- 1924 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ İSTANBUL
B.
Hatıralarımda kalan bir şehri özlemle anarım .. Dünyanın en güzel ve en gizemli şehirlerinden biri olan İstanbul’u ..
Kaybolan İstanbul’u hep ararım Anadolu’muzun cennet bir köşesinde .Kulaklarımdan hiç eksilmeyen çıngırak sesleri ve martı çığlıklarıyla .
Kaybolan eski İstanbul’u hep ararım.
Ahşap iki, üç katlı evleri , bana İngilizce dersi veren Özgen Abla’yı , dışarıyı seyretsin diye bebeğini pencereye oturtan Yıldız’ı ,bayramda el öpüp bahşiş aldığımız Edip Amca’yı mazide bıraktım .
Etyemez Sultansuyu Çavuşzade Cami sokağından geçen seyyar satıcılar da zaman tünelinden geçip kayboldular .
Gözlerimi kapatıp çağırınca geliyorlar “Eskiler alıyom ! Eskiiciii ! “
Beş çocuklu şakacı Amca’m beliriyor kapının yanında . Eskici’yi çağırıp bir şeyler söylüyor duyamıyorum . Eskici şaşırmış bakıyor. “Ne dedin Amca ? “ diye sorduğumda kahkalarla gülüyor “ Benim hanım da eskidi , onu da alır mısın ? “ diye takıldım.
Cerrahpaşa Hastanesinin karşısındaki boş arsada kurulan bayram yerinde neler yok ki ..
Kayık salıncaklar , cambazhane çadırları ,macuncular,baloncular , kiralık bisikletler..Hurda demir ve kırık cam satışından elde kazanılan ,el öperek toplanan paralar burada yerini buluyor .
Samatya ,Cerrahpaşa,Yedikule ve Koca Mustafa Paşa , ücra ve fakir İstanbul .. Ama kapkaçcılık yok,hırsızlık yok ,kaldırımlarda üst üste binmiş otomobiller,trafik homurtusu yok .
Sırtındaki meşe askılığın iki yanında salınan tenekeleriyle tarihi taş çeşmeye yaklaşan cezaeviden yeni çıkmış olan sucu Memet ‘in narasıyla kaçışıyor yalakta oynayan çocuklar “ Volta ! Volta ! “
Sucu Memet sırım gibi omuzlarıyla suyu olmayan fukara evlerine su taşıyor. Aldığı üç beş kuruşla nafakasını ve en kötüsü alıştığı esrarın parasını denkleştirmeye çalışıyor . Ama Memet hırsızlık yapmıyor, mahallenin kadınına ,kızına yan gözle bakmıyor. Garp,fakir ama vakur .
İstanbul’un taşı toprağı altındır sözüne inanıp köyünü terkedip gelen Kastamonu’lu leblebici sırtında heybesiyle yolun başında belirdi “ Sarı alıyom,bakır alıyom,çinko alıyom … Leblebici ! “
Pencerede Hüsnüye Abla elinde bakır tencereyle yoğurtçuyu bekliyor “ Silivri kaymaaak ! Yoğurtçuuu !
Turşucunun yolunu kesen çocuklar içine birer parça salatalık konmuş bardaklarda tercihleri kadar acılı tuşu suyu içiyorlar.
“ Turşucuuu ! Lahna biber tur-şu-su ! “
Çelik-çomak oynayan ,çember çeviren , bilye ,gazoz kapağı oynayan ,topaç çeviren çocuklar bir katırı fark edince kenara çekiliyorlar .
“ Ey(i) vişne ! Ey(i) vişne !!!”
Çocuklardan hemen karşılık geliyor “ Ey vişne – At gibi kişne “
Çavuş üzümü satıcısı , at arabalarında hasır sepetler içindeki cam damacanalarda satılan Hamidiye suyu , mevsiminde ortaya çıkan dondurmacılar .. Bezlerle sarılmış iç içe kaplarda talaş ve buzla sarılı dondurmadan hiç yenmez mi ? Külahın üzerine kapak gibi yapıştırılan dondurma erimeden ve yere düşmemesine de dikkat edilerek çabuk bitmesin diye yalanarak yenir.
Pazar günleri oyunlara eşlik eden çan sesleri Yedikule ve Samatya’daki kiliselerden yankılanır. Çocuklar hep bir ağızdan bağırışırlar “ Bu gün günlerden Pazar – Gavurlar azar “
Bu masum protestonun dışında büyükler tepki vermezler .
Akşam yemeğinde kıvırcık salata ve taze soğan isterse babalar , mahalledeki iki büyük bostandan birinin yolu tutulur. Bostancı , elindeki şişe geçirdiği sicim gibi ince dalın üzerine koca havuzdan aldığı kıvırcıkları ve turpları diziverir.
Zaten o gün bizim sokaktan Siirtli balıkçı geçmişse tavada nar gibi kızarmış palamutlar da hazır demektir. Arkasından tahin helvası yenmezse olmaz.
Buzdolabı denilen eşya ismi duyulup cismi bilinmediğinden akşam yenecek olan karpuz file içinde saatler öncesi kuyuya sarkıtılmıştır.
Hele ramazan aylarında bir başkadır mahalle .. Top atılıp kandiller yanınca çocuklar hep bir ağızdan bağrışırlar “ Kandiller yandııı - Oruç bozulduuu “
Geceleri saklambaç oynamanın da zevki başkadır ama gündüzleri o kadar çok koşulmuş ve yorulunmuştur ki akşam yemeğini yer yemez köşedeki minderin üzerinde sızılır.
O dünyada televizyon, internet hatta transistörlü radyo bile yoktur. Oyunların her çeşidi arkadaşlarla oynanır . Acayip isimli sınavlar, dershaneler bilinmez . Kursun en iyisi komşu abladan alınır. Ortaokulu bitirenlere devlet kapıları açılır.
Ay başı geldi mi maaş hazır .. Merhum Türkçe öğretmenimiz Sakallı Baha Efendi’nin ifadesiyle “Çocuklar şu ortaokul şehadetnamesini (diploma) almaya bakın . Devlet barem kapılarını açıyor .Aybaşı geldimi maaş hazır .Bozdur bozdur ye ! Bozdur bozdur ye ! “
Sonra memur olunca kız isteme ve alma şansı da artar “ Ölüsü de para . dirisi de para “
Böyleydi eski İstanbul’umuz ..Güzel komşuluklar vardı . Yollarımız Arnavut kaldırımıydı ama yürürken kimse üzerinize çamurlu su sıçratmazdı . Mahalemizde bostanlar, çitlembik ağaçları, incir ağaçları , 25 kuruşa üç filim seyrettiren sinemalar vardı .Hormonlu domatesler . çirkin beton binalar , motor homurtuları , aynı binada oturup birbirini tanımayan , otobüste ,tramvayda yaşlı insan görünce başını cama çeviren insanlar yoktu.
Temizdi kıyılarımız. Etyemez tramvay durağındaki demiryolu köprüsünü geçince yıkık surların dibinden denize girerdik .
Şimdi gözlerimi kapıyorum artık . Ne zaman çağırsam İstanbul’u , eski bir film gibi hayal ekranımda beliriyor 60 sene öncesinin gizemiyle.
Altınoluk sahillerinde ufka dalarken yorgun bakışlarım , ben de Orhan Veli gibi yapıyorum artık .
Gözlerim kapalı İstanbul’u dinliyorum .
YORUMLAR
Ahmet Müfit bey,öncelikle çok sevdiğim,dünyanın gittiğim bir kaç ülkesinde çok özlediğim,ondan başka hiç bir şehirde yaşamayı düşünmediğim benim gözbebeğim İSTANBUL'u konu olarak seçip anlattığınız için çok teşekkür ederim.
Yazınızın yazıldığı tarihte,bir haftalığına şehir dışındaydım.Bir iki kere kısa girmiştim net'e yazınızı gününde okuyamadığım için kusura bakmayın.
Son olarak halen yaşadığım (KocaMustafaPaşa'yı)benim tanıdığımdan onbeş yıl öncesinden anlattığınız için teşekkür ederim.
Çok küçüklüğüm Fatih 'te geçti.1967 Yılından itibaren (arada üç beş yıl başka semtlerde ,bir yıl yurt dışında hariç)burda yaşıyorum.
Eski hallerini ,benim de hatırladığım,bostanları,bayram yerlerini sayenizde tekrar hatırladım,saygılarımla teşekkür ederim.
İsmet beyin hatılattığı Mecidiye karakolu ordan taşındı.O civarda hiç boş arsa yok artık.
Cerrahpaşa hastanesi o denli genişletildi ki,Samatya sahiline kadar ulaştı.
Siz en son ne zaman gördünüz bilmiyorum ama,ben içinde yaşarken bile çok farklı geliyor.
Yine de İstanbul yalnız dünyanın incisi değil,hala benim çok sevdiğim canım şehrim,her şeye rağmen,saygılar.
Görsel olarak her ne kadar değişmiş olsada, ruhen hissettirdiği hep aynı değil mi ? Kız Kulesi'nin Sahibi'nin hissettirdikleri...
Elbette zaman geçtikçe her şey değişecek, biz bile aynı mıyız. Aynada ki suretimiz ile, on yıl önceki biz aynı mıyız? Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir, diyenlerdenim. Ne olursa olsun, izafi olarak değişse de bir şeyler. Ruhen de o mutluluğu hissedebilmektir sol yanında ...
[Dedim ya yazar hanım öyle anlatıyor ki sanki bizim mahalle,
Birde en son yorumunuzu okuyunca
Hemen hemen aynı yıllarda bende güzide İstanbul’umuzun mutena ilçesi Fatih’e bağlı Kocamustafapaşa da kısır ve kurak zamanların inadına anaç ve sulak bir çocukluk geçirdim.
Kocamustafapaşa kuzeyinde Çapa(şimdiki Kan merkezi),güneyinde Samatya ve Marmara, doğusunda Aksaray, batısında Mevlanakapı, Silivrikapı, boydan boya Kozlu mezarlığı, kuzeybatısında Şehremini, Topkapı, kuzeydoğusunda Haseki, Fındıkzade, güneybatısında Belgratkapı, Yedikule, güneydoğusunda Kumkapı, Yenikapı olan, Sümbülefendi’den, Alipaşa’dan, Küçükhamam’dan, Cerrahpaşa’dan, Odabaşı’ndan müteşekkil bir “derya-yı Osmanlı” semti.
İşte bende tıpkı anlattığınız gibi bir çocukluk yaşadım. Çapadan orta boy bir ağaç tepesine çıktığında denizi görürdün. Ne bina var ne de başka bir şey, alabildiğine bostan. Eski cumbalı evlerin o eski ahşap kokan havalarını soludum, o evlerin tavan aralarında güvercin besledim, Arnavut kaldırım yollarda plastikten toplarla futbol oynarken ayak bileklerimi burktum, uçsuz bucaksız bostanlarında uçurtmalar uçurdum, at arabalarının arkalarına takıldım, mezarlıklarda çitlembik topladım, aşağı mahalleyle yaptığımız mahalle savaşlarında kafamı yardım. Banliyö trenlerine kaçak binerken, ailemizden gizli Florya’ya, Menekşe’ye denize kaçarken “adrenalin” denen korkuyla karışık o tatlı heyecanları taa o zamanlarda yaşadım. Yaz boyunca giydiğimiz metal tokalı lastik ayakkabılarımızın bıraktığı pas izleri bir sonraki bahara anca çıkardı ayaklarımızdan.”Raf” marka spor ayakkabısı olan top oynamak için değil hava atmak için giyerdi. Çöplükten bulduğumuz sıkılmış bir yarım limon bile tadına doyulmaz bir oyun aksesuarı olurdu bizim için(“limon” oyununu bilmem bilir misin)
İlk platonik aşkım Ermeni kızı “Araksi”.Şimdi kim bilir ne yapıyordur. Ya “Mıgırdıç” hala orada mıdır, yoksa bırakıp gitmiş midir oda Fransa’ya akrabalarının yanına. Ya bir paket “birinci” sigarasını yarım saatte peynir-ekmek gibi bitirdiğimiz Tatar Rahmi, Kayserili Yılmaz, Adanalı Cebrail, Malatyalı Sabri, Kocabaş Hakan,rahmetli Çiko Tansel, Urfalı Clay(adı Muhammed Ali idi bu yüzden Clay derdik-“kıley”diye okunur) Trakyalı Beyazıt, Pervin, Gül; Nesrin, Suzan, Şahin, Cemal heeeeeeey. Ne diyordu “Orhan Veli”
Ağlasam sesimi duyarmısın......]
Yukarıda alıntı yaptığım yazıyı "handan akbaş" hanımın "ÇOCUKLUĞUMUN İSTANBUL'U" yazısına yorum olarak yazmıştım 2009'un Aralık ayında. Aslında yorumdan ziyade eski bir tanıdıkla dertleşme, eskileri yâd etme misali kısa bir sohbet. Öyle güzel portreler çizmişti ki Handan Hanım eski İstanbul a ait bir hayli etkilenmiş, duygulanmıştım. Sanki benim çocukluğumu yaşadığım yerleri anlatıyordu.
Şimdi sizin "ESKİ İSTANBUL" isimli yazınızı okuyunca, dedim sanki si fazla direk bizim mahalleyi anlatıyor "Ahmet Müfit" bey.
Yazınız benim için ikinci bir nostalji şöleni oldu. Her satırında kendi çocukluğum, ergenliğim bir kez daha canlandı zihnimde. Okudum, sonra bir daha. Sonrasında “sultanîyegâh-sirto”yu koydum “CD" çalara kulaklığı geçirdim kulaklarıma birde öyle okudum, fonda “sultanîyegâh-sirto. Kâh boğazım düğümlendi, bir yudum su içtim nafile. Kâh gözlerim buğulandı, gözlükleri çıkardım baktım gözlükler temiz. Bari dedim kapıyı örteyim çocuklar görmesin gözlerimi kızarık, yanaklarımı ıslak ıslak
Paşa'dan yukarı doğru Altımermer'i geç Küçükhamam'a geldin mi, hamamın karşı sokağın içinde tarihi "Mecidiye Karakolu", hah tamam orası.
Hatırlarsınız o boş arsaya "çadır sirki" kurulurdu o zamanlar, akrobatı, palyaçosu, ip cambazı ile bildiğimiz bir sirk. Fakir fukaraya eğlencelik olurdu. O arsada yapılan futbol, voleybol maçları. Daha yukarıda Kızılelmaya çıkmadan tarihi "Çukurbostan" ve tarihi "Davutpaşa" futbol kulübü. Ne kadar ilginç renkleri vardı değil mi "kahverengi-kavuniçi".
Saklambaçıda gece oynamanın zevki de bir başka idi hani, mahalle aralarındaki küçük mezarlıklar içinde. Ne kazan çömlek patlatırdık ama. Sahi "kazan çömlek patladı"nın manasını bilen çocuk var mıdır acaba. Desenize "saklambaç" bilen çocuk kaldı mı.
Sevgili Ahmet Müfit Bey bir şey söyleyeyim ama moraliniz bozulmasın. Siz taa oralardan özlüyorsunuz "Eski İstanbul"u, oysa biz içinde olduğumuz halde özlüyoruz.
Anlayın artık durum ne kadar vahim.
Saygılar
Ağyar tarafından 2/1/2010 5:31:03 PM zamanında düzenlenmiştir.