- 1391 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HEP HÜSRAN (şiir ve öykü)
Duvarlarda yankılanan sesler
Boşalan bardaklara, el tersiyle çekilen restler
Yıldızları köçek gibi, raks ettiren sarhoşluklar
Hep hüsran…
Yaklaşan bahar, düşen cemre, açan çiçekler
Aynalarla dalaşan hüzün yüzlü çocuklar
Alnıma tozlarını bırakarak
Hayata son danslarını yapan kelebekler
Parmak uçlarımla dokunduğum ateşteki büyüler
Hep hüsran…
Sıkıldım
Yola çıktım, yürüdüm. Yürüdükçe
Yüzümde bir çınar ağacı büyüdü
Bir gül kaşla göz arasında
Avuçlarımda çürüyüp toprağa düştü
Suya eğilip bir zamana baktım
Bir zamanda bin ayrılık göründü
Baktığıma bin pişman oldum
Hep hüsran…
Bir yağmur damlası
Uzun kirpikleriyle kurumuş bir çiçeğe göz kırptı
Yakınlarımdan bir yerlerden
Telaşlı adımlarla selamsız sabahsız bir gelincik geçti
Bir orman tamda bu akşamüstü
Toprağına küsüp, koşar adımlarla ay’a doğru göçüp gitti
Bir adam vurduğu kuşların ölülerine sövdü
Bir ateş böceği çingenenin eteklerine düştü
Hep hüsran…
Bir kiralık katil silahını beline sokarken
Olmadık yerinden kendini vurdu
Bir gökkuşağı buna fena halde güldü
Bir yağmur yağdı
Kanı donmadan yerlerden temizledi
Kanlı bir mermi kanayan bir adamdan af diledi
Kanayan bir adam, kanlı bir mermiyi
Gözünün yaşına bakmadan oracıkta katletti
Kanayan bir adam, kanı kanla temizledi
Hep hüsran…
Saçı başı dağınık bir kadın yürüyordu dağın eteğinde
Dağın eteği kadını umursamıyordu
Kadın dağın eteğine kırılıp ağlıyordu
Henüz toprağa düşmeden gözyaşları
Güneş büyük bir zevkle ırzına geçip kurutuyordu
Kadın buna da kırılıp buna da ağlıyordu
Hep hüsran…
Odamın camlarını kırdım
Kırılan camlarda yüzünü gördüm
İçimde koca bir deniz ayağa kalktı
Yüzü yüzüme kaşlarını çattı
İçimde koca bir deniz sularını bırakıp dörtnala bir bilinmeze kaçtı
‘Hayırdır, beni gördüğüne sevinmedin mi’ dedim
Hiçbir şey söylemeden sırra kadem bastı
Hep hüsran
Anlayacağın işte, baştan aşağı sırılsıklam, hep hüsran…
… Aslında bu şiiri ben kendi başıma yazmadım. Gecenin içinden çıkılması en imkânsız ve en karanlık anlarındaydım. Yönümü kaybetmiştim. Yıldızlar görünmüyordu. Pusulam yoktu. Hatta ömrüm boyunca hiç pusulam olmamıştı. Hatta ve hatta hayatım boyunca hiç pusula görmemiştim. Gördüysem de gördüğümü hatırlamıyordum. Velhasıl karanlıkta yolumu kaybetmiştim ve bulmak için elimde hiçbir imkân yoktu. Adım gibi bildiğim bir şehrin, adım gibi bildiğim bir evinin, adım gibi bildiğim bir odasında kaybolmuştum. Daha öncede kaybolmuştum ama hiç bu kadar kendime yakınlarda kaybolmamıştım…
Gözlerimi kapadım ve bildiğim bütün ölü şairleri çağırdım. Gelen geldi. Odam şiir yazmaya susamış bir yığın ölü şairle doldu. İçlerinden biri ‘hep hüsran’ olsun dedi şiirin adı. ‘Her insan hayatında birçok kez karşılaşılmaz mı?’ onunla dedi. Hepimiz birden o’nu onayladık ve bu şiiri yazdık...
Hatta yazdıktan sonra içlerinden biri bileklerini kesmeye yeltendi. ‘Dur! Ne yapıyorsun, oda kan içinde kalacak, beni ele vereceksin.’ Dedim. ‘…Umurumda değil.’ dedi. Diğerleriyle beraber zor zaptettik o’nu. ‘…Dolunayla aranız nasıl’ dedim. Gülümsedi. Yağmur yağıyordu. ‘‘Şiir bitti, izin verirsen ben artık gidebilir miyim’’ dedi. ‘Nereye’ dedim. ‘Ağlamaya’ dedi. ‘Şu mesele’ dedim. ‘Evet’ dedi. ‘‘Ama ben ayrımcılık yapmak gibi olmasın, içlerinde en çok seni severim.’’ dedim. ‘Biliyorum’ dedi. ‘Bir şiirimi bin kez okuduğunu da biliyorum.’ dedi. Bu sefer izin istemeden dosdoğru ayağa kalktı ve ‘ben gidiyorum’ dedi. Saflığa verdim. ‘Nereye? Yağmur yağıyor’ dedim. ‘İyi ya! ben de yağmurda ağlamaya gidiyorum.’ dedi. ‘Tekrar gelir misin?’ dedim. ‘…Bilmiyorum, ben ölüyüm sana bağlı getirmeyi bilirsen gelirim.’ dedi…
Pencereden atlayıp gitti. Diğer şairlerde toplandı ama o’nun gibi pencereden atlayıp gitmediler. Ve yine yalnız başıma kaldım. Bir süre sonra pencerem tıklandı o’ydu! gitmemişti. ‘Söylemeyi unuttuğum birkaç şey kaldı, yarı yoldan döndüm.’ dedi. ‘Hepsi kapıdan çıktı değil mi?’diye sordu. ‘Evet’ dedim. ‘Kimi yağmurdan koşarak kaçtı, kimi de ıslanmamak için kara kara şemsiyeler açtı değil mi?’dedi. Başımı sallayarak ‘evet’ diyerek onayladım.
‘‘…Siz yağmurdan genellikle kaçardınız
Ya da ıslanmamak için kara kara şemsiyeler açardınız.
Oysa ben yağmurda ağlardım, kimseler görmesin diye gözyaşlarımı…’’
Diyerek şiirindeki mısraları okudu… Daha sonra ‘ha unutmadan şiiri yalnız kendine mal etme’ dedi, gülümseyerek.‘Olur’ dedim. Birde ‘lunapark ışıkları hakkında bir öykü yaz, ben yazacaktım ömrüm yetmedi’ dedi. ‘Tamam’ dedim…
‘…Ölmek nasıl’ dedim. ‘Merak mı ediyorsun’ dedi. Başımı sağa sola sallayarak ‘Yoo’ dedim. ‘O zaman neden sordun’ dedi. Cevap veremedim. Cebindeki jilet kutusundan az önce ölü bileklerini kesmeye çalıştığı jiletlerden birini çıkararak odamın halısının üzerine attı. Ay ışığının vurmasıyla jilete baktığımda yansıttığı ışık gözlerimi kamaştırıyordu…‘Şayet ölmenin nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsan bu jilet sana yardımcı olur.’ dedi, gülümseyerek. Neden gülümsediğini anlayamamıştım. Sonra elini sallayarak ‘bir sonraki şiirde görüşmek üzere hoşça kal’ dedi. Bana jilet hediye etmesinin yüzümde yarattığı buruk bir tebessümle bende o’na ‘hoşça kal’ dedim. Tekrar gözden kayboldu. Yerimden kalktım ve pencereye doğru yöneldim. Dışarı baktığımda çoktan sır olmuştu…
Pencerenin önünden ayrıldım. Halını üstüne attığı jileti aldım. Kılıfından çıkmamış bir jiletti ve parlak kılıfının üzerinde bir şeyler yazıyordu…
‘‘…Dünyadaki her şeye sahip olsan bile bu mutlu olacağın anlamına gelmez. Dünyadaki hiçbir şeye sahip olmaman da mutsuz olacağın anlamına gelmez…’’ yazıyordu kılıfın üstünde. Ve kılıfı biraz daha sıkarak kontrol ettiğimde, içinde hiç jilet olmadığını fark ettim. Kılıfın iç tarafında da bir şeyler yazıyordu… ‘‘Lunapark ışıklarının öyküsünü yazmayı sakın unutma…’’
Bir yığın ölü şair ve Mehmet Akif Çetinkaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.