- 1014 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bıraktım Bu İşleri
O gün işe yine geç kaldım. Geç kalmayayım diye saatimi 10 dakika ileri almış olsam da, son anda hatırladım ki ben daha önceleri hep 40 dakika gecikiyordum. Neyse ki bir koşu, geçen ilk otobüse atlayıp, çeşitli aktarmalarla iş yerime ulaştım. Bu sırada ivedi davranmanın alnımda bıraktığı terlerin, ani poyraz fırtınasının belime gelişine vuruşuyla, çizgi üzerinde duran yarı kırgınlık durumum, gol olup gribe çevirdi. Ben öksüre öksüre müdürümün kapısını tıklatmaya koyuldum. Müdür bir anda şaşırıp ‘helal… helal!’ dediyse de hemen toparladı, boğazını temizleyerek ‘gir’ diye seslendi kapının önünde duran benliğime… Yarı mahcup yarı fütursuz tavrımla ‘kusura bakmayın müdürüm, bir trafik vardı ki seni beni… katil eder’ diye özre giriştim. Müdür gözlüklerini yarıya indirip, o müdür bakışını yüzüme tokat gibi geçirdikten sonra ‘bu kaçıncı Halil, Allah aşkına ben artık aynı şeyleri söylemekten yoruldum. İşe geliyorsun, geldiğinle gittiğin bir oluyor. İnsan geç kalıyorsa da 5 dakika falan geç kalır. 40 dakika dediğin, bugün hayatımızın gidişatını etkileyen Türkcell Süper Lig’de oynanan bir maçın ilk yarı süresi… Ne paralar dönüyor bu süre içerisinde. Bu arada Fenerbahçe Lefter’le yeniden anlaşmış’ dedi. Müdürümün en büyük üretim hatası işte tam da bu noktasıdır. Bir sitemden, bir havadise bağlayabilir olayı… Hemen bu zaaftan yararlanarak ‘Müdürüm, Lefter efsane oldu, Hagi geldi, gitti. Bir çağ açılıp, kapandı. Ne Lefter’i, Güiza’dır o dedim. Dememle birlikte, müdür ayaklanarak ‘çık ulan dışarı kerkenez. Ben kimseye taraftarlığımı sorgulatmam dedi’ Ben koşar adım, müdürün odasından uzaklaşıp, işimle ilgili evrakları masama koymaya giderken, Canan’la çarpıştık. Elindeki dosyalar havada uçuşup, film karesi gibi ağır çekim yere düşerken, bu romantik andan faydalandım. Bir yandan yere doğru uzanıp, ortalığa saçılan kâğıtları toplarken, bir yandan da Canan’ın bacaklarına baktım. Anladığım kadarıyla Canan durumu çaktı. Fakat ben sanki ortada böyle bir durum yokmuş da, bir de üstüne bu durumdan memnuniyetsizmişim gibi ‘yavaş biraz ya!’ bakışıyla durumu kurtarmaya çalıştım. Durum kurtulmadı. Canan aynı hızla yanımdan uzaklaşırken, yan masadaki Derya’ya ‘ay moron bu’ işareti gönderdi. Bunu gören Derya’da bu iletiyi göğsünde yumuşattıktan sonra, bakışlarını önündeki kağıtlara verdi. Ben geç kalmasını, çok çalışarak kapattığını gösteren ideal personeller gibi, masama oturur oturmaz, hummalı bir çalışmaya koyuldum. Daha çabuk kaynaması için demliklerin altını en son seviye açtım. Bu arada masam diye nitelendirdiğim şeyin daha çok sehpaya benzeyen, çay ocağına girenlerin çay, kahve vb. içecekleri beklerken, birkaç saniyeliğine soluklandıkları, küçük bir alan kaplayan, tek ayağı tutkalla onarılmış bir masa olduğunu, dürüstlükle söylemeden geçemeyeceğim. Neyse ki sonunda çaylar demlendi ve ben servise başladım. Önce müdüre, sonra sırayla kadınlardan başlayıp, ofisteki diğer personellere çay servisi yapmaya başladım. Ben servisi yaparken, kızlar aralarında, ofisteki ideal erkek dedikodusu yapıyorlardı. İlk sırada her zamanki gibi Mete vardı. Ofisin yakışıklısı ilan ettikleri bu adam, kendi fikrimce; kara kuru, uzun boylu, gülünce ‘İpana reklamı mı çekiyoruz birader?’ diye sormak istediğim bir adamdı. Yani tatsız, tuzsuz, ‘çöp gibi bir oğlan fikrimce’ durumuydu benim için… Kenan İmirzalıoğlu gibi bir adamdı işte. Ha sorsan, desen ki ; ‘Ulan sen o adama bayılmıyor muydun?’ Evet çok yakışıklı, karizmatik adam Allah için de, şimdi bizim Mete’nin karşısına kur kamerayı oynayamaz ki öyle! Neyse bu Mete’nin yakışıklılık durumunu fazla tartışmak işime gelmiyordu. Ne zaman ofiste konusu açılsa, yakışıklı olduğuna ikna oluyordum. Ama olmak istemiyordum. Aslında beni bu duruma getiren onun yakışıklılığından çok, benim bu sonuç vermez tipimdeydi. Bahsettiğim bu liste, Mete’yle başlayıp uzayıp giderken bir tek benim ismim anılmıyordu. Şakayla karışık 115 kiloluk Selahattin Ağabey’in bile ismi geçiyor, benimle ilgili şaka bile yapılmıyordu. Çıldırmak üzereydim. Çayları dağıttıktan sonra bu listeye nasıl girebilirim diye sordum kendime… Cevap vermedi. Sonuç olarak ben işime, yani çay servisi yapmaya devam ettim. Sonra farkına vardım ki aslında bu ofisteki herkes bana muhtaç. Sonuçta çayı yapan, servis eden benim. Ben çay getirmesem, Mete efendi kalkıp kendisi almak zorunda kalacak, karizma falan hak getirecek. Sonunda kararımı verdim. Müdürün odasına hışımla girip ‘müdürüm, çeşitli sebeplerden ötürü bir günlük iş bırakma eylemi yapmaya karar verdim’ dedim. Önce hiç sesini çıkarmadan bekledi. Sonra ‘tamam, peki’ demekle yetindi. Ben de vermiş olduğum bu zeki ve haklı kararı kutlamak için, eve, sıcacık yuvama doğru yol almak için, ofisi hışımla terk ettim. O günü evde, ‘ulan ne cesaretli adamım’ diye sayıklayarak, film izleyerek sonra tekrar ‘ulan ne cesaretli adamım’ diye sayıklamaya devam ederek sonlandırdım. Sabah telefonum acı acı çaldı. Bunun sebebi gelecek kötü haberden ziyade, dün zil sesi olarak Müslüm Gürses’in ‘Hayatım Karanlık Yerlerde Geçer’ melodisini seçmemden kaynaklansa da, gelen haber de ondan aşağı kalır değildi. Benim yerime çay makinesi almışlar. Başka birini bile değil, çay makinesi… Ben de dayanamayıp Müdür’ü aradım. Dedim ki ; yani şimdi müdür bey, beni işten atmışsınız fakat Lefter Fenerbahçe’den ayrılalı seneler oldu’ dedim. ‘İyi misin oğlum’ dedi. ‘İyiyim’ dedim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.