtlanmış elmalar…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.