- 666 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GARAPANIN ORDA Kİ TUZ TAŞI/ ARDAHAN ÖYKÜLERİ 80 (kitap 57)
Gölge gitti. Garapan gitmez.
Tuztaşı cincarlığın yanındaydı.
Üç yaşlı oturmuşlar.
Öğlende ışığın ardında biriken mavi karaltıları tırmıklamaya, tiretlenmeğe uğraşan takvim yaprağı yırtmakla geçiren ihtiyarlara benzemiyordular.
Misafirlerin yemek masası yekeliğinde tuztaşına bu üç adamdan evvela dört ihtiyar otururdu.
Sitto Ağa, Mehrali Efendi, Süleyman Dede... ler gençtiler.
Gözleri tuztaşı- maşı mı görüyordu?
Cincarlığın arkası ne güne dururdu!
Kağıt oynardılar. Muş Tütünü sarardılar. Otluğu da yakmadılar mı? Mayısa doğruydu; Allah’tan beş altı dirgenlik ottu.
Yağışlı havalarda çocuklar yani garapanda kıraat’ane faaliyetlerine girişirdiler.
Günahlarını da almayalım. Kitap..? okurdular!
Sayfaların arasında: Gül yaprakları ve fanti kağıtları vardı. Sayfalar kapağından ögde ki nihai satır:
"GECELER SONSUZ DEĞİLDİR "
Bu sözü Tatelet’e gelin getirmeğe gidende bizi misafirliğe kabul eden ev sahibi söylemişti.
"-Hatasıyla, fazlasıyla ihtiramımızı karşılayın ve; Allah büyük gençler sabaha ne kaldı. Geceler sonsuz değildir. "
GECELER SONSUZ DEĞİLDİR.
- Albert Camus.
Garapanın içi yarı aydınlıktı. Sal taşlar doluğu; boş saha bırakmamış. Taşların git- gelden cilalanmış kayganlığı ayağın altına sabun koyarsın onun gibi: Kayaklıktı.
Sedirin yastığı tuz taşına üstündeki avuç kadar horozlu aynanın yansısını aksettiriyordu. Sitto Ağa gözünü rahat etsin diye şapkasını burnuna çekti. Terek kadana bir elin bir buçuk misli değindi. Sitto Ağa’nın burnu uzundu, nikarttı.
Yansılık yapıp duran horozlu el aynası; Ali Balcı’dan almaydı. Tuz taşında ki üç kişilik kompartıman, horozlu aynanın içine düşmüştü. Cincarlık, söğütler, dere ve şırıltılara sırtını vermişti ambar.
Sanki "tiyatora".
"Ayna" bir alemdi: Tuztaşındaki üç ihtiyar konuşmadan saliseler saniyelerin ölümünü: Yenidoğanların doğuma’nesi önünde bekleşen herifler gibi bekleşiyorlardı.
Alem de; Sitto Ağa, ve arkadaşları söyleşip, gülüşüyorlar.
Tuztaşında heykel gibi çıt çıkarmayan ihtiyarlar.
Mesel üzerinden gine, gene, yine ve aynı cümleleri, kelimeleri heceleri ve tek bir harfi yeniden Sitto Ağa’ya söylettirip gülüşüyorlar.
Tuz taşında çıtsızlık eşşedibillah aynül devam.
Bastonlarıyla yeri delik deşik ediyorlar. Ucuna da çivi takmışlar. Bir üslup bu; nice sonra anlıyorsunuz. Söyleşiyorlarmış. Tövbe estağfurullah.
Çivileri söyleştiriyorlar, bunun üstünden anlaşıyorlar.
İhtiyarlar onları simge simge, lime lime yapmazsa söyleşi nasıl olabilirdi ki?
Kumsuz kara toprağı binlerce yıldır deşip içini dinlemeği kimseler akıl edememiş miydi?
Aşık Veysel gibi karnını deşiyordular kazma ile küreklen değil bastonun ağzına taktıkları mıhla beceriyordular: Zemin içini döküyordu. Mors alfabesi gibi seslere yükledikleri simgelerle ve üsluplu: Kurtla kuşla dilleşiyordular. Kendileri velakin, dudak değmez demeleri gibi tövbe billah tek harf etmediler.
Dilin sonu; dil felsefesi filozofu Wittengstein o gün gelseydi akşam sağınına mal nahırdan gelmeden cırardı. Çünkü Sitto Kişigil anasını ağlatıp iletişim felsefesini filan komamıştılar.
Yerle bir etmiştiler.
John Cage şeherin meydanına insanları çağırıp. Sanat manifestosunu açıklayacaktı. Aynı şeyi bizim ihtiyarlar perfomansla bunu eşleyerek yaptı.
Sitto Dayıların yaptığının estetize edilerek tanzim edilmişi özünden daha artık değildi.
John Cage tırnak ilen dikkat ilen havanın böğrünü deşti.
İnsanlara:
-Sizlere halis seslerden gonaladığım bir müzik dinleteceğim.
Gözlerinizi kapatın... dedi.
İnsanlar gözlerini kapadı.
Şeherin gürültüsünü, güvercinlerin kanat vuruşları nefeslerini, atların pavkırtısını, doğanın detone her sedasını dört dakika dört saniyede dinletmişti.
Konserin bitişinde dünya; sanatı; yeni bir durumla karşılıyordu. Doğanın kendisi bizzat yani özgülen sanattı. Ve de simgeye ve imge ile usulleştirmeye ne lüzum vardı. Gereksizleştirmiş ve John Cage bunu yapmıştı.
Sitto Kişigil ne söyleşmişte bellim etmemişti. Bastonun ucundaki çivileri dürte dürte seslerin demetinde neyi metinleştirip iletmiştiler:
Süleyman Dede kopardığı cincarla sıyırdığı romatizmalı bacağını dalıyordu.
Bir o:
"Oooooh! şifa niyetine!" deyinip duruyordu.
Mehrali Efendi:
-Sitto! Allahına kitabına gelini bir piskaya ( kibrit) sebep boşadığları doğru mudur? Hele anlatsana!
Sitto Kişi bastonunu değdirerek cevap vermeye hazırlanırken. Süleyman Dede macal vermeden çivinin başına bastonun el tutağına itkiyle bastı. Şunu söyledi:
-Vay onu doğanın torpak başına. Ne etmiş ki boşamışlar?..
Hakikatı, nokta vuruşu, çivili uçla Yaylacığın kara toprağına Sitto Kişi koydu:
-Ola gelini zeten dolandiriyermişler de piska mahana olmuş.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.