- 1152 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
281 - EL BARİ
Onur BİLGE
Işıl’ın şakasının ardından gelen ciddi söyleşimizden sonra yaratılanlara bakış açımız farklılaştı. Etrafımızdaki her şeye daha dikkatli bakmaya, üzerinde düşünmeye ve o şeye, birbirimizin dikkatini çekmeye başladık. Kimimiz gökyüzüne bakıyor, bulutları seyrediyor kimimiz ayaklarımızın altındaki Bursa’yı seyrediyorduk. Bazı arkadaşlar, birbirlerine, ilk defa görüyormuş gibi bakıyor bazıları da çevredeki çiçekleri inceliyordu. Düşündükçe ve konuştukça; mesele, gittikçe derinleşiyor, inceliyordu. Herkes ince eliyor, sık dokuyordu. Âlimin dediği gibi kâinat kitabını okuyordu.
Birkaç genç Bediüzzaman’a, yani zamanın en iyisine gelerek, devrin değişmesinden, artık okullarda din ağırlıklı derslerin okutulmadığından yakınmışlar:
“Biz, yolumuzu nasıl bulacağız? Allah’a nasıl varacağız?” gibi sözler etmişler. O da:
“Kâinat kitabını okuyun!” demiş.
Çocuğun biri, kendisini rahatsız hissetmeye başlamış. Hayattan zevk alamaz bir halde, son derece mutsuz görünüyormuş. Annesi:
“Yaratılanlara tefekkürle bakmadığından olabilir mi?” diye sormuş.
Gerçekten de öyleymiş. Son zamanlarda, baktığı yaratıklar üzerinde düşünmez olmuş. Herkes gibi, öylesine bakıp geçiyormuş.
Allah, her şeyi bizim için yaratmış. Kiminden maddi faydalar sağlamamız, kimini seyrederek mutlu olmamız için. Allah onları da, onları görecek gözü, üzerinde düşünecek beyni de vermiş. Tefekkür de gözün şükrü olsa gerek. Allah’ın; neyi, nasıl ve ne için yarattığını düşünen, aklı noksan değilse, düşüncenin sonunda Allah’a daha yakın olduğunu, O’nu biraz daha tanıdığını, eskisinden daha çok sevip, mutlu olduğunu hisseder ve şükreder. Mutlu olmak için, yaratılanlara boş bakmamak gerekir.
Bu düşüncelerin içinden sıyrıldığımda, Orçun’un gökyüzüne bakmakta olduğunu fark ettim. Az önce Nihat bulutları seyrediyordu. Şimdi de o...
“Orçun, orada ne gördüğünü, ne hissettiğini anlatsana bize! Nihat, sen de bulutları seyrediyordun. Sana ne anlatıyor, baktığın yer?” Orçun:
“Gökyüzünde kıpır kıpır olduklarını, dans ederek uzaklaştıklarını görüyorum. Boyuna şekil değiştiriyorlar. Bana, el ele tutuşarak, bir halk oyunu oynuyorlar gibi geliyor. Hani hep birlikte hareket ederek, çeşitli pozisyonlar alarak, halden hale geçen tablolar oluştururlar ya; resmedilse, her karesi farklıdır. Aynen öyle... Bir de renkleri büyülüyor beni. Gökyüzü, genellikle bu renk... Yani açık mavi... Onlar, genellikle beyaz... Fakat bazen yeşilimsi, sarımsı bazen kızıl... Rengârenk oldukları zamanlara da rastladım. Gökyüzüyle ne kadar uyumlular! Aralarında kıpkırmızı veya kapkara bir şey yok. Açıksa, hepsi açık; koyuysa, hepsi koyu... Bazen de gökyüzü füme rengi oluyor. Bulutlar da gri veya beyazın tonları... Bazen de gökyüzü aniden değişiyor; bir felakete gebe gibi, sararıyor, kızarıyor. Ardından korkunç bir fırtına, sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur geliveriyor! Sonra öfkesi diniyor, hiçbir şey olmamış gibi güneş açıyor. Allah’ın, çeşit çeşit işleri var.” diye, düşüncelerini dile getirdi. Ardından Nihat:
“Bulutlar bana diyorlar ki: “Allah, bizi boşuna yaratmadı. Yarattı ve insanların seyretmesini arzu etti.” Düşünüyorum, hak veriyorum. İsteseydi, hava gibi görünmez yapardı da biz, yeryüzüne inen suların nereden geldiğini, bu işin nasıl olduğunu kolayca tahmin edemezdik. Ancak bir düşünür akıl yürütür de isabet ettirirse veya bir âlim ispatlarsa, aklımız yatabilir, belki hâlâ içimizde, az da olsa bir şüphe kalırdı. Oysa suyun halden hale geçmekte oluşu, ne kadar bariz! Yağmurun oluşumunu, küçük bir çocuk bile anlayabilir. Basit gibi görünen bu olayda; Allah’ın gücü, apaçık ortada! Buharlaştığını ve yükseldiğini net olarak görememiş olsak bile, bulut haline geldiklerinde, film gibi seyrediyor, Allah’ın kudreti karşısında aczimizi bir kere daha anlamış oluyoruz. Tonlarca suyu, tüy gibi uçuruyor, kilometrelerce yükseltiyor, indiriyor; gökyüzünde bir uçtan bir uca gezdiriyor... Hiçbir şeyin zor gelmediği gibi, O’na bu da zor gelmiyor.” diyerek, aklından geçenleri anlattı.
“Mahir, sen de çiçeklikteki çiçekleri seyrediyordun. Haydi, sen de anlat, nasıl tefekkür ettiğini, bari!”
“Ben Bari değilim. Olmam, asla!.. Bari olan, Allah’tır.”
“Laf oyunu yapma! Bilgiç şey, sen de! Anlat, haydi!”
“Heidi de değilim. Mahir’im!”
“Mahirsin, biliyorum. Her işte mahir...”
“Söyle, söyle! Gerisini de söyle!”
“Anlayan anlamıştır. Anlayan, anlamayana anlatsın!”
“Gerisinde de bir sıfatın hatalı kullanımı var. Tahir, temiz demek. Taharet’ten gelir. ‘Taharet’; ‘temizlik, abdest bozan şeylerden biri bulunmayan anlamlarına gelir. Orada sıfatla özel isim arasında da tezat var. Bir musiki makamı da aynı adla adlandırılır. Tahir makamı... Mutlaka duymuşsunuzdur.”
“Hem Mahir’le Tahir’in uyaklı olmasına, hem de durumla zıtlık teşkil ettirilerek, komik bir hale getirmeye çalışılmış ve başarılmış.”
“Harika sözlerimiz, değimlerimiz, atasözlerimiz var!”
“Dalgacı! Haydi, sadede gel!”
“Çiçeklere bakıp tefekkür ederken, Saadet’e değilse de mutluluğa geldim.”
“Neler düşündürdüler, sana?”
“Neler düşündürmediler ki! Ey, Bari olan Allah’ım! Ne kadar güzel yaratmışsın evreni! Her şeyde mutlaka bir güzellik saklı! Çiçeklerdeyse, güzelliğin apaçık! Yarattığın, bu kadar güzel! Ya Sen ne kadar güzelsin, kim bilir!..”
“Mahir, ‘Bari’; ‘yarattıklarını, temiz ve sağlam bir nizamda yaratmak, olgunlaştırmak, her birine farklı özellikler ve güzellikler vermek’ demek değil mi?”
“Söylediğim gibi, Allah’ın adlarındandır. ‘Örneksiz yaratan’, demektir. Yarattıklarını, kendi aralarında ve çevrelerine uyumlu yaratır. Kâinata bakıldığında, her göze çarpan tablonun, tek bir ressam elinden çıktığı apaçık ortadadır. Hiçbir şey, diğerleriyle uyumsuzluk içinde değildir. Her yaratılan ve yaratılanların tümü, farklı puzzlelerdir. Bir puzzlenin parçaları, diğerine uymaz. Bir parçasından, hangi puzzleye ait olduğu kolayca bilinir. Yaratılanlar, görünüş itibariyle olduğu gibi, işlev ve yarar yönüyle de iç, dış ve topluca uyum içindedirler. Her yaratılan, birbirine lâzım ve onlarla uyumludur. Hepsi, birbiri içindir.”
“Allah’ın Bari ismi, Kuran-ı Kerim’de, Halik ve Musavvir’le bir arada geçiyor.”
“Evet. Üç yerde geçer. Haşr Suresi’nnin 24. Ayeti’nde: " O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlib olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” Bakara Suresi’nin 54. Ayeti’nde de, Tevvab ve Rahim isimleriyle beraber geçer. En güzel isimler O’nundur. Var eder, her bir varlığa farklı bir suret verir. Hem de örneksiz ve yoktan var eder. Yaratış yönünden, üç sıfatı vardır: İbda, Halk ve Tedbir... ‘İbda’, ‘yoktan var etmek’ demektir. ‘Halk’, ‘bir şeyden var etmek’... ‘Tedbir’, ‘evrende her yaratılanı idare etmek’ demektir. Göklerde ve yerde ne varsa, her şey Allah’ı yücelterek tespih eder. Hüküm ve hikmet sahibidir.”
“Bârî, Berae kökünden geliyor. Yani, Yaratıcı demek... İcat etmek değil ama... Takdir etmek ve yoktan var etmek... Tabi ki sadece Allah’a mahsus...”
“İnşa etmek anlamında da kullanılır. Takdir ederek icat etmek... Tabi ki sadece Allah’a mahsus... Öyle bir yaratış ki yaratılanlar temiz ve sağlam bir şekilde var edilmiş. Her biri özgün ve mükemmel...”
“Bir de ‘Bedea’ fiil kökünden gelen bad’a var. İcat etmek, örneksiz yaratmak... Hem de aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmek... Kaynaklarda böyle anlatılmış.
Bana da çiçekler, cenneti hatırlatıyor. Göz zevkimiz düşünülmüş. Her biri farklı giysiyle, yeryüzü defilesinin podyumunda boy gösteriyor. Stilist, son derece başarılı; modeller özgün, renkler birbirinden güzel! Her çiçeğin giysisi, farklı kesimde, renk ve desende... Her yaprak özgün... Bir bitkinin yaprağı, başkasınınkine benzemez. Bir yaprağını gören, onu tanıyabilir. Bir de kokuları, tatları var. Onlar da farklı... Naneninki başka, maydanozunki başka... Sadece göz değil, kör dil bile ayırabiliyor. Anlatmakla biter mi Allah’ın yaratıcılığındaki özellikler?
Göz, göze benzemez; ses, sese benzemez. Parmak izlerinden kimlik tespit ediliyor. Biri diğerine benzemiyor. Ya kar taneleri? Akıllara zarar!.. Sayısız güzellik ve sayısız farklı özellik... Bu nasıl bir sanattır!.. Subhanallah!”
“Subhanallah’ın anlamı ne?”
“Subhanallah; Allah’ın, noksanlardan uzak olduğu ve kemal sıfatlarla sıfatlandığı anlamındadır. Hani beş vakit namazdan sonra bir Ayet-el Kürsü okunur ve tespih çekilmeye başlanır ya... O zaman, önce ‘Subhanallah’ çekilir.”
“Biliyorum. Otuz üçer defa... Sonra Elhamdülillah, daha sonra da Allahu Ekber...”
“Sonra ne yapılır?”
“Üç İhlâs, bir Fatiha okunur ve dua edilir.”
“Hani derler ya: “Bilmediği beş vakit namaz, onu da şeytan bırakmaz!” sen de öylesin, aslında...”
“Öyle deme ya! Ruhum huzur bulmuyor ki! İçimde bir savaş var, heyecanı beni mahvediyor!”
“Biliyorum. Dışa da vuruyor ve Işıl Hanım, millete damga vuruyor.” diyerek güldüm. Define:
“A! Vallahi unutmuştum! Zinhar unutturma bana, Semiray! Işıl’dan alacaklıyım. Bire bir hakkım var. Mutlaka kullanmalıyım ama mutlaka!..” dedi, Işıl’ın yalvaran bakışlarını görmezlikten gelerek, o umursamaz tavrıyla. Kızcağız:
“Dede...” diyebildi.
“Dede mede yok! Allah yaratmış demeyeceğim! Cezanı kestim!” Neşe:
“A! Şuraya bakın! Bunlar, yağmur sonrası çıkıyorlar. Nemli yerleri seviyorlar. Zavallı çiçeğin yapraklarını delik deşik etmiş!” diyerek çiçeğin birisini gösterdi.
Adını bilmediğim bir çiçekti. Uzun ve geniş bir saksının her yerinden aşağıya sarkmıştı. Sarmal yapraklıydı. Salyangozun birisi, saksının içinden çıkmış, duyargalarını oynatarak yavaş yavaş ilerlemekte, gerisinde sümüksü bir madde bırakmaktaydı.
“Ne kadar güzel renkleri var! Deseni de harika!” dedim.
“Her şeyin bir düşmanı var. Bazı çiçeklerin düşmanı tırtır, böylelerinin de o!” dedi, İlkan. Herkes ona bakıyordu ve herkes birden konuşuyordu.
“Acelesi yok. Yiyeceği hazır. Allah, el kol vermemiş ya... Hazırcı seni!”
“Evi de sırtında...”
“İşi yolunda, sepeti kolunda...”
“Hiçbir şey umurunda değil... Yağmur yaş, yaz kış...”
“Kaplumbağa gibi ayak ağrısı da çekmez bu!”
“Ya kırkayak ne yapsın?”
“O, sadece kendisini taşıyor. Bir de evini yüklenseydi?”
“Ona neden kırk ayak verilmiş?”
“Kırk değil ya! Sözün gelişi...”
“Bir hikmeti vardır, mutlaka. Allah bilir. Belki de ibret için...”
“Sana mı verilseydi? İki bacağını nereye koyacağını bilemiyorsun, ikide birde ayağıma basıyorsun. Bir de kırkayak olsaydın, sağlam ayak kalmayacaktı hiç birimizde!”
“Oğlum, onu bırak! Babam iflas ederdi! Bir çift ayakkabı, iki ay dayanmıyor, bana!”
Salyangozdan girdiler, kırkayağından, kertenkelesinden çıktılar! Bir de bukalemundan bahsettiler. Bulunduğu ortama uyumundan... Allah, onu da öyle gizlemiş, düşmanlarından. Kamuflaj harikası!
Sonunda, Nihat bir gazete alıp geldi. Bulmacasını çözmeye başladı. Mahir’in de kelime haznesi geniştir. O da eğildi, üstüne... Işıl da... Kızlar, makyajdaki uyumdan bahsetmeye başladı. Herkes kendi âlemindeydi. Gruplar, kendi aralarındaki konuşmaların konularına adapte olmuştu. Bir süre sonra Define:
“Işıl, ceketin yeni mi?” diye sordu.
“Değil, dede! Temiz giyerim ben. Kaç senelik!” dedi Işıl.
“Cebinde ne var, senin?”
“Bilmem! Hangi cebimde, dede?”
“Şu cebinde... Sağ... Ceviz mi ne?”
“Yok artık! Cebimde ceviz...” diye elini cebine daldırmasıyla feryadı basması bir oldu!
“Ay!.. Bu da ne?” diye havalara sıçramaya başladı! "Pis bir şey! İğrenç! Yapış yapış! Soğuk! Ne yapacağım şimdi, ben?"
Dede, sakin sakin piposunu ağzına götürerek:
“Hiç!..” dedi. Salyangoz...”
Herkes tiksindiğini belirten ani bir hareket yaparak, farklı sesler çıkardı. Kızcağız, ne yapacağını şaşırdı. Ne çantasını açabiliyor ne mendil çıkarabiliyor! Lavaboya koşmayı da akıl edemiyor, yılan sokmuş gibi bağırıyordu! Define keyfini çıkarmaya başladı:
“Tiksinmeyin, canım! Abartmayın! Cilt için faydalıdır. Rimele mimele benzemez. Yapıştı mı çıkmaz. Allah’ın en temiz yaratığı! Her an gömlek değiştirir. Ceketini ne zaman çıkaracaksın, Işıl’cığım? Onunla mı dolaşacaksın? Onun evi var. Cebinden de emin...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 281
YORUMLAR
Allah, her şeyi bizim için yaratmış. Kiminden maddi faydalar sağlamamız, kimini seyrederek mutlu olmamız için. Allah onları da, onları görecek gözü, üzerinde düşünecek beyni de vermiş. Tefekkür de gözün şükrü olsa gerek. Allah’ın; neyi, nasıl ve ne için yarattığını düşünen, aklı noksan değilse, düşüncenin sonunda Allah’a daha yakın olduğunu, O’nu biraz daha tanıdığını, eskisinden daha çok sevip, mutlu olduğunu hisseder ve şükreder. Mutlu olmak için, yaratılanlara boş bakmamak gerekir.
evet her seyde bir mana bir güzellik vardir bakip görmesini bilene.
mutluluga hic ölcü vurulmaz.
cok güzel yüregine saglik
yine begeni ile okudugum bir öyküydü.her zaman ki gibi
sevgilerimle