- 1065 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
282 - EL MUSAVVİR
Onur BİLGE
Nazan, Işıl’ı sakinleştirmeye çalışarak lavaboya götürdü. Ellerini, nasıl ve kaç kere yıkadığını bilmiyoruz. Kendini bir türlü rahat hissedemiyordu. Çantasında; küçük, yassı ve yuvarlak bir şişede limon kolonyası varmış. Çıkarıp, kâğıt mendillere döküp döküp sildi. Define ona, ömür boyunca unutamayacağı bir ders vermiş oldu. Olay, her salyangoz görüşünde, sağ cebinde bulacağı; soğuk ve kaygan ıslaklık, unutulmaz bir hatıra olarak anı defterine kaydoldu.
O, hâlâ ellerini silip, temizlemeye çalışadursun, diğerleri aralarında konuşmaya devam ediyorlardı. Birkaçı, bulmaca karelerini doldurma derdindeydi, birkaçı da sınavlara nasıl hazırlanmak gerektiğini tartışıyordu. Define, kendisine soru yöneltildikçe, herkes için gerekli olan nasihatler veriyor, aklınca pratik çözümler önererek, herkese yardımcı olmaya çalışıyordu.
Ayşe ise, evlenme hazırlığı ve telaşı içindeydi. Düğün günü yaklaştıkça kendisini evcümen bir hanım olarak hissetmeye başladığını söylüyordu. Bu ara eşya alıyorlar, eksiklerini tamamlıyorlardı. Bulmaca çözmekte olanlara:
“Sizin başka bir işiniz yok mu, ya? Çok mu lazım, bulmaca? Onu sonra çözersiniz. Şuraya geldik, biraz konuşalım. Akıl akıldan üstündür. Bana bir akıl verin. Ne yapacağımı şaşırdım.” dedi. Orçun, başını kaldırıp ona bakarak:
“Hangi konuda?” diye sordu.
“Ev eşyası alma konusunda... İnegöl’e gittik, mobilyacıları dolaştık. Bir aklım diyor ki ‘En iyisini en güzelini al, alacaklarının! Dayanıklı tüketim maddeleri bir kere alınır.’ Bir aklım da, ‘Nasılsa oradan oraya tayininiz çıkacak. Taşınırken kırılıp dökülecek. Ne gereği var? Kendi eviniz oluncaya kadar pahalısına kaçma! Ucuz yollu, harcıâlem bir şeyler al! Alacakların, halı gibi yükte hafif, pahada ağır, dürülüp taşınabilecek, ziyan olmayacak şeyler olsun. Ev eşyasına değil, altına yatırım yap. Enflasyonist dönemdeyiz. Altın fiyatları fırlayacak! Takıya ağırlık ver!” Ne yapacağımı şaşırdım. Siz ne diyorsunuz? Ne yapsam?”
“Bence, evliliğin başında, iki kişiye yetecek kadar, zaruri eşyalar alın. Sade döşenmiş küçük bir ev, size yeter. Üç oda bir salon ev tutup, döşemek için servet ödemek, akıllıca bir iş değil. Ne yapacaksınız kocaman evi? İçinde at mı koşturacaksınız? Bir oda bir salon yeter. Eşya, ölü yatırım... Küçük bir ev tutun, ucuz ve az eşyayla döşeyin. Mümkün olduğu kadar altın alın. Kısa süre sonra ikiye üçe katlanacak. Eşya, eskiyecek, zamanla demode olacak. Hem evde eşyalar oturacak. Siz, akşamdan akşamda gelip, yatacak, sadece eşyalar için boşu boşuna o kadar kira ödeyeceksiniz. Evliliğin ilk yılları öyle olur. İkiniz de çalışıyorsunuz. Sabah, gözünüzü açar açmaz işe gidecek, akşam dönecek ya da dışarıda yiyeceksiniz. Yemekten sonra ya arkadaşlarınıza gideceksiniz ya da onlar gelecek. Diyelim, çevre edinmeyecek, baş başa olmayı tercih edeceksiniz, o zaman da birlikte çıkıp gezeceksiniz. Bir cumartesi pazarınız var, gezmeye ayırabileceğiniz. Onda da evde oturmayı tercih edecek değilsiniz. Evi ve eşyayı çok abartmayın, bence. Yine de siz bilirsiniz.”
“Annem diyor ki: “Kızım, önce üç oda bir salon, geniş bir ev tutun. Döşesinler. Alırlarsa, şimdi alırlar. Evlendikten sonra onlardan eşya isteyemezsiniz. Almazlar. Kendiniz almak zorunda kalır, zorlanırsınız. Bursa’da, evi erkek tarafı döşüyor ya... Nasıl yapsak, dede?”
“Kızım, siz daha iyi bilirsiniz. Ben, cahil bir adamım ama yine de fikrimi merak ediyorsan, söyleyeyim. Aranızda anlaşmaya bakın. Mademki ev eşyası oğlan tarafının, o zaman size eşya için verecekleri parayı, arzu ettiğiniz gibi kullanma hakkı versinler. Bir ev döşemeye ne kadar para ayırmışlar? Şu kadar... O parayı size versinler, istediğiniz gibi değerlendirin. İster tamamıyla Avrupa’ya balayına gidin ister tamamını altına yatırın ister eşyaya verin. Ne yaparsanız yapın! Nasıl içiniz rahat edecek, nasıl mutlu olacaksanız, öyle... Ben sana sorayım, sen ne yapmak istiyorsun?”
“Ben, ele güne karşı, evli arkadaşlarımınki gibi modern eşyalarla döşenmiş bir ev hayal ediyorum. Annemin istediği gibi büyük değil. Avrupalıların evleri gibi... Ev dekorasyonu için bazı mecmualar var. Onlardan aldık. O kadar az eşyayla öyle güzel evler döşemişler ki! Bayıldık! Her şey birbiriyle uyumlu... Şekillerine, renklerine kadar... Her eşyanın birkaç kulanım şekli var. Her mobilyanın birkaç işlevi... Harika eşyalar! Fakat onları Türkiye’de bulmak imkânsız... Bizde henüz klasik mobilya takımları üretiliyor. Ağır ağır koltuklar, kanepeler, kalafat yemek masaları, daha oturmadan kırılacak sandalyeler... Bu işten köşe dönenlerin çokluğu ondan... Al, kırılsın, at, yenisini al! Onlar boyuna kazansın! İsraf!..”
“Onlarda nasıl? Şu açılan yatılan, sonra kaldırılan, duvara dayanan, yer kaplamayan iki kişilik yataklar falan gibi mi?”
“Sadece yatakta değil, her şeyde akıllıca bir tasarım var. Evler küçücük, eşyalar portatif... Mesela, ben evimim küçük mutfağını, masa ve sandalyelerle iyice daraltmak istemiyorum. Pencere kenarındaki köşeye monte edilmiş, açılıp kapanan panzot kaplı iki tane uzun ve dar oturak, iki tabure, kırılıp katlanabilen, katlanarak duvardaki yerine asıldığında, üstündeki dekoratif desenlerle pano görünümü veren bir masa istiyorum. Yemek yiyeceğimizde oturakları kaldırıp, altlarındaki ayakları çıkarıverelim, masayı indirip açalım, iki kişiysek, taburelere bile gerek yok, yemeğimizi yiyiverelim. İşimiz bitince, her şey yerine... Fakat ne böyle mobilyalar var ne de evimiz... Onun için hayallerimi ertelemek zorundayım.”
_ “Tabi ki bunlar, kendi eviniz oluncaya olabilir. Hem de daha çok yazlık evler için uygun... Allah, mezarın bile genişini nasip etsin. Şöyle denize nazır, bahçeye açılan geniş bir balkonu olan bir evin olsa, kışın içerdeki mutfak masasında, yazın balkonda yemek yesen, istemez misin? Önünde envaiçeşit yiyecek, balkonda rengârenk çiçekler, bahçede yemyeşil, meyvelerle donanmış ağaçlar, arkada muazzam bir deniz manzarası... Hele bir de mutluysan, yediğin zehir, giydiğin kefen değilse, keyfine değme gitsin!.. Birer de kahve içermişsiniz yemekten sonra şöyle okkalıca, karşılıklı... Eh artık beni de davet edersiniz, haftada, ayda bir. Yılda da olur, canım.”
“Ah, keşke! Olsa da her zaman davet etsek ama nerde?”
“Gençliğimde, öyle bir evde oturmuştum, ilk evlendiğim yıllarda. Kirasını karşılayacağım, diye canım çıkmış, o yaşta belim bükülmüştü! Oturduğum yeri bilmezdim, yorgunluktan! Nerden ne alacağımı, ne üreteceğimi, nasıl satacağımı, nerden alıp nereye kapatacağımı bilmezdim. Bir süre öyle gitti. Sonra borçlandım. Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’nin külahını Ali’ye giydire giydire bir süre daha idare ettim. Sonra idare edemez oldum. Evin yolunu şaşırdım. Babadan kalma evi sattım, doğru taşraya... Ondan sonra hep aşağıya, hep aşağıya... Ne ev kaldı ne bark; ne aile ne ocak... Çok şükür ki sığınacak bir sığınağım var, kiralık. Ah, akılsız kafam!..”
“Neden öyle düşünüyorsun, dede? Bir günlük beylik, beylik!.. En azından yaşadın ya, yater!..”
“Yaşadım mı süründüm mü bilemedim! Manzara bana bakıyor, belki bir şey anlıyordu ama ben dünyayı görmüyordum, parasal sıkıntımdan! Evime her gelen, saraya gelmiş gibi ferahlıyor, geniş kadife koltuklardan, boydan boya bir duvarı kocaman camlarla kaplı, geniş balkonlu salondan denizi seyretmenin keyfini çıkarıyor, bana gıpta ediyordu. Ben de onların rahatlıklarına ve ruhlarındaki huzura imreniyordum. Keşke ona buna borcum olacağına küçücük bir barakada oturuyor olsaydım da yorgun argın evime geldiğimde, tarhanaya kaşık sallayıp, başımı yastığıma koyar koymaz uyuyuverseydim! Ah, aptal kafam, ah!..” Orçun:
“Ayşe, sen yine benim dediğimi yap. En iyisi o! Altın al. Takı da takılacak sana. Yarım kilo, bir kilo altının olsun. O, enflasyon nedeniyle katkanadursun, her ay kazancınızdan arttırıp altın almaya devam edin, kendi evinizi almaya bakın. Önce ev! Eşya kolay... Bir evin olsun, kiradan kurtul da gerisi kolay. Kazan kazan, ev sahibine ver! Oturduğun evi defalarca satın al, kira kira dolaş! Bu, rasyonel bir düşünce tarzı değil. Yine de deim ya... Sen bilirsin! Hayat senin! Keyif senin!”
“Doğru söylüyorsun. Biz, çok görgüsüz insanlar haline geldik. Aslımız kıl çadırlarda göçebe ve mutlu yaşamış. O yayladan sıkıldıysa diğerine göçmüş. Derdi tasası da yokmuş. Sütü, yoğurdu, ayranı, yağı, peyniri balı... Mutlu mesut yaşamış gitmişler, yıllarca.”
“Osmanlı döneminde, yerleşik düzene geçince, iş değişmiş. Evler yapılmış, eşyalar düzülmüş, geçim derdi, ev bark gailesi artmış. O zamandan beri artmaya devam etmekte... Fakat bunun bir sonu yok ki! Ev alırsın, köşk olsun; köşk alırsın sarayın olsun istersin. İhtiyaçlar sonsuzdur, tatmin edilemez! Öyle değil mi dede?”
“Sadece köşkle de bitmiyor ki iş! Hizmetçisi, uşağı, arabacısı, kâhyası... Lalası, dadısı... Biter mi evladım? Peki, Ayşe... Halit ne diyor bu konuda?”
“O, ben nasıl istersem öyle olmasını istiyor. Bana bırakıyor. Ben, bildiğin gibi eşya derdine düştüm. Renk, şekil ve düzen konusunu bir türlü beceremiyorum. Aciz kaldım. O mağaza senin bu mağaza benim, geziyorum, bakıyorum, biri diğerine uymuyor, piyasadakilerle istediğim gibi olması mümkün değil. Allah, kâinatı yaratmış, döşemiş; her şey birbiriyle uyumlu, her şey birbirini tamamlıyor. Şöyle bir etrafıma bakıyorum da hayran kalıyorum! Ne kadar zevk sahibi! Ne kadar büyük bir akıl ve zekâ işi sergiliyor, yaratılış ve yaşatılışta! Gökyüzünden yeryüzüne, her yerdeki renkler, şekiller, yaratılan maddeler son derece zevkli bir uyum içinde! Ne bir hata ne bir kusur ne bir yanlışlık ne de tesadüf var. Her şey milim milim hesaplanmış, mükemmel bir şekilde yaratılmış, her yer muazzam bir şekilde döşenmiş! Sadece hayran hayran seyrediyorum.”
“Sadece hayran hayran mı?” dedi, Define. “Sadece hayranlıkla mı? Hayretten hayrete düşüyorum! Hayretler içinde kalıyorum! Sen ne diyorsun!.. Akıl alacak güzellikler değil, detaya inildiğinde aklımı kaybedeceğimi zannediyorum!.. Bir kelebeği seyret! Bir kaplumbağayı... Bir salyangoza, bir sineğe, döktüğü sanata bak! Kuşuna kurduna verdiği emeğe... Her yarattığının dışını, bazen altını üstününü farklı, fakat en uyumlu renklerle boyamış, yılanına kadar nakışlamış! Hangi bir yarattığını anlatayım? Ben dile getirmekten acizim, onun için o kadar kolay ki! Sadece dilesin ve: “Ol!..” desin, yeter! Ona hiçbir şey zor gelmez! Allah-ü Teâlâ, Musavvir’dir.”
“Musavvir mi? Nasıl?”
“Tasvir eden, her şeye farklı bir suret ve şekil vererek, mahlûkatını dilediği sıfat ve istediği surette yaratan. El Musavvir, Allah’ın güzel isimlerindendir. ” Işıl, merakla:
“Dedeciğim, Neşe diyor ki: “Burunla alay edilmez! Burnun yapılması en zordur. Allah, insanı yaratırken, burun kadar hiçbir uzvun yapılmasında zorlanmamış. Onun için birisi öldüğünde, elli ikinci gün burnu düşermiş. Bir yedisinde, ‘Yedi Mevlidi’ yapılırmış; bir kırkında, bir de elli ikisinde... Burnu düştüğünde yani... Doğru mu bunlar? Hurafe, değil mi?” diye sordu.
“Allah, yedi kat yerleri ve gökleri yaratmış, topraktan böyle mükemmel bir yapıyı yaratmış, zorlanmamış da, burnu yaratırken mi zorlanmış? Olur mu öyle bir şey? Haşa!.. O’na, hiçbir şey zor gelmez! Zorluklar, bizim gibi acizler için...” Dedim ki:
“Siz ne zannediyorsunuz? Allah, küçükken oynadığım gibi çamur mu oynadı? Tövbe, Ya Rabbim!.. Allah’ın elleri mi var? Yerin göğün yaratıcısı, sadece murat eder ve emreder. Her şey hemen oluverir!..”
“Nefesi var ama! Adem Aleyhisselam’a üfledi ya...”
“Allah-ü Teâlâ, Efendimize: “Zorlaştırma, kolaylaştır!” demiş, anlayabileceğimiz şekilde izah etmesini önermiştir. O da her seviyeden insanın anlayabileceği şekilde dramatize ederek anlatmış, örneklemelerle açıklamalar yapmıştır. Cennette, ay gibi boşlukta duran köşklerden bahsettiğinde, oraya nasıl çıkılacağını sormuşlar: “Kuşlar gibi...” diye tarif etmiş. Oraya merdiven dayayacaklarını zanneden kişilerin yaşadığı bir devirde, akıl almaz işleri onlara nasıl anlatabilirdi? Bu kadar basite indirgeyerek anlatmış. Şimdiki çağda gelmiş olsaydı, kuantum fiziğiyle izah ederdi. Onun için o nefes, o nefes değil, o üfleme de o üfleme değil! Allah, nefes alıp vermez. Nefese de ihtiyacı yok. Allah, ihtiyaçtan münezzehtir. Melekler nefes alıp veriyor mu? Havasız ortamda da yaşıyorlar. ”
“Konuşuyor ama... Musa Aleyhisselam’la konuştu. Konuşma, nefesle olmaz mı?”
“O konuşma da bu konuşma değil. Yani, ağızla boğazla, ciğerle ve nefesle olan, çaba sarf etmeyi gerektiren bir konuşma değil. O’nun, bütün bu organlara ve çaba sarf etmesine de gerek yok. O konuşma, idrakimizi zorlayan bir konuşma...”
“Nasıl yani?”
“Rüyada konuştuğun gibi...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 282
YORUMLAR
Yaşadım mı süründüm mü bilemedim! Manzara bana bakıyor, belki bir şey anlıyordu ama ben dünyayı görmüyordum, parasal sıkıntımdan!
evet ne gerek var bunca borca dünya ile ilgisini kesiyorsa insan düsünmekten.
bir cesit özenti milletle kiyas icinde insanlar.
herkes hesabina bakacak.her ev ayri dönüyor.
güzel bir yaziydi yine sevgili Onur Bilge
emegine saglik begenerek okudum yazini bir pazar sabahi.
sonsuz sevgimle.