- 859 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
Mesaj
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Fırtınalı bir sonbahar akşamıydı. Az önce işten gelen Ahmet, eşi Ferda ve üç yaşındaki oğlu Tuna’yla keyifli bir şekilde akşam yemeğini yiyorlardı. Ahmet yemeğini yerken son aldığı lokma boğazına takıldı. Yutkundu, ama lokmasını yutamadı! Bir kez daha yutkundu ama lokmasını bir türlü yutamıyordu. Paniğe kapılmıştı! Bir yandan nefes almaya çalışıyor, bir yandan da her geçen saniye suratı morarıyordu.
Eşinin bu halini ören Ferda Hanım’ın korkudan eli ayağı birbirine karışmış, telaşla kocasına su içirmeye çalışıyordu.
Ahmet can havliyle kendini zorluyor ama bir türlü boğazını tıkayan lokmayı yutamıyordu. En sonunda nefesi tamamen durmuştu.. Bir anda her yer zifiri karanlığa büründü.. Karanlık bir dehlize doğru hızla çekiliyordu! Tek duyduğu eşinin “Ahmet ölme yalvarırım” Ahmet gitme” çığlıklarıydı. İşte o an Ahmet büyük bir dehşete kapılıp, öldüğünü anladı. Bir türlü inanamıyordu öldüğüne. İçini büyük bir acı kapladı. Istırap içinde ağlayarak hemen dua etmeye başladı.” Allah’ım ne olur canımı şimdi alma, beni ailemden koparma” Böyle kahır içinde dua ederken kendini birden yine kendi evinde buldu! Evin içinde büyük bir kalabalık vardı. Ama kimse kendisini görmüyordu. Hayretle onlara bakarken birden gözüne yaşlı bir kadına ilişti. Bu teyzeyi tanıyordu ama nereden? Biraz düşününce, birden aklına geldi. Bu yaşlı teyzeyle pazarda karşılaşmışlardı. Yaşlı teyzenin elinde kendisi için oldukça ağır olan torbalarını onun evine kadar taşımıştı. Bunu hatırlayınca nedense içinde bir ferahlık hissetti. Belki de O’na yaptığı bu iyilik şimdi veya birazdan kabire girince kendisine cehennemin kalkanı olacaktı. İçini derin bir korku kapladı namaz kılmayı, hacca gitmeyi de hep yaşlandığında yapmayı planlamıştı. Nerden bilebilirdi daha otuz sekiz yaşında öleceğini. Yaşlı teyzenin hemen yanında, yerde yatan birisinin üzerine kapanmış ağlayan birisi dikkatini çekti. Biraz daha dikkatlice bakınca içi ürperdi! Aklını kaybedecek gibi oldu.
Annesiydi bu. Yaşlı annesi yerde yatan cansız bedenine sarılmış, iç yakan sesiyle “Oğlum beni bırakıp nerelere gittin” diye gözyaşı döküyordu. Annesin bu hali Ahmet’in kalbini parçaladı. Tüh” dedi içinden “Allah, beni kahretsin.” Kaç zamandır annesini ziyaret etmeyi düşünmüş, ama türlü türlü mazeretlerle bunu hep ertelemişti. Nerden bilebilirdi ölümün ansızın geleceğini. Şu an annesine o kadar çok sarılmak istiyordu ki. Yine ağlayarak dua etmeye başladı.” Allah’ım” dedi yalvararak.” Ne olur şu yaşlı anneme son bir kez sarılmama izin ver son kez ellerini öpmeme izin ver!” Ahmet’in yüreğini pişmanlıklar ve acılar kaplamıştı. Bu kez de cansız bedeni üzerinde feryatlar atarak ağlayan karısını gördü. Kadıncağızın feryatları bütün evi kaplamıştı. Ahmet, eşinin kendini sevdiğini biliyordu. Ama kendini böyle paralayacak derece sevdiğinin farkına da şimdi varıyordu. Eşinin bu hali içini iyice burktu. “Demek beni bu kadar çok seviyordun?” dedi elemle. O an kendine kahretti. Son zamanlarda kendini bu kadar seven eşine ne doğru dürüst bir hediye almış, nede ağzından bir kez bile "Seni seviyorum" lafı çıkmıştı.
Ahmet perişan bir şekilde odada olanları izlerken gözleri birden eşinin yanında şaşkın şaşkın babasının cansız bedenine bakan oğluna takıldı. İşte o an hayatının en büyük acısını hissetti. Kimse görmüyordu, ama Ahmet şimdi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Oğlu O’nun her şeyiydi., canıydı , kanıydı , yaşama sevinciydi.”Allah’ım” diye hıçkırıklarla yalvarmaya başladı.
“Allah’ım ne olur oğlumu bir kere daha öpüp koklayayım, istersen beni sonsuza kadar cehennemde yak”.Ahmet çırpınırcasına çocuğuna bakıyordu. Fakat o an bir tuhaflık hissetti! Çocuğu şu an ağlamadığı halde kulağına sürekli onun ağlama sesi geliyordu ve ses her geçen saniye daha da yakınlaşıyordu. Tam bu sırada birisinin elinden tuttuğunu hissetti! O an evin içinde ki herkes bir anda karanlıklara doğru çekilip kayboldu. Ama halen birisi elinden tutuyor ve ağlıyordu. O sırada, gözlerini açtı ve açtığı anda da dünyalar onun oldu! Az önce gördüklerinin hepsi bir rüyaydı. Biraz önce yan odada ki oğlu Tuna uykusundan uyanmış ve ağlayarak yatak odasına gelip babasının elini tutmuştu. Ahmet delirmişçesine yerinden fırlamış oğlunu öpüyor, kokluyor sıkı sıkı sarılıyordu. Ahmet’in bu tuhaf halini uykulu gözlerle seyreden eşi Ferda Hanım da afallamış bir şekilde kocasına bakıyordu. Ahmet eşinin kendisine şaşkınca baktığını görünce ona öyle bir sarılıp “Seni seviyorum” dedi ki, eşi o an kocasının aklını yitirdiğini sandı.
Sabah olmuştu. Ahmet şu an koştura koştura annesini ziyarete giderken, halen akşam gördüğü rüyanın etkisinden çıkamamıştı. “Ya” dedi içinden “Ya akşam gördüklerim rüya olmasaydı. Bunu düşünmek bile istemedi yol üzerinden çiçekçiye uğradı ve akşam eşine götürmek için kocaman bir çiçek siparişi verdi.
YORUMLAR
Tebrik ederim,bir solukta okudum ve çok güzeldi...
Ama Ahmet'in boğazına lokma takılması ve o an içine düştüğü karanlık kısmı geliştirilebilir diye düşünüyorum çünkü okurken o kısımda Ahmet'in hayatla bağının kopmasındaki tasvirin devam etmesi beklerken bir anda olayların gelişmesini okmaya başladım eşinin sesleri,Ahmet'in ölümüne ilişkin düşünceleri vb. Nacizane fikrim o karanlığa düşmesi anının analizinin daha da güçlendirilmesi.
Okurken içim ürperdi gerçek bir ölüm diye.Sevgilerimizi ,ziyaretlerimizi,hayata bizi sıkıca bağlayıp,insan olmamız gereken özelliklerimizi ertelemeyelim.
'Seviyorum,yavrum,evladım,demek bilhassa erkekler için yıllarca acziyet ve zafiyet addedildi.Babalar çocuklarına,eşlerine bunu söylerse,kılıbık ,pısırık olarak kabul edildi.
Yeni yeni bu insani duyguları erkeklerin de söyleyebileceği,dile
getirebileceği kabul gördü.
Çok anlamlı yazılmış bir yazı,tebrikler.Tam puan.
Mustafa Kardeşim, hepimiz arasıra böyle rüyalar görsek hiç fena olmayacak hani...
Hep yarıın yaparız diye ertelediğimiz o kadar çok iş var ki, Yarının geleceği garanti olmadığı halde, Sürekli erteleyip dururuz.
Küçücük bir seni seviyorum sözünü neden hep erteleriz acaba?
Yine çok güzel bir yazıydı. Ayrıca ders verir tarafıda çoktu.
Tebrikler... Sevgiler...
Çok güzel bir yazı okudum.
Öz olarak dünyada yaptıklarımız ahrette karşımıza dikilecek. Ve ne çok şeyi ihmal ediyoruz demek istiyor.
Katılıyorum ve tebrik ediyorum.
10 numara
Elektirikler üç defa kesildi. O nedenle daha önce okumayı planladığım halde geciktim.
Selam ve saygılar.
Yıl seksen dört, aylardan Kasım. Vatani görevimizi yapmak için birliğimize teslim olduk, rutin işlemler sonrasında. İlk günün akşamı, daha üzerimizdeki sivil elbiseler duruyor. Akşam yemekten sonra bir çavuş beni takip edin dedi benim gibi acemi arkadaşlara. Depo olduğunu öğrendiğimiz mahzen gibi bir yere gittik beraberce. Çavuş hemen yanımızdan ayrıldı deponun içinde sonradan yapılmış asma kata çıktı. Şimdi melodisini unuttum hoş bir ıslık çalıyor bir yandan da o asma katta, zira sesi geliyor. Fakat çavuşun kendisi alttan görünmüyor, sadece sesi. Sonra elindeki listeden bağırarak isimlerimizi okumaya başladı. Başlarken de isimlerini okuduklarım sadece ayakkabı(bot) numaralarını söylesin diye de yarı emrivaki tembihledi.[yani emretti :)]
Uzatmayayım
-İsmet Babaoğluuuuuu demesiyle, daha burdaaa diyemeden bir çift bot ile beraber "Parka, mont, gömlek, pantolon"dan oluşan yarı rulo bir paket kafamıza doğru fırlatıldı yukarıdan. Gençliğinde verdiği refleksle hemen kendimi yana attım paketi ve botları almaya giderken bir başka isim ve başka bir paket daha fırlatıldı yukarıdan. İşi hemen kavramıştık, botları ve paketini alan hemen menzil dışına çıkıyorduk. Bütün liste okundu botlar ve elbiseler dağıtıldı ve koğuşa gittik erkenden. Koğuşta verilen elbiseleri deniyoruz, ne mümkün kimsenin ki bedenine uymuyor pantolonu paçası uzun olanın montunun beli dar. Pantolonu bol gelenin gömleğinin kolu kısa. Sadece botlar cuk oturdu ayaklarımıza.
O akşam öyle bir kombinasyon yaptık ki arkadaşlarla aramızda, bak bunun paçası uzun bunu sen al istersen, bunu da beli bana bol geldi bir dene istersen sana uyabilir diye, diye bir iki saat sonra herkes bedenine uygun askeri elbiseye sahip olmuştu. Ne beden numarası nede bir "prova".
Bu hoş anımı niye anlattım şimdi durduk yerde diye sorabilirsiniz haklı olarak.
Aslında hayatta böyle değil mi?
-İşçi Ömer'den olma ev hanımı Aşikar'dan doğma İsmet Babaoğlu.
-Buyrun benimmm
-64 de Trabzon’da doğacaksın, bir yaşında İstanbul’a geleceksin, doğuştan Müslümansın, fakir ama mutlu bir çocukluk yaşayacaksın........sev, sürün vs. vs
-Başüstüneeee...
Ne bir prova, nede seçme hakkı. Oysa "provası" olsa idi ne fantaziler kurardık ama
-Yaa şey babamın fabrikatör olma ihtimali yok mu acaba
-Iıh olmadı bu fabrikatör çok cimri, bunun Hulusi Kentmen’inden yok mu?
-Hep şöyle Amerika, Avustralya gibi bir yerde doğmak isterdim,
-Bu ne yaa Avustralya’da dediysek "pigme" olarak değil ya bana ne, bana ne
Olmazzz, olmaz. Yazılanı yaşarsın, yazılanı oynarsın, oynarız.
Ben olanın kıymetini bilmem, öbürü benim kıymet bilmediğimin anca hayalini kurar.
Ama “kader” dar, geniş, prova falan dinlemez öyle bir yerleştirir ki yerleştireceğini “cuk” oturur vallahi. Kırk yıllık tiyatrocu kesilir insanoğlu Alimallah
Saygılar.
Haticcay
Umarım bu yazınızı eklenmiş görürüz.
bir çoğumuz zaman zaman unuturuz
yapmamız gerekenleri.sadece kendimizden mükkellef
sayarız hayatı..etrafımızdakiler, toplum değerleri hep
kendi ben imiz içinde sıkışır kalır...ancak darda kalınca
hatırlarız bu hasletleri, çevremizdekileri...
harika nalatımıyla her daim okunası ve konusu
unutulmaması gereken harika bir yazı...
güzel anlatım hediyesiyle birlikte
emek veren yürek ve kalem hiç susmasın...
her dem sevgi ve saygılarımla
Sahip olduklarımızın değerini " alışkanlıklarımız " içinde öğütmek gibi bir beceriye sahibiz, biz insanlar. Elde bir deste gül olarak görüp geçtiğimiz onlarca şeyimiz var. Seviyorum dedikten sonra, sevgilimiz. Evlendikten sonra, eşimiz. Maddi değerlerimizi sürdürmeye harcadığımız emeği ve çabayı manevi değerlerimizden esirgeriz, akıl almaz bir hoyratlıkla. Kuş kafesten kaçınca da Neden? diye sorarız bir de..Altın kafese koymuştum üstelik, neden kaçtı ki?
Hayatın ne provası ne de pardon'u var..Sizin anımsatmanız ve bizlerin yorumları, yazı sayfadan düştüğü an unutulup gidecek..Her birimiz günlük umursamazlıklarımızı yaşamaya devam edeceğiz..Gerçek olan da bu işte...