- 1740 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
289 - EL KÂBID
Onur BİLGE
Aralık... Yine bir pazar günü... Viranenin üst salonunda, kömür sobasının başındayız. Havada bir gerginlik, bir sıkıntı! Bizde de öyle... Herkes oflayıp pufluyor, çatacak yer arıyor! Başı ağrıyan, içi sıkılan, en küçük şeye sinirlenen, bir aşağı bir yukarı dolaşan, kendisini derse veremeyen... Sabahtan bir şey yoktu. Öğleden sonra gökyüzü sarardı, kızardı, karardı; hepimizi kasvet bastı! Sonra bir rüzgâr çıktı. Ortalığı toz toprak kapladı! Dışarısı, ala fıcırık boz duman! Kıyamet koptu kopacak!
Kapı! “Tak tak tak!..” Zili de kullanmıyor. Olanca gücüyle vuruyor. Kapıyı yıkacak! Ahmet, Selçuk’a işaret etti ama yine elindeki işi bırakıp, kendisi koştu, açmaya.
Asırlık ahşap merdivenleri paldır küldür çıkıp, hışımla yanımıza geldi. Zaten herkes dikkat kesilmiş, merdivene bakıyordu. Ahmet’e selam bile vermeden içeriye dalmış, soluğu yukarıda almıştı. Alı al moru mor gelen Nazan’dı.
“Selam, millet!” dedi, asabi bir şekilde.
Yüzünden düşen bin parçaydı! Gözleri kıpkırmızı, ağlamaktan şişmiş, burnu kızarmış, yanakları pancar gibi; elleri, dudakları titriyordu.
“Aleykümselâm, gelin hanım! Hoş geldin!” dedi, Define. “Hayrola, ne bu hal?”
“Yok bir şey, dede! Sonra anlatırım. Biraz dinleneyim, sakinleşeyim. Daraldım! Sıkıntı bastı! Şeytan diyor ki: “Önüne geleni tekmele, devir; eline geçeni çarp kır, rahatla!” Öyle yapsam rahatlar mıyım acaba? Ne dersin?”
“Burada mı? Nüfus kalabalık, üç tane bardak tabak var. Onları da sen mi kıracaksın? Ben de diyordum ki yeni gelinde çoktur, biraz getirse...” diyerek güldü, Define.
Niyeti, şakaya boğarak onu birazcık olsun rahatlatabilmekti. Nazan ne kadar asabiyse, o da o kadar sakin görünüyordu. Hava gergindi, biz de gergindik. İyice gerildik. Fakat ses çıkarmadık. Dede, regülatör gibidir. Yılların deneyimi... Bir süre alakasız sorular sordu. Öylesine, havadan sudan konuştular. Yarım saat kadar alttan almaya devam etti. Bu arada ona çay getirttirdi. Laf arasında:
“Ne kadar şıksın! Bu kıyafet sana çok yakışmış.” bile dedi. Sonra: “Şu saçına başına da bir çekidüzen versen... Haydi git bir yüzünü yıka! Yanakların al al olmuş. Ferahla, hafif bir makyaj yap. Yeni gelin öyle olur. Hep gülümser. Gülümsemek, herkese yakışır. O zaman bir kat daha güzel olacaksın. Öyle değil mi çocuklar?” diye havasını değiştirmeye, önce kendine güvenini sağlamaya çalıştı.
“Birazdan, dede... Şimdi tepemden ateş çıkıyor!”
“Desene ondan ter bastı beni! Soba kömür dolu, ev kevgire dönmüş. Rüzgâr bir yerden giriyor, bir yerden çıkıyor. Kömürün harareti, bize uğramadan bacadan çıkıp gidiyor. İyi ki geldin! Hoş geldin! Sayende ısındık. Sen hep sinirlen! Yaklaş bakayım! Ellerimi de ısıtayım. Kansızlıktan, parmaklarım donuyor. Yaşlılık, ne yaparsın! Ah, şimdi sizin gibi genç olabilseydim! Hiçbir şeyi dert etmezdim! “Gençliğimi bozuk para gibi harcadığım Maçka’da...”
“Nasıl kalleştir nisan akşamları, bilemezsin!” En sevdiğim şiirlerden biridir. Nerden aklıma getirdin, dede! Of! Of!..”
“Ah, aptal kafam!.. Neleri dert ettim de kahroldum, o zamanlar!.. Şimdiki aklım olsaydı...”
“Elimde değil, dede! Ben de dert etmemek, sakin olmak, hayattan zevk almaya çalışmak istemez miyim ama olmuyor işte! Canım, burnumun ucuna geliyor! Dokunsalar çıkacak!..”
“Her şey senin elinde... Yeter ki yıpranmakta olduğunu fark et ve kendini birazcık sevmeye çalış, harap etme! Kendini seversen; herkesi, her şeyi sevmeye başlar, mutlu olursun. Haydi, tembellik etme. Kalk git, şu yüzünü bir yıka! Yoksa bana ver, ben götürüp yıkayayım.”
“Tamam, dede. Gidiyorum!” diye kalktı.
Beğenilmek, kimin hoşuna gitmez! Birkaç dakika sonra saçlarını toplamış, makyaj yapmış olarak geri geldi. Biraz daha iyi görünüyordu. Herkesin gözü, onun üzerindeydi. Yürümesi bile değişmişti.
“Bak, ne kadar güzel oldun! Taşıdığın elbise, senden güzel olmamalı! Manken gibi yürürmüş benim kızım! Sen böyle yürümeyi biliyor muydun?” dedi, dede.
“Biliyormuşum demek...”
“Para, dil öğretirmiş; kıyafet, yürüyüş.. Az önce kimdi o gelen? Asker gibi rap rap!..”
Nazan’ı yatıştırmaya çalışırken Levent de geldi. O, pek dışa vurmuyor, öfkesini içine kıvırmayı becerebiliyor, fakat yine de aralarında bir anlaşmazlık olduğu belli oluyordu. Çok efendi bir çocuk! Belki ondan küçük, tecrübesiz ama en azından daha olgun...
Dede, ona da başka kanaldan girdi. Fenerbahçe Beşiktaş maçından söz açtı. Laf arasında, onlarla sonra, özel olarak konuşacağını belirtti. Belki de öfkeyle kalkanın ziyanla oturacağını bildiğinden, sıkıntılarını azaltmaya çalışıyordu. Bu olay, son zamanlarda sıklaşamaya başlamıştı. Ailenin gidişatı iyi değildi. Aramızdaki avuntuları, çözümden çok uzaktı.
Dede, bir süre sonra, önce Nazan’la, ardından da Levent’le konuştu. Aramıza geldiğinde, ortadan konuşmaya başladı:
“Allah, zaman zaman bizi sıkar, daraltır ve dener; sabredenlerin sıkıntılarını giderir, refaha çıkarır. Her şey, sonsuz kudreti altındadır. En yüce varlıktır. Yani Kâbıd’dır. Bazen rızkı azaltır, yoklukla; bazen de sayıyı arttırıp çoklukla sıkıntıya sokar. Yerine göre kıtlık verir. Ardından rahmet, bereket... O ismi de Bâsıd’dır.”
“Azrail’in can almasında da Kâbıd ismi tezahür ediyor.” dedi, Mahir.
“Canları Kabz ediyor. ‘Kabz’, tutukluk demektir. Allah, insanları zaman zaman onlara yakışmayan gereksiz şeylerden alıkoyar. Daraltır, sıkar, kıtlık verir. Sonra da Bâsıt ismiyle tecelli edip; açar, genişlik verir, bollaştırır.” dedim. Define:
“Bakara Suresi’nin 245. Ayeti olacak: “Allah, daraltır ve genişletir ve siz O’na döndürüleceksiniz.” mealinde bir ayet vardır. Dara düşünce, sıkıntı basınca bu ayeti hatırlayın ve sabredin! Hatta tekrarlayın, sakin olmaya çalışın! Maddi manevi faydasını görürsünüz.” dedi.
“Kâbıd ismi korkutur, Bâsıt ismi ümitlendirir. Kul, bu ikisinin arasında olacak.” dedi, Mahir. “Allah’ın celâl ve azameti de vardır, Cemal ve rahmeti de... Mağfiretinden ümit var olabilmek için hoşgörü ve affı becerebilmeliyiz. Hoş görmek ve affetmek ferahlık sağlar. İnsanın içini genişletir. Asabiyet, kin ve nefret gibi istenmeyen şeyler de daraltır, boğar.”
Nihayet havada olanlar oldu! Bir gök gürültüsü, bir şimşek!.. Yer yerinden oynadı! Ne kadar elektrik varsa boşaldı! Bir anda gök yarıldı, şakır şakır bir yağmur başladı! Yağmurla beraber bir ferahlık geldi, üstümüze. Göksel olayların insan ruhu üzerinde olumlu veya olumsuz etkileri olduğunu hepimiz biliyorduk ama o zamana kadar, göksel gerilimin ruhsal gerilimi bu kadar arttırdığını fark etmemiştik. Sanki doğadaki makro elektrik yüklenmesi, beyinlerimizi de etkisi altına alıyor, bedenlerimizde de mikro düzeyde kendisini gösteriyor ve bizi daraltıyordu.
Bazı dolunaylı gecelerde ayın çekim gücünün arttığı, beyni etkilediği, kurt adamların falan bundan etkilendiği iddia edilir. Antalya sahillerindeki tatil köylerinde çalışan komilerin dolunaylı gecelerde daha asabi oldukları, daha çok olaya neden oldukları saptanmış.
Doğa ve insan... Farklı yaratılışlarda görünseler de ortak özellikler taşıyor, büyük olandan küçük olanlar etkileniyor. İnsanlar, öyle zamanlarda; sıcak, havanın nem oranının ve ayın çekim gücünün artması nedeniyle daralıyor, suça daha meyilli oluyorlarmış.
Pencerelere koştuk. Yer gök birbirine kapışıyordu. Sicim gibi değil, urgan gibi yağıyor, oluklardan yola şakır şakır boşalıyordu. Ortalık griye boyanmış, kaldırım kenarlarından, kahverengimsi gri çamurlu sular akıyor, göz gözü görmüyordu!
“Gökyüzü çatırdadıkça beynimde ferahlık ve açılma hissi duyuyorum. Yağmur, içimi ferahlattı! Oh!.. Dünya varmış!” dedim.
Hemen hemen herkes benzer duygular içindeymiş. Her biri bir şekilde rahatladığını söyledi. Demek ki gökyüzü de biz de çatlama raddesine gelmişiz! Allah’ın merhameti yetişmeseymiş, sıkıntıda kalacakmışız. Rahmetini indirdi, doğayı ve bizi rahmetiyle sardı. O, Merhametlilerin En Merhametlisi! Bir an elini üstümüzden çekse, helak oluruz!
Gökleri, yeri ve arasındakileri yaratan, mülkün tek sahibi olan Allah’a Hamdolsun!..
Nazan’la Levent de gerginliklerinin azaldığını söylediler. Su; gerçekten, negatiflikleri alıp toprağa akıtıyor. Yağmur yerleri gökleri, abdest bizleri arındırıyor. Sanki doğa da boy abdesti alıyor.
Gökyüzü, öğleden beri, doğum sancıları içinde kıvranmakta olan bir kadın gibiydi. Nihayet doğurdu, kurtuldu. Hepimiz rahatladık ve sevindik. Yıkanmakta olan bebeğini seyrediyordu. Biz de seyrediyorduk. Tenlerimize bir damla su değmemesine rağmen temizliğin huzur verici hoşluğunu duyuyorduk.
Herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle dedim ki:
“Allah bizi, özellikle öğleden beri daraltmamış olsaydı, içinde bulunduğumuz durumu fark edebilecek ve böylesine keyifle yaşayabilecek miydik? Fakirliği görmeyen zenginliğin, açlığı bilmeyen tokluğun, yorgunluğu tatmayan dinlenmenin tadını alabilir mi? Cennete bile, cehennemi görmeden gidilmeyecek. Doğrudan cennete giren, her yerin öyle olduğu zannına kapılır, su içindeki balık gibi, ne büyük bir nimet içinde olduğunun farkına varamaz. Balık; suyun değerini, nefessiz kalınca anlayabilir.”
Aslında, Nazan’la Levent de akvaryumda bir çift balık... Her ikisine de hapishane gibi gelen evlilik, Allah’ın bahşettiği büyük bir nimet! Biri, diğerinin giysisi... Biri, diğeriyle şehvet duygusunu örterek günahtan korunuyor. Birbirlerine dayanak olmuşlar, hayatlarını paylaşıyor, yalnızlıktan bunalmıyorlar. Fakat bunlara rahat batmış. Allah, Bâsıd ismiyle tecelli etmiş, teşekkür edeceklerine, şikâyet ediyorlar. Kâbıd ismiyle tecelli etmesini mi istiyorlar? Bir türlü anlayamıyorum!
Bu tür ilişkiler, elmaya benzer. İtinayla korunması gerekir. Bir iğne batsa, oradan başlayarak, kısa sürede tamamı çürür. Birbirlerini iğnelerken, akvaryumu kıracaklar!
İnşallah, yuvalarını yıkmazlar da sudan çıkarılmış balık gibi çırpınmaya başlamazlar!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 289
YORUMLAR
Allah, zaman zaman bizi sıkar, daraltır ve dener;
evet sabir göstermeli basimiza gelenlere birazda.
en kötü durumlardan bile binbir hayirlar cikiyor her seyin bir sebebi var.
güzeldi seviyorum bu binbir anlami icinde gizleyen öykülerini.
yüregine saglik sevgili Onur Bilge
sonsuz sevgimle
hicbitmez tarafından 1/22/2010 4:08:02 PM zamanında düzenlenmiştir.