-MODERN ZAMANLARIN BİLGE ŞAİRİ: SEZAİ KARAKOÇ-
Cemal Süreya onu şöyle tanımlıyor :
"Sıkıştırılmış Deha"
Medeniyetimizdeki kademeli geçişleri anlatan MASAL şiiri
insanlığı beklemekte olan Batı menşeili tehlikeleri de özet halinde anlatmaktadır.
Bilmeyenler için önce şiiri, daha sonra da açılımını veriyorum.
MASAL
Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğullari batıya vardı
Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağin rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı
İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları aci ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu
Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya
Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan
Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda
Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
Içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadi
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara
Baba ölmüştü acısından bu ara
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değistiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz tasıyanlar
.
Sezai Karakoç
..................................................................................................................
Yağmur Dergisi
Sayı 37
Şiirin Açılımı ;
"Modern Türk şiirinin kilometre taşlarından biri olan Sezai Karakoç, aynı zamanda yaşadığı coğrafyanın problemleri üzerine düşünen ve bu problemlerin çözümüne dair önemli fikirler beyan eden değerli bir düşünce ve sanat adamıdır. Cemiyetimizin yaşadığı birçok probleme ‘medeniyet’ perspektifinden yaklaşan Karakoç, ona yüklediği mânâlar ve getirdiği orijinal yorumlarla çağdaşı birçok şair ve yazardan ayrılır. Sezai Karakoç’un medeniyet anlayışını ve onunla irtibatlı kavramları bilmeden, birçok eserini olduğu gibi, ‘Masal’ şiirini de tam olarak anlamak mümkün değildir.
Çünkü Karakoç’un yazı ve şiirlerinde çağını ve tarihî hâdiseleri yorumlarken ortaya koyduğu hemen hemen bütün kavramlar, sistemleştirmeye çalıştığı medeniyet anlayışının içinde bir mânâ ve bütünlük kazanır.1 Sezai Karakoç’a göre medeniyet; insanoğlunun asıl gayesini gerçekleştirme çalışmalarından, ona varma anlayışından, onu bulma ve kaybetmeme gayretinden, o yöndeki duygu ve düşüncelerini ifade isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerin, teori ve pratiğin, tasarım ve eserlerin reel ve potansiyel güçlerin tamamını ifade eder.2 Ona göre medeniyet, ruhun bir nevi dışa yansımasıdır.3 Karakoç’a göre ‘iyi’ ve ‘kötü’ olmak üzere, özünde birbirinden tamamen farklı iki medeniyet vardır ve bu iki medeniyet insanın yaratıldığı günden beri,birbiriyle devamlı mücadele hâlindedir. Karakoç, ‘kötü’nün de bir medeniyetinin olduğunu ifade eder; çünkü o da örgütlenmiş, güçle donanmış ve kendini haklı görmenin felsefesini düzenlemiştir. Kötünün medeniyeti; inanca karşı ‘felsefe’ adı altında ‘kara felsefe’yi, ruha karşı maddeyi, ulvîye karşı süflîyi, huzura karşı sıkıntıyı, âhenge karşı kaosu çıkarmıştır. Karakoç, gerçek medeniyetin Ortadoğu’da neşv ü nema bulduğu fikrindedir. İslâm medeniyeti, bugün bu medeniyetin tek vârisi durumundadır. Hz. Âdem aleyhisselâm’la başlayan iyinin medeniyeti ‘ak medeniyet’; bir vahiy, hakikat ve kitap medeniyetidir. İslâm medeniyeti, bu medeniyetin devamı hükmündedir. Karakoç’a göre Batı’nın; hakikatin, peygamberlerin medeniyeti olan İslâm medeniyetinin karşısına her devirde dikilmesi, insanın yaratılmasıyla başlayan savaşın sürdüğünü göstermektedir. Sezai Karakoç, medeniyet telâkkisinin ışığında ‘millet’ mefhumuna da yeni yorum ve tarifler getirir. Ona göre din ve medeniyet, bir tarafıyla da, ‘bir millet örüştür.’ Onun düşünce dünyasındaki millet, günümüzün sosyolojik millet kavramından oldukça farklıdır.
Sezai Karakoç’un ‘millet’i; bir ırk ve dilin toplayıcılığından değil, bir idealden ve inanç etrafında örgütlenişten doğar. Ona göre millet; tarih, inanç ve şuurun ışığında geleceği hedef alan bir örgütleniş iradesinin müşahhaslaşmasıdır. Millet, hakikat uygarlığını gerçekleştirme hedefini yegâne gayesi yapmış bir ideal toplumudur. Karakoç, İslâm milletini meydana getiren ırkların, dinin birleştiriciliği altında millet kardeşliğine yükseldiğini ifade eder. Karakoç’un millet telâkkisinin temelinde, dinin ikliminde doğup gelişen bir medeniyet vardır ve onun tarif ettiği millet, bu medeniyetin kaideleri üzerinde yükselir. Karakoç’un ‘devlet’ düşüncesi de, ‘medeniyet’ ve ‘millet’te olduğu gibi vahiyle münasebetlidir. Devleti, “İlâhî Kudret’in en çok göründüğü beşerî müessese” olarak tarif eden Karakoç, insanların yitirilmiş Cennet’e kendi teşkilâtlanmalarıyla varmak için ‘devlet’ten geçtiklerini belirtir.6 Ona göre, medeniyetin temelinde din, milletin temelinde medeniyet olduğu gibi, devletin temelinde de millet vardır. Devletin milletin iradesi doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini düşünen Karakoç, bu teziyle devlet-millet farklılığından kaynaklanan problemlere de önemli bir çözüm teklifi getirir. Sezai Karakoç’un medeniyet, millet ve devlet hakkındaki fikirlerini ihtiva eden bu ön bilgilerden sonra “Masal” şiirini yorumlamaya geçebiliriz. “Doğuda bir baba vardı Batı gelmeden önce Onun oğulları batıya vardı”.
Karakoç, siyasî sistem, kavram ve ideolojilerle hesaplaşırken Doğu ve Batı’yı medeniyet ekseninde ele alır; problemlerin, hastalıkların, güzelliklerin, çözüm arayışlarının, pratik modellemelerin tarihî ve felsefî temellerine inmeye çalışır. Ona göre her medeniyet, kendi mefhumlarıyla tanımlanır ve onların tarihî ve felsefî arka plânına yaslanarak yeni bir dünya görüşü inşa eder. Karakoç, medeniyet tarif ve yorumlamalarında Doğu ve Batı’yı coğrafî birer terim olarak değil, ruhun mânevî doğusu ve batısı olarak kullandığını özellikle belirtir. Ona göre gerçek medeniyet âdeta ortada doğmuş; fakat doğu ve batıya doğru sapmalar sebebiyle sahte ve düşman medeniyetlere dönüşmüştür. Sezai Karakoç’un düşünce dünyasında ‘ak’ ve ‘kara’, ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘bal’ ve ‘zehir’, ‘tuba’ ve ‘zakkum’ kadar birbirinden farklı olan ‘Doğu’ ve ‘Batı’; tarih boyunca birbirleriyle devamlı mücadele hâlinde olmuştur. “Masal” şiirinde, dayandıkları temeller itibariyle farklı olan bu iki medeniyetin birbiriyle münasebeti ve mücadelesi resmedilmektedir. Şiirin ilk kelimesi olan ‘Doğu’yu coğrafî tedâileriyle birlikte vahyin ışığında doğup gelişen İslâm medeniyeti olarak düşünebiliriz. Doğu’da ‘baba’ otoriteyi, yani bir nevi devleti temsil eder. Buradan hareketle, “Doğu’da bir baba vardı” mısraındaki ‘baba’, İslâmî hassasiyetleri nazar-ı dikkate alan bir devlet olarak yorumlanabilir. “Batı gelmeden önce/Onun oğulları batıya vardı” mısraı bir münasebetin başlangıcına işaret etmektedir. Demek ki, ilk aksiyonDoğulu babanın oğullarından gelmiştir; çeşitli fikirlerin sevkiyle önce onlar Batı’ya gitmişler, sonra da, Batılılar Doğu’ya gelmişlerdir. Hâdiseye tarih penceresinden bakıldığında, şiirin genelinde anlatılanlarla Osmanlı’nın son dönemleri arasında bir paralellik kurulabilir.
Türkler İslâm’la müşerref olduktan sonra Batı’ya doğru sürekli bir aksiyon içinde olmuşlardır. Fakat tarih içinde İlâ-yı Kelimetullah mefkûresinin sevk ve idare ettiği, kendini daha çok coğrafî olarak gösteren Batı’ya bu akış, Tanzimat’la birlikte fikrî plâna kaymaya başlar. Yani tarih içinde aksiyona mânâ kazandıran iman ve fikir, Tanzimat’la birlikte yavaş yavaş değişir. Bu tarihten itibaren hayatı şekillendiren, aksiyonlara yön veren fikirler genel itibariyle Batı menşelidir. Bu durum ilerleyen zamanlarda cemiyet hayatında tarihî bir kırılmaya yol açar. Birçok hususun mânâsının değişmesine sebep olan bu kırılma, büyük bir kriz meydana getirir. Cemiyeti saran kolektif bir ruh buhranı da diyebileceğimiz bu kriz, müessese ve nesilleri büyük nispette tesiri altına alır. İşte “Masal” bu kırılmanın, ruh buhranının ve ‘Doğu’ adına tekrar ayağa kalkma gayretinin şiiridir. Türk tarihinde önemli bir kırılma noktası olan fikrî plânda Batı’ya kayma hâdisesi, Karakoç’un şiir ve yazılarında orijinal sembollerle anlatılır. Nitekim Karakoç, peygamberler tarihini farklı pencerelerden değerlendirdiği “Yitik Cennet” isimli eserinin ilk cümlesinde, Batı’nın tesirine girmeden önceki hayatımızı Hz. Âdem aleyhisselâm ile Hz. Havva Validemizin Cennet’te yaşadıkları hayata benzetir.9 Fakat üzerimize düşen ilk Batı soluğunun dış sebeplerden mi, yoksa bir ‘iç çağrı’dan mı kaynaklandığı hususunda tereddütlüdür. Karakoç bunu yine Hz. Âdem aleyhisselâm ile Hz. Havva’nın Cennet’te şeytanla ilk karşılaştıkları ân sembolüyle izah eder: “Şeytan içerden mi gelmişti, dışardan mı? Bence daha önemlisi dışardan gelen şeytanın çağrısını dinleyen bir kulağın hemen içerde hazır oluşuydu… Eğer bir iç çağrımız olmasaydı şeytan ne yapacaktı? İçimize girebilecek miydi? Şeytan bütün gücünü bizden alıyor.”10 Şiirden hareketle söylersek, Batı, Doğu’daki iç çağrıyı çok iyi kullanmış ve ilk şüphe tohumunu ‘Doğu’lu babanın oğullarının ruhuna düşürmüştür: “Birinci oğul batı kapılarında Büyük törenlerle karşılandı Sonra onuruna büyük şölen verdiler Söylevler söylediler babanın onuruna Gece olup kuş tüyü yastıklar arasında Oğul yarınki masmavi şafağın rüyasında Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı Öcünü alsın diye kardeşini yolladı” İç kulağa yapılan bir çağrıya karşılık veren birinci
oğul, Batı kapılarında oldukça şaşaalı şekilde karşılanır. Adına şölen verilir, babasını öven konuşmalar yapılır. Bütün bunlar aslında bir plânın adım adım uygulanışından başka bir şey değildir. Bütün mesele bunlara kanmamaktır. Şölenlere, törenlere, nutuklara ve ziyafetlere kanıldığı vakit, kursağa buğday düştü demektir. Karakoç’a göre buğday, iç hürriyeti yok eden gizli bir güçtür; insanı içten yakalayan zincirdir. Şölenler, törenler, güzel sözler ve kuş tüyü yastıklar gerçek yüzü saklayan birer maskedir. Karakoç, insanın Cennet’ten yeryüzüne indirilme sebeplerinden biri olan şeytanı, “Yitik Cennet”te, “Eski Ahit”ten ilhamla Cennet’in kapısında bekleyen, pırıl pırıl pullarına, alev gözlerine rağmen hakikatte küçük bir cehennem olan ‘yılan’ şeklinde tasvir eder. Bu yılan, insan kalbine bir parça şüphe atmak için fırsat kollamaktadır. Eski Ahit’te tasvir edilen Cennet kapısındaki yılan gibi, “insan ruhunun, insanlık ruhunun yılanları vardır; uygarlıkların çökmesi için bekler dururlar sınırlarda. İki uygarlık bir araya geldi mi, hemen yılanlar köprü durumunu alırlar. Âdeta iki uygarlığın bir araya gelişindeki ilk sıkıntıdan doğarlar. Bu yılanın göz ve pullarındaki mıknatıs birçok saf ruhu çeker ve dışarı çevirir; bu yalancı pırlanta ışıkları dış uygarlığa vurur ve orayı bir yakut sağanağı şeklinde gösterir. Yılanın uzaklarda beliren böyle eleğim sağmaları vardır; gözlerin yılanı eleğim sağmalar.”12 Birinci oğul, Batı’nın bu tür pullarla süslenmiş sahte yüzüne kanar ve yaşadıklarının tesiriyle yelken açtığı hülyalarının orta yerinde Batılılarca öldürülür. Bu, gerçek bir ölüm olduğu gibi, mecazî ölüme, yani ‘düşüş’e de yorumlanabilir. Karakoç, ‘düşüşü’ ‘diriliş’le birlikte düşünür ve ona dirilişin penceresinden bakarak farklı mânâlar yükler; ibret alındığında düşüşün, yaşantıya metafizik bir mânâ kazandıracağını belirtir. Karakoç’a göre medeniyetler eninde sonunda düşmeye mahkûmdur; önemli olan, dâimî bir ölüme dönüşmeden düşüşten doğrulmasını bilmektir. “Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediğibir yere” mısraında, Batı adına bir korkunun yansıması söz konusudur. Batı, hileyle öldürdüğü insanın cesedinden dahi korkmaktadır. Onun hayali bile onların tedirgin olmasına yetmektedir. “Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı” mısraı, Doğu medeniyetine has önemli bir hususiyetin altını çizer: irfan. Kâinat kitabını okumasını bilen güngörmüş bilge baba, irfanıyla oğlunun hazin akıbetinden haberdar olmuştur. Bu ‘haberdar oluş’, Karakoç’un düşünce dünyasında bazı önemli hususların karşılığı olarak düşünülebilir. ‘Baba’nın Doğu’da otoriteyi, yani devleti sembolize ettiğini belirtmiştik. Karakoç’a göre hakikat devletinin, nasıl gizlenirse gizlensin, yalan, yanlış ve çirkini yakalayacak bir gözü mutlaka mevcuttur.15 Sezai Karakoç, hakikat medeniyetinin
‘ideal devlet’ formuna ilk olarak Hz. Süleyman aleyhisselâmla ulaştığını belirtir. Hüdhüd haber, karınca öğüt vericidir bu ideal devlette. Cinler, yer ve gök, halife olarak yaratılan insanın emrindedir. Bu hakikatler üzerine bina edilmiş olan devlette, baba oğlunun akıbetini hisseder ve birinci oğlunun intikamını alsın diye ikinci oğlunu gönderir: “İkinci oğul Batı ülkesinde Gezerken bir ırmak kıyısında Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde Bal arılarının taşıdığı tozlardan Ayna hamurundan ay yankısından Samanyolu aydınlığından inci korkusundan Gül tütününden doğmuş sanki Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu Saçlarını güneş destelemiş Yıllarca peşinde koştu onun Kavuşamadı ama ona Batı bir uçurum gibi girdi aralarına Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr Alıp götürdü onu Ve ikinci oğulu Sivri uçurumların ucunda Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda Baba yağmurlardan anladı bunu Yağmur suları acı ve buruktu İşin künhüne varsın diye Yolladı üçüncü oğlunu” İnsanların imtihanları farklı farklıdır veya yılan (diğer bir ifadeyle şeytan) hedefine koyduğu kişilerin karşısına değişik tuzaklarla çıkmaktadır. Birinci oğulun kayma noktası itibardı. İkinci oğulun imtihanı veya kayma noktası da bir kadındır. Yukarıda onu tasvir eden mısralarda da görüldüğü gibi, sadece fizikî vasıfları anlatılan kadın, âdeta yılan derisinden oluşmuş sahte bir eleğimsağmanın renkleriyle donanmıştır. “Bir kadını al onu yont yont anne olsun/ Her kadın acıma anıtı bir anne olsun” mısralarıyla kadının ruhuna ve en önemli fonksiyonuna dikkatleri çeken Karakoç, eserlerinde kadını ait olduğu medeniyetin değerleri içinde ele alır. Yukarıda fizikî hususiyetleri sayılan fakat ruhî vasıflarından hiç bahsedilmeyen kadın, şairin düşüncesindeki Batı medeniyetinin kadına bakışının bir yansıması olarak kabul edilebilir. “Masal”da vasıfları sayılan kadın, Kur’ân’da ideal kadının sembolü olarak anlatılan Hz Meryem’e de taban tabana zıttır. Buradaki kadın, Karakoç’un: “Çocukluktan çıkarken, cennetten olan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp cennete ulaşacak Âdemdir insan.”16 şeklindeki ‘insan’ tanımına da tezat oluşturmaktadır. Bütün bunların sebebi her iki tarafın da yaratılış gayelerinden uzaklaşmış olmalarıdır.
Cennet kapısındaki yılanın sahte renkleriyle süslenen bu kadına kanan ikinci oğulun da kursağına iç hürriyeti bitiren buğday girmiştir. Arzusuna kavuşamaz, kendini heder eder, nihayetinde onu bir uçurumun başında bulurlar. Bilge baba ikinci oğlunun akıbetini yağmurlardan öğrenir. İşin sırrını öğrenmesi için üçüncü oğlunu gönderir: “Üçüncü oğul batıda Çok aç kaldı ezildi yıkıldı Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı Fakat batının büyüsü ağır bastı İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı Sonra büsbütün unuttu onları Şef oldu buyruğunda birçok kişi Kravat bağlamasını öğrendi geceleri Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler Patron oldu ama hâlâ uşaktı Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda Ondan hesap sordu o da Sırf utançtan babasına Bir çek gönderdi onunla Baba bu kâğıdın neye yarayacağını bilemedi Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı Bu yüklü çeki İyice yaşlanmıştı ama Vazgeçmedi koyduğundan kafasına Dördüncü oğlunu gönderdi batıya” Yukarıdaki mısralarda da ifade edildiği üzere üçüncü oğulu da, Batı medeniyetinin dayandığı önemli direklerden biri olan meta tuzağına düşürmüştür.
Öyle anlaşılıyor ki, üçüncü oğulun hayattaki duruşunda, fikir ve aksiyonlarında maddiyat mühim bir yer tutmaktadır. Hedefe ulaşmada bir mânâ ifade eden maddî unsurlar, hedefin kendisi olmaya başlayınca her şey ters yüz olmuştur. Maddiyat, üçüncü oğulun kursağına da bir buğday olarak girmiştir. O da kanmıştır
yılanın renkli pullarına. Büyük iş adamı ve işinde parmakla gösterilen biri olsa da, o asıl gâyesini unutmuş, ruhunu kaybetmiştir. Yeni edindiği ‘değerler’, onu uşak mizaçlı biri hâline getirmiştir. Her şeyi maddeden ibaret gördüğünden bir gün gazinoda karşılaştığı bir hemşehrisinin hatırlatması üzerine sırf utancından dolayı babasına yüklü bir çek gönderir. Baba, bu çeki yırtar ve oynasınlar diye köpek yavrularına atar. “Baba bu kâğıdın neye yarayacağını bilemedi /Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı” mısralarında bir ironi sezilmektedir. Kâinat kitabını okumasını bilen ve hadiselerin söylediklerini anlayan bilge babanın bu çekin ne ifade ettiğini bilmemesi mümkün değildir. Doğulu babanın gözünde, asıl gayeyi unutturan, hedefe ulaştırmayan veya hedefe ulaşmayı engelleyen unsurların hiçbirinin -bu yüklü bir çek bile olsa- zerre kadar değeri yoktur. “Dördüncü oğul okudu bilgin oldu Kendi oymak ve ülkesini Kendi görenek ve ülküsünü Günü geçmiş bir uygarlığa yordu Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı Batı bilginleri bunu kutladı O da silindi gitti binlercesi gibi Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan” Kendi değerlerini günü geçmiş köhne bir medeniyetin parçaları olarak gören dördüncü oğlun köleleştirici buğdayı da bilgi yoluyla girmiştir kursağına. Fakat buradaki bilgi İslâm’ın teşvik ettiği, insanın bu dünyadaki gaye ve vazifelerini idrak etmesine vesile olan bilgiden oldukça farklıdır. Bu bilgi, İlahî olanı reddetme üzerine bina edilen pozitivizm olarak düşünülebilir. Dördüncü oğulun bu durumu, Batılı “bilginlerce” kutlanır. “O da silindi gitti binlercesi gibi” mısraından da anlaşılacağı gibi, şiirde oğullar sembolik birer mânâ taşır. Her oğul, belki de kaybolan, kaybedilen nesillerin birer temsilcisidir. Derken baba, tabiat diliyle dördüncü oğulun da akıbetini öğrenir. Babanın bir şey demesine gerek kalmadan önce beşinci, ardından da altıncı oğul Batı kapılarına dayanır: “Beşinci oğul bir şairdi Babanın git demesine gerek kalmadan Geldi ve batının ruhunu sezdi Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair Topladı tomarlarını geri dönmek istedi Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini Kum gibi eridi gitti yollarda Sıra altıncı oğulda O da daha batı kapılarında görünür görünmez Alıştırdılar tatlı zehirli sulara İçkiler içti Kaldırım taşlarını saymaya kalktı Ev sokak ayırmadı Geceyi gündüzle karıştırdı Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara” Beşinci ve altıncı oğul da zaaflarının kurbanı olmuştur; bohem hayatı ve içkinin girdabına kaptırırlar kendilerini. Şiirde her bir oğulla bir kayma noktası işaretleniyor. İnsanın zayıf yanları, Batı’nın, Doğu insanının ruhuna sızma yolları gösteriliyor. Şiirde dikkati çeken en önemli şey, kendine has değerlerden uzaklaşan bütün oğulların kaymayla karşı karşıya kalmalarıdır. Buradan anlaşılıyor ki, Karakoç’a göre, Batı karşısında ayakta kalmanın en temel şartlarından biri, kendi değerlerinden kopmamak ve onlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. “Baba ölmüştü acısından bu ara
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda Bir de o talihini denemek istedi Bir şafak vakti batıya erdi En büyük batı kentinin en büyük meydanında Durdu ve tanrıya yakardı önce Kendisini değiştiremesinler diye Sonra ansızın ona bir ilham geldi Ve başladı oymaya olduğu yeri Başına toplandı ve baktılar batılılar O aldırmadı bakışlara Kazdı durmadan kazdı Sonra yarı beline kadar girdi çukura Kalabalık büyümüş çok büyümüştü O zaman dönüp konuştu: Batılılar! Bilmeden Altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum Onu kandırmak için boşuna çok dil döktüler.
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı.
Bu acıdan yer yarıldı gök yandı O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar En onulmaz yarası olanlar Ta kalplerinden vurulmuş olanlar Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar” Yedinci oğulla babası arasında önemli bir paralellik vardır. O da babası gibi kâinat kitabını okumaktadır. Bu durum şiirde “Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara/Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda/Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda” mısraıyla hissettirilir. Baharın, yazın ve güzün sırrına ermek, hayatın sırrına ermek olarak değerlendirilebilir. Bu durum, yani kâinatın/ tabiatın dilini okuma; insanı fıtrî olana ulaştırır. Bu husus, yedinci oğulun fıtrat dini olan İslâm üzerine hayatını devam ettirmesi şeklinde yorumlanabilir. Yedinci oğul da kendinden öncekiler gibi Batı’ya varır. Bundan da anlaşılıyor ki, Karakoç, başka medeniyetlerle karşılaşmayı hayatın vazgeçilmezlerinden biri olarak görmektedir. Ona göre; “Şeytansız insan düşünülemediği gibi, başka uygarlıkların soluğuyla karşılaşmayan medeniyet de düşünülemez.”17 Önemli olan; karşılaşma anında özünü koruyabilmek, sürçme zamanlarında tövbe edip öze dönebilmek veya düşüş olduğunda, bizzat düşüşün yaşandığı yerde tekrar ayağa kalkma iradesini gösterebilmektir. Çünkü zıtlıklar kendilerini en iyi bu tür yerlerde göstermektedir. İnsan, şeytanla en net mücadeleyi, onun kendini çektiği yerde, yani dünyada verecektir. Yitirilmiş Cennet’e uzanan yol dünyadan, yani topraktan geçmektedir. Yedinci oğul, Batı’nın en görkemli şehrinin en büyük meydanında kendini değiştiremesinler diye Allah’a yakarır. Gelen ilham üzerine olduğu yeri kazmaya başlar. Bu, Hz. Âdem Âleyhi’s-selâmın memnû meyveye uzandıktan sonra
dünyaya -toprağa, yani aslına- gönderilmesi gibi, bir nevi toprağa dönüştür. Bu, insanın aslî unsurlarına geri dönüşü, kendini yeni baştan yoklayışı, ölürken yeniden doğuşu demektir.18 Toprak aslî ve fıtrî olana bir çağrıdır; çünkü toprak insana yaratılışı hatırlatır.
Mezar yeni bir dirilişe açılır. Tohum toprakta filizlenir.Batı’nın soluğu değmeden önceki hayatımızı, Hz. Âdem aleyhisselâmla Havva Validemizin Cennet’teki durumlarına benzeten Karakoç, Batı karşısındaki düşüşü Cennet’ten çıkarılmayla özdeşleştirir. Hz. Âdem aleyhisselâmın toprağa, yani dünyaya gönderilmesi, zellesini ebedî bir yükselişe çevirmeye vesile olduğu gibi, Doğu’nun da bu düşüşten kalkması için toprağa yani öze dönmesi gerekmektedir. Neden toprak? Karakoç toprağa çok farklı mânâlar yükler. Hz. Âdem’in (a.s) yaratılış malzemesi olan toprak ona göre, uykuda olan ilk insanî yığındır, Hz. Âdem’le (a.s) çiçeklenen, ruha kavuşan maddedir, Hz. Âdem’in (a.s) yücelerek terk ettiği, arkada bıraktığı
ve hatıra hâline getirdiği unsurdur.20 Karakoç, Hz. Âdem’in (a.s) yeryüzüne gönderilmesini, ‘insanın malzemesine döndürülmesi, yitirilmiş Cennet’i kazanması için yeni bir yolculuğa başlaması’ olarak yorumlar. O, toprağın nasıl bir diriliş vesilesi olduğunu şu sözlerle anlatır: “Seni çevreleyen ilâhî dünyayı gönlünde öldüreceğine, sen git ölümde yıkan, ölüm âb-ı hayatında yıkan ve ebedî hayat bularak geri dön. Toprak işte böyle bir çağrıdır insana.
Kabirdir. Evet, toprak veya onun anlamlı, zamanlı, tarihli uzantısı dünya, bir kabir gibi insanı yeniler ve yerini yeni bir dirilişe hazırlar.”21 Karakoç bir ‘diriliş’ nazariyecisidir. Ona göre diriliş; İslâm’ı, tarih ve medeniyet perspektifinde açıklıkla ortaya koyma çalışması, İslâm medeniyetinin yeniden doğuş yolunu arama denemesi; insanın İslâm’da dirilmesi ve İslâm’la kurtulmasıdır. Diriliş demek, öze dönüş demektir. Masal şiirinde de anlatıldığı gibi, Doğu, yani İslâm medeniyetinin temsilcisi olan topluluklar, ruhî dinamiklerine gereken ehemmiyeti vermedikleri dönemlerde ciddi marazlara yakalanmışlar ve düşmanları karşısında çoğu zaman sarsılan, düşen, kaybeden taraf olmuşlardır. Fakat düşüşün yeni bir dirilişe basamak olması gerektiğini düşünür Karakoç. Yani İslâm medeniyetinin temsilcisi olan toplulukların hatalardan ders alarak, “Âdem’in şeytanla karşılaşması, yenilir gibi olup düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenmesi gibi, başka uygarlıklarla büyük ve köklü karşılaştırmalar yapması gereklidir.”22
Yedinci oğul bir diriliş eridir. O, Doğu’nun birikimlerine vâkıf olduğu gibi, Batı’nın plânlarını ve sinsi yönlerini de bilmekte ve onlara iradî bir tavır göstermektedir. Kardeşlerinin düştüğü değişim vartasının ruha sahte ilâhlar kazandırdığının farkında olan yedinci oğul, Batı’ya karşı başlattığı mücadelede, kendine yardımcı olsun diye Allah’a dua etmekte, kendini aşan şeyler karşısında sadece Yaratıcı’ya sığınmaktadır. Bu durum yedinci oğulun ruhen hür olduğunu gösterir; çünkü “metafizik özgürlük, Allah’tan başka ruha hükmedeci hiçbir güç tanımama demektir. O’na teslim oluş, fânîlere teslimiyetin sona erişi demektir.”23 Batı karşısında, vakur ve sağlam bir duruş sergilemesi, bu tavrını sürekli kılması, karşılaşabileceği zorluklar karşısında Allah’tan başka hiçbir güce sığınmaması, yedinci oğulun istiğna sahibi olduğunu gösterir. “Kırık Mızrap”ta; “İnsanlara el açmak, hep gîran geldi bize,/Mihrabı Hak olana bu türden gîran azap./Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,/Vicdanı hür olana minnetli ihsan azap.” mısralarıyla anlatılan;“tezellülde bulunmama, kimsenin malında gözü olmama ve gönül zenginliği” gibi mânâlara da gelen istiğna, Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamak demektir. İstiğnanın; kanaat, zühd, hasbîlik, izzet ve iffet gibi mefhumlarla sıkı münasebeti düşünüldüğünde, yedinci oğlun asil duruşunun mânâsı ve diğer altı oğlun karşılaştıkları hâdiseler karşısında zillete düşmeleri daha iyi anlaşılacaktır. İstiğnanın ne olduğunu hakkıyla bilmeyenlerin veya onu ruhunda hissetmeyenlerin bir cemiyet, millet ve medeniyet için kıymeti ölçülemeyecek değerlerden çok kolay vazgeçme ve onlara her zaman bir bedel biçme ihtimalleri vardır. Yedinci oğulun değiştiremesinler diye kendini yarı beline kadar toprağa gömmesi, davası uğrunda nefsi feda edişi de akla getirir. Bir tür kurban oluştur bu. Kurban sembolünün ise Karakoç’ta tedaileri oldukça geniştir. ‘Kurban’ demek, Allah’ın takdirine boyun uzatmak demektir. Hakikat medeniyetinin temelinde kurban kanı vardır.
Kurban; Hz. İbrahim aleyhisselâm ile Hz. İsmail aleyhisselâm arasındaki hâdisede olduğu gibi, bir irade ve gönül imtihanıdır. “Nasıl, her mümin kendi içinde kendine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini, hakikat önünde kurban etmeye razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde öz eleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla ateşle dikilen bir İbrahim’e ihtiyacı vardır.” Kurbanların herhangi bir arızalarının olmaması esastır. Bu, yedinci oğulda ruh arızasının olmaması şeklinde kendini gösterir. “Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler/O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı” mısraları ‘riyazet’ kavramını da zihinlere düşürmektedir. Riyazet iki türlüdür: Birincisi vücudu yemekten, içmekten, uykudan alıkoymaktır. Birinci riyazet, ikinciye geçiş imkânı sağlar; yani ilkin vücut, aç, susuz ve uykusuz bırakılarak ruh riyazetinin kapısı çalınır. “O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı/Bu acıdan yer yarıldı gök yandı/O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı” mısraları ölüme meydan okumanın bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. Karakoç’a göre diriliş, yani bâsübâde’l-mevt; bir düşüş sürecinin, ölümün akabinde gelir. Ona göre diriliş başladığı andan itibaren, eşya kurallarının hükmü biter ve ölüm dâhil her şey diriliş karşısında seyirci kalır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ‘Masal’, ruh krizinin sebeplerini, nesiller üzerindeki tesirini, düşüşün başlangıcından dirilişe kadar geçen süreçle, dirilişin unsurlarını işleyen bir şiirdir. Karakoç, Osmanlı’nın son dönemlerindeki bunalımın çok cepheli bir ruh krizi olduğunu belirttikten sonra, bundan kurtuluşun metafizikten bilime, edebiyattan siyasete kadar hayatın bütün unsurlarını kucaklayan bir diriliş hareketiyle mümkün olacağını ifade eder. Ona göre insanın iki aslı vardır: madde ve ruh. İnsan bu iki asıl arasında bir daire üzerinde dönerek gelişmesini tamamlar. İnsan sadece maddî aslını önemser, ruha dair derinliğini unutur ve onun üzerinde yücelmeyi düşünmezse maddeden de öteye fırlatılır. Aşağıların aşağısına indirilir.28 Masal’da, yedinci oğul diğerlerinden farklı olarak ‘düşüşün mânâsını bilmiş ve yücelmenin sırrını kurcalamıştır.’ Bu niyeti onu, başkalarının da gıptayla baktığı yüce bir mevkie taşır. Şiire başlık olarak seçilen “Masal”; edebiyatta ‘olağanüstü unsur, kahraman ve hâdiselere ver veren hikâye’ şeklinde tarif edilir. Manzum bir hikâye şeklinde kaleme alınan esere bu başlık konulmak suretiyle dikkatler olağanüstü bir hâdiseye çekilmek istenmiştir. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri süregelen bir mücadelenin 18, 19 ve 20. yüzyıllardaki durumunun resmedilmesidir hâdise. Şeytanın hileleri; Batı medeniyetinin çekici yanları, yani yılanın sahte renklerle cilalanmış pulları olarak belirmiştir. Bu pullar, her fıtrata göre kendini farklı şekillerde gösterebilme kabiliyetine sahiptir; her ruhun kayma noktalarını, kaleyi içten ele geçirme yollarını iyi bilir. Karakoç’a göre, “Şeytan büsbütün yalana dayanmaz, büsbütün hakikate dayanmadığı gibi. Bir psikolojik realiteden çıkar yola.”29 Acaba Cennet’te hangi noktalardan hareketle Hz. Âdem aleyhisselâm’a yaklaşmak istedi.
Elbette, “Ben Allah’a isyan ediyorum.” demedi apaçık. Belki de insanı Cennet’ten ayrı düşürme adına, Allah’ı yüceltiyor gibi göründü. Batı’nın ilk oğula karşı babayı yüceltmesi gibi. Şiirdeki her bir oğul bir nesil olarak ele alınırsa, ilk oğul, Lâle Devri nesli olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu devir, bizde gerileme devri olarak kabul edilse de, Batı’da, özellikle Fransa’da, Osmanlı modası başlamış ve Türk kültürüne ait elbiseler, içecekler, müzikler soylularca imtiyaz unsuru olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Diğer oğullarsa Tanzimat’tan günümüze uzanan çizgide, bir neslin veya gürûhun temsilcisi olarak düşünülebilir. Karakoç, Doğu insanından Batı’nın kendine empoze ettiği bütün kavramları yeniden hesaba çekmeye, onlara kendi eliyle giydirdiği ‘harikalık’ kılığını soymaya, onları asıl kimlikleriyle anlamaya ve ondan sonra da Batı’nın hakiki portresini bu malzeme ile yeniden çizmeye davet eder. O, Batı’nın efsane ve masal havasından sıyrılıp gerçek çehresiyle çizilebildiğinde yaşanacak hissi, masallarda kendini genç ve güzel gösteren büyücü kocakarıların, sihir bozulduğunda ortaya çıkan yüzlerinin masal kahramanına yaşattığı hisse benzetir. Karakoç, Batı’nın büyüsünü bozacak, onun hakiki yüzünü ortaya çıkaracak ruh kahramanı nesli önemser ve “Batı ruhunun maskesini kaldıracak ruh kahramanı Asya nesli neden gözükmüyor?” diye sorar. İsmine ve muhtevasına bu açıdan bakıldığında şiir, yeni ve orijinal başka yorumlara da imkân verecektir. Masallarda iyiyle kötünün mücadelesi söz konusudur. “Masal” şiirinde de bir mücadele vardır. Buradaki mücadeleye çeşitli tedailer kazandırılmıştır. Fakat yukarıda da belirtildiği üzere, bu mücadelede Osmanlı’nın son dönemleriyle günümüze kadar geçen süreç resmedilmektedir. Masallarda sıklıkla ‘uyutulma’ motifine başvurulur. Masal şiirinde de bir uyutulma söz konusudur.
Bu gerçek bir uykudan ziyade ruhların uyutulmasıdır. Nesiller boyu süren, ölümle eşdeğer olan bir uyku. Masallarda bir dönüşüm söz konusudur. Şiirin son tarafında özellikle yedinci oğulun anlatıldığı kısımda bu değişme açık şekilde görülmektedir. Yedinci oğul kendinden öncekilerin değişerek düştükleri vartaya düşmeyerek, düşmeyeceğini haykırarak değişmeyi değiştirmiştir. Şiirin baş tarafında birinci oğulun yaşadığı değişme menfi yöndeyken, yedinci oğulun değişime karşı dik duruşu müspet yöndedir. Bu durum, masallardaki ‘uyandırılan prenses’ sembolünü hatırlatır. Nesiller boyu süren uyku bitmiş gibidir. Masallardaki ‘elma’ sembolünün karşılığı “Masal”şiirinde gönül çelici Batı renkleridir. İlk altı oğlukendi değerlerinden uzaklaştıran unsurların bütünüdür ‘elma.’
Şiirde elmaya yüzün dönmesi durumunda değişme başlamaktadır.Masallardaki ‘ayna’ sembolü “Masal” şiirinde farklı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. İlk altı oğul ayna karşısında âdeta dış taraflarını düzeltmeye çalışırken, yedinci oğul iç güzelliğine önem vermektedir. Dışı önemseyen dış karşısında benliğini kaybederken, içi önemseyen ruhu sayesinde dış unsurları şekillendirir.
Masallarda genellikle ‘–miş’li geçmiş zaman’ kullanılır, “Masal” şiirinde ise genel olarak ‘-di’li geçmiş zaman’ yani ‘bilinen geçmiş zaman’ kullanılmıştır. Bu durum önemli bir hakikate tekabül eder: –miş’li geçmiş zamanın bir hususiyeti de hâdiseyi anlatanın, anlattığına inanmamasıdır; bu açıdan meseleye yaklaşıldığında, Karakoç’un “Masal” şiirinde, –miş’li geçmiş zaman yerine genellikle -di’li geçmiş zamanı tercih etmesi, anlattığı hâdiseye inandığını gösterir. Yani şair gerçek bir hâdiseyi, masal formatında vermeyi hedeflemiştir. “Masal” şiiriyle Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan” şiiri arasında önemli paralellikler vardır. Mehlika Sultan şiirinde, rüyalarına giren muamma güzeli görmek için Kaf Dağlarına yolculuğa çıkan yedi gencin hazin macerası anlatılır. “Masal”da ayrıntılı olarak vasıfları anlatılan Batı medeniyeti, Mehlika Sultan’da, sadece gönül çelici renklerin ışığında “uzun gözlü, uzun saçlı bir peri” olarak tasvir edilir. Masal’da ilk altı oğulun akıbeti ölümle veya geri dönüşü olmayan bir mecnunlukla verilirken, Mehlika Sultan’da yedi âşığın hayal kırklığı “çıkrığı yok bir kuyu” sembolüyle anlatılır. Her iki şiirde de en küçük yolcunun (Masal şiirinde yedinci oğuldur) karşı tarafa bir başkaldırısı söz konusudur.
Bu başkaldırı “Mehlika Sultan”da “çıkarılıp atılan yüzük” sembolüyle verilir. Kültürümüzde çıkarılıp atılan yüzük, akdin bozulmasını, beraberliğin sona ermesini ifade eder. Masal’da, yedinci oğulun inançlı biri olduğu açık açık verilirken, Mehlika Sultan’da “en küçük yolcu”nun inançlı olduğu, “gümüş yüzük” sembolüyle hissettirilir. Her iki şair de farklı üslûplarla da olsa, günün birinde inançlı bir nesille öze dönüşün mümkün olacağı müjdesini vermektedir. Mehlika Sultan şairine ithaf edilen “Kırık Mızrap”taki “Işığa Gönül Verenler” şiirinde ise bu müjdelenen neslin rüyaları, faaliyetleri ve ruh hâlleri duru bir üslûpla gözler önüne serilir: “Işığa gönül vermiş bu yiğitler, Bir gece sonsuza yelken açtılar. Işığa gönül vermiş bu yiğitler, Geçerken her yere nûrlar saçtılar.
Rûhlarını sardığı günden beri, Solmayan güzelliklerden akisler; Her gece rüyâlarında bir peri, Onlara öteden türküler söyler... Yâr deyip gezerler gözleri giryân, Hülyalarında hep o eşsiz dilber, Ruhlarında iman ve pür-heyecan; Gözetirler dört bir yanı beraber.”
…
Yahya Kemal ve Sezai Karakoç’un özlemini çektikleri, vasıflarını ancak bir “masal” dünyasının içinde ifade edebildikleri yedinci oğul, bugün belki yücelere adanmış ruh dünyasını cihan coğrafyasına ilmik ilmik dokuma gayretinde olan “örnekleri kendinden”
bir nesle karşılık gelmektedir. Bu neslin vesile olduğu güzellikler bizlere özlenen günlerin “masallarda” kalmayacağının müjdesini vermektedir."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.