- 1334 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
280 - EL HALİK
Onur BİLGE
Yeşil Çay Bahçesi, bizim espri mekânımız haline geldi. Orada, daha çok Define’ye sataşıyor, birbirimize şakalar yapıyoruz. Garson da tanıdı artık, yan gözle olacakları seyreder hale geldi. Etrafa biraz saygısızlık oluyor ama bizim masamızdan kahkahalar yükseliyor. İyi ki diğerleri de gürültülü konuşuyor da çok bariz bir şekilde ortaya çıkmıyor. Çevrenin ve caddenin gürültüsü boğuyor.
Dedenin, haşmetli bir Karadenizli burnu var. Uzun ve kemerli, kocaman deliklerinden kıllar sarkar, ucu da hayli olgun ve de dolgun. Işıl, kaşla göz arasında, çantasındaki kaşeye rimel sürmüş, solunda oturmakta olan dedeye:
“Dedeciğim, bir dakika bakar mısın?” dedi.
Define döner dönmez, avucundaki kaşeyi burnunun ucuna bastı. Yüzü zarfa; burnu, damgalanmış pula döndü. Adamcağız, ne olduğunu hemen anlayamadı.
“Ne o, kız? Burnuma, ıslak ve soğuk bir şey dokundu.” dedi. Işıl, burundaki yazıları, gülmekten zor okuyarak:
“Bankası, Bursa Şubesi... Sakın dokunma dede! Sana çok yakıştı! Birazdan para yatırmaya başlarlar. Köşeyi dönersin!” dedi.
“Ne yaptın kız, bana? Ne bankası? Ne gülüyorsunuz ulan? Suratımda maymun mu oynuyor? Bir ayna verin bakayım, ne yaptı bu deli, çabuk!” Dedenin solunda oturmakta olan İhsan, yazıya doğru eğilerek baktı ve:
“Olmamış. Sayfanın altında kalmış. Alnına vuracaktın, mührü.” dedi.
“İstida mıyım oğlum ben? Ne mührü? Bir de pullayın bari!”
“Dilekçelerden pul kalkalı, bir asır oldu, dede. Sizin zamanınızda, taştan mı oyuyorlardı?”
“He, öyle yapıyorlardı. Ukala şey! Daha sonra bakırdan yapmaya başladılar. Sonra da tunca döndüler. Dönüş o dönüş... Bir daha dönemediler.”
“Direksiyon mu kilitlendi? E, o dönemde yazı yoktu. Mühürlere resim mi kazıyordunuz?”
“Öyle yapıyorduk. Her birimizin resmini...”
“Frontal duruş, değil mi? Eller dizlerin üzerinde, dudaklar sımsıkı kapalı, gözler karşıya bakıyor. Ortada, muhteşem bir burun... Cepheden, değil mi? Yoksa profilden mi?”
_ “Hayır, hidrofilden... Verin ulan şu aynayı da bakayım, hal-i perişanıma! Işıl, her şey çıkıyor ya o çıfıt çarşısı çantandan, bir de ayna çıksın!”
“Tamam, dede! Bana bak! İşte ayna!” der demez, alnına da yapıştırdı. Yazısı, biraz daha solgun ama tam okunabilir halde çıktı.
“Yüzümde ne varsa, silmiyorum. Öylece kalsın! Herkes görsün, bana neler yaptığınızı. Beni kınamayacaklar, herhalde.”
“Karadeniz’de burun ana maddesi enflasyonu mu var, dede? Herkese bol keseden dağıtmışlar. Maşallah, sen de dağıtılırken ilk gidenlerdenmişsin. Bolca nasiplenmişsin. Daha büyür mü bu? Ne dersin?” dedi, İhsan.
“Sen de akıl dağıtılırken gecikenlerden olmuşsun. İyi ki önce gidip, çokça alanlardan olmuşum. Birazını da senin için sakladım. Bakıyorum, ihtiyacın var. Kötek de var bende... Burada olmaz...”
“Sen, bizim evin önünden geçersin... Anneme söylemezsem!”
“Benim annem, senin anneni döver.”
“Burunları dövüştürsek var ya... Dedenin burnu hepimizinkini döver!”
Bir süre söyleşip gülüştük. Mahir, her zamanki gibi yine sözü Allah’a getirmeyi başardı.
“Yeter artık, çocuklar! Kesin, şamatayı ya! Allah’ın yarattıklarıyla alay etmek, doğru olmaz. Şaka da olsa, dede yaratmadı ya... Bu sözler, Allah’a varır. Günah!”
Aklıma, yaşanmış bir olay geldi. Hacca gidip gelen bir yaşlı hanım anlatmıştı. Ben de onlara aktarayım, dedim:
“Kâbe’nin etrafında oturup, ibadet edip yakaranlar arasında; kapkara, çok çirkin bir adamcağız varmış. O da ağlayarak yalvarıyor, kaşlarını çattığı, ıstırapla buruşturduğu için yüzü daha da çirkinleşiyormuş. Yanaklarından yaşlar süzülüyormuş. Bizimkiler, nasılsa anlamaz diye aralarında konuşarak, seyretmekte oldukları tabloyu birbirlerine tasvir ediyorlar, gülüyorlarmış. Meğer adamcağız, zenci asıllı bir Türk’müş. Onlara dönüp:
“Boyayı mı kınıyorsunuz, boyacıyı mı?” demiş.
Bizimkiler, neye uğradıklarını şaşırmışlar! Yaşlı kadın bize:
“Öyle ya... Kendisini o yaratmadı ki! Nasıl helallik isteyeceğimizi bilemedik. Hakkını helal etti ama Allah bizi affeder mi, bilemem! Çok pişman olduk! O gün bu gün, kimseye gülmedim. Her yaratılana baktığımda, aklıma Allah geldi. Sakın ha sakın, kimsenin yaratılışıyla alay etmeyin!” dedi. Hangimizi kendimizi yarattık? Nasıl yaratıldıysak, Allah’ın verdiği... Bizim kendimizden neyimiz var?” dedim.
Yaratılış ve kusurlarla alay etmenin doğru olmadığı konusunda, herkes bir şeyler anlattı. Dede, kınama hususunda konuştu. Kınayanın, kınadığını yaşamadan ölmeyeceğinin ayetle sabit olduğunu söyledi. Kahkahalarımız, daha o zaman kesilmişti. Çoktan ciddileşmiştik. Konuşmalar arttıkça, yüzlerimizdeki tebessüm, yerini endişeli bakışlara bıraktı.
Üçüncü çaylarımızı getirdiğinde, garson da fark etti ve kaşenin bıraktığı yazıyı okuyunca, kendini tutamayarak gülmeye başladı. Olay esnasında masamızdan kahkahalar yükselince, ikide bir bakmaya başlamış, konuyu anlamaya çalışıyordu. O gidince dede:
“Garsona da rezil olduk. Zaten önceden de tek ayakkabıyla çıkmıştım buradan. Arkamdan bakıp, gülmüştü. İki oldu.” dedi. “Buradan, ta Heykel’e kadar tek ayakkabıyla yürütmüştünüz beni. Ulan, sizin bana etmediğiniz kalmadı ama ben hâlâ sizi seviyorum. Ah, akılsız kafam!.. Sizinle yola mı çıkılır be?” diye güya bize de kendisine de kızdı.
O da gülüyordu. Alnındaki yazılar, mimik yaptıkça dans ediyordu. Bir ara, her zamanki gibi eli burnuna gitti. Konuşurken sık sık yaptığı bir harekettir. Burnunun ucundaki harfler birbirine girdi.
Dededen özür diledik. Hakkını helal ettirdik ama yüzünü yıkattıramadık. Orada oturduğumuz sürece ne sildi ne de silmemize müsaade etti. Işıl’ı öyle bir cezalandırdı ki bir daha öyle bir şey yapmamaya karar verdi. Olay, hepimize ders oldu ama Define de şakacı... Hiç altında kalır mı? Işıl’dan acısını çıkaracağını söyledi. Her türlü şakaya gelir, şaka yapmayı da sever. Merak içindeydik. Acaba ona ne oyun edecekti? Hemen mi daha sonra mı? Sakin ve sabırlı görünüyordu.
“Dede, sen boş ver! Işıl’ı Allah ıslah etsin! O akıllanmaz! Yine sen onu affet. İyilik et!”
“İyilik et, at denize! Balık bilmezse, Halik bilir.”
“Yok. Benim dinimde: “Sağ yanağına tokat atana, sol yanağını uzatmak yok! Işıl Hanım’a bir iyilik yapacağım. Hiç merak etmeyin! Benimki, yıkayınca çıkacak, onunki çıkmayacak! Cildi eskiyecek, yıkaya yıkaya! Uzun süre de unutamayacak!”
“Halik ne demek? Her zaman söylüyorum. Türkçe konuşun, anlayamıyorum!”
“Bilmiyor musun? Halûk olsaydın, daha çok okumaya zamanın kalırdı. Araştırır, öğrenirdin.”
“Ben erkek miyim, Haluk olacak?”
“Haluk değil... ‘Halûk’, ‘iyi huylu, herkesle geçinen’ demek...”
“Ben sana onu mu sordum?”
“Peki... ‘Halk’, ne demek?”
“Ahali, insanlar...”
"Bilmiyor musun? ‘Halk’; ‘yaratma, icat, insanlar, insanlardan bir bölük’ anlamlarına gelir. ‘Halik’, ‘Yaratıcı’ demektir. Yani, Allah’ın yaratıcı olduğuna işaret eden bir sıfat...”
“Bir eser yaratmak...”
“Evet, ama buradaki anlamı, sanatkâr için kullanılan anlamdaki ‘yaratmak’ değil. Bir şeylerden bir şeyler yapmak, yaratmak değil, bir şey elde etmektir. Keşif ve icattır. Yaratılan, yaratamaz. Bir tek atom bile yapamaz. ‘Yaratmak’, ‘yoktan var etmek, benzersiz bir şey oluşturmak’ demektir. Onun için bu sıfatla, sadece Allah anılabilir. Görülen görülmeyen her şeyi Allah yaratmıştır. Her şeyi yoktan var eden, şekilden şekle geçiren, büyüklükte eşiz olandır.” dedi, Mahir. Dede, açıklamaya başladı:
“El Halik ismi, Allah’ın subuti sıfatlarındandır. Kur’an’ı Kerim’de sekiz kere geçer. Yüz elliden fazla da yaratmak ve türevleri vardır. “Kün!..”, yani “Ol!..” emriyle kainatı ve içindekileri yaratmış, yaratmaya devam etmektedir. Yeryüzündeki her şeyi insan için, insanları ve cinleri de kendisini aramaları, bulmaları, tanımaları ve ibadet etmeleri için yaratmıştır
Hiçbir canlı, yaşam biçimini tayin edemez. Allah, dilediği gibi yaratır ve nasıl yaşayacaklarını takdir eder. Her canlı, O’nun kararına boyun eğmek zorundadır. Belli bir vakte kadar yaşatılır ve öldürülür. Kimse bu süreyi belirleyemez, yaşlanmayı engelleyemez, ölümü durduramaz. Her yaratılan acizdir, aczini kabul etmek zorundadır. Allah, her şeyin yaratıcısıdır, tektir ve kahredici olandır. Bizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürüleceğiz.” Mahir:
“Eskiler, "Yâ Hâlik" ismini, gece okuyan için bir melek yaratılır; o melek, kıyamet gününe kadar ibadet eder ve sevabı o kimsenin olur.” derler.” dedi. Necla:
“Çocuğu olmayan bir kadın, yedi gün oruç tutup iftar vaktinde "Yâ Musavvir, Ya Bari, Ya Hâlik" isimlerini 21 kere okuyup su üzerine üfler ve o suyla iftar eylerse bu isimlerin hürmetine, kendisine salih bir çocuk ihsan edilirmiş.” diye, duyduğunu aktardı. Dede, o konudaki son sözü söyledi:
“Bir insan, ihlâsla "Yâ Hâlik" ismine devam ederse, maddi ve manevi her hastalıktan kurtulur, işlerinde başarılı olurmuş.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 280
YORUMLAR
Kınayanın, kınadığını yaşamadan ölmeyeceğinin ayetle sabit olduğunu söyledi.
evet bencede.
hic bir seye mana bulmaya gelmez
gülme komsuna gelir basina da derler ya hani.
yine güzel di yine güzeldi ve hep güzel bu yazilarin.
yüregine emegine saglik sevgili Onur Bilge.
sonsuz sevgimle