- 927 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
OKUNMAYI BEKLERKEN
Uzunca bir gezinin ardından, rutubet kokularının ve tozların bol olduğu bir rafa konulmuştum. Etrafta o kadar sessizlik vardı ki, bu sessizlik mezarlık sessizliğini andırıyordu. Sessizliği bozan tek şey üzerlerimizde ve sayfalarımızın arasında gezen tahtakurularıydı. Hepimiz yavaş bir şekilde eriyip gidiyorduk. Burayı anlatmak o kadar zor ki! Ömür boyu hapse çarptırılmış birer mahkûm gibi hepimizde okunmayı bekliyorduk. Benim yan tarafımda bulunan kitap 1903 yılında yazıldığını söylüyordu. Deri kapaklı olan üst raftaki arkadaşım ise “en eski benim, siz daha dünkü çocuklarsınız, benim kapağım ve tasarımım sizinkilerden çok farklı” diyerek biz kitaplar arasında üstünlüğünü sürdürmeye çalışıyordu. Yani bizim aramızda da kıdem farkı vardı anladığım kadarıyla.
İçerisinde çürümekte olan masalar ve sandalyelerden oluşan bu kütüphanede kendi kaderimize terkedilmiştik. Bir zamanlar bu kadar eski ve buruşuk değildim. Matbaacının üzerime bastığı bu yazıları ve değerli bilgileri geleceğe taşımanın heyecanı içerisindeydim. Yazarımın üçüncü kitabı olarak basılmıştım. Zaten ben basıldıktan yaklaşık iki ay sonra kendisi vefat etmişti. Vefatından sonra yaklaşık beş yıl hiç ellerden düşmedim. Ojeli parmaklar ve sigara tutan eller tarafından sayfalarım çokça çevrilmişti. Önceleri yerim hep baş tacıydı. Kendimi sabah ayılmak için yapılmış kahvenin yanında ya da yatak odasındaki komidinin üzerinde bulurdum. Üzerimde bulunan karalamalar da, okuyucularımın işaretlediği yerlerdi.
Beni ilk satın alan Huriye Hanım adında zarif ve kibar bir bayandı. İlk oturuşta otuz sayfamı okumuştu. Otuz birinci sayfama geldiği zaman kapı çalınmaya başlamıştı. Kaldığı yeri kaybetmemek için bir işaret attıktan sonra, kapıya koştu. Gelen arkadaşı Hatice Hanım idi. Biraz sohbet ettikten sonra Huriye Hanım, Hatice Hanıma benden söz etmeye başladı. Çok güzel bir dille yazıldığımı söyleyerek, mutlaka kendisinin de okuması gerektiğini söyledi. Ama Hatice Hanım taze dedikodular peşindeydi. Benimle ilgili olan konuşmanın hiçbir bölümünü bile dinlemiyordu. Sahibim de bu durumun farkındaydı ama yapacak bir şey yoktu. Bir gözüyle bana bakan sahibim, kaldığı yeri merak ediyordu. Bir yandan da Hatice Hanıma laf yetiştirmeye çalışıyordu. Beni düşündüğü kadar ocaktaki pişen yemeğini bile düşünmeyen Huriye Hanım üç gün sonra beni bitirerek, kendi kendine “çok hızlı kitap okuyorum galiba” diye övgüler yağdırmıştı. Yaklaşık yüz elli kitabın bulunduğu bir odaya beni koymuştu. Bu oda sadece o ve eşi Eşref Bey tarafından açılıyordu. Küçük çocukları Hasan’ın bu odaya girmemesi için sürekli kapıyı kilitli tutuyorlardı. Bir defasında açık unutulan kapıdan içeriye koşarak gelen Hasan, benim bir altımda bulunan Knut Hamsun’nın Açlık romanını paramparça etmişti. Eşref Bey bu durumdan eşi Huriye Hanımı sorumlu tutmuştu. Belli ki Eşref Bey bu kitabı çok seviyordu demiştim kendi kendime. Ama zaman geçtikçe anladım ki Eşref Bey yatak odasından bile çok önem veriyordu kitaplığına. Her hafta Pazar günlerini bizimle geçirirdi. Kalın çerçeveli gözlüklerini takarak bizleri bir anne şefkatiyle okşarcasına tozlarımızı alırdı. Bu işlevi yaparken, arkadan kapıyı kilitleyerek Hasan’ın içeriye girmesini engellerdi.
Sayımız giderek artmaya başlıyordu. Eşref Bey ve Huriye Hanım sürekli yeni kitaplar alarak aramıza koyuyorlardı. Bizler çoğaldıkça ilgiler azalıyordu, belki de biz yeni gelen kitapları kıskandığımızdan böyle düşünüyorduk.
Bir gün evde derin bir sessizlik olmuştu. Hasan’ın ağlama sesi bile gelmiyordu. Hepimiz tedirgin olmuş ve bu durumu merak etmeye başlamıştık. Bir yerlere gitseler mutlaka yanlarına kitap alırlardı dedik diğer arkadaşlarla. Bu sessizlik dört hafta böyle devam etmişti. Evin kapısı, sesini ilk defa duyduğumuz birisi tarafından açılmıştı. Uzunca bir zorlamadan sonra bizim bulunduğumuz odanın kapısı da açıldı. İçeriye uzun boylu hafif kumral bir genç girdi. Tedirgin bakışlar altında odaya ve bizlere baktı. Derin bir iç çektikten sonra, masada duran Eşref beyin fotoğrafına bakarak, kendini Eşref Beyin kimseyle paylaşamadığı koltuğa atarak uzun bir süre ağladı. Odanın büyüsüne kapılan genç ayağa kalkıp, bizlere bakarak “zavallı ağabeyim ne kadar kitap almış. Allah rahmet eylesin” diyerek az önce kalktığı yere tekrar oturdu. Hepimiz çok şaşırmıştık bu duruma. Demek Eşref Bey vefat etmişti. Yaşı genç olan Eşref Beyin solunum yetmezliğinden vefat ettiğini eşi, Huriye Hanım birilerine anlatırken duymuştuk.
Aradan geçen bir kaç günden sonra Huriye Hanım iki kişi ile gelerek;”Hasan daha çok küçük, ben de burada yaşayamam. Annemin babamın yanına Antep’e gideceğim. Bu kitaplar ikimiz içinde çok değerliydi, ondan dolayı onu bir kütüphaneye Rahmetli adına bağışlayacağım” diyerek odadan çıktı. Birkaç gün sonra kravatlı dört bey gelerek tek tek isimlerimizi yazdı ve bizleri bir bir çuvala koyarak ağzını mühürledi. Elinde bulunan formu doldurduktan sonra Huriye Hanıma bir imza attırdı. Böylece bizlerde yeni serüvenlere atılmış bulunuyorduk.
Önce matbaa, sonra ilk satın alanlar, bağışlayanlar, severek okuyanlar, hırpalayanlar derken bu yolculuk mezarlık kadar sesiz ve tenha olan bu kütüphaneye kadar sürmüştü. Önceleri bir görevlisi olan kütüphanemizde şimdi o da yoktu. Zaten insanlar buraya hiç uğramıyorlardı. Benim bulunduğum raf camları kırık olan pencereye bakıyordu. Çok kirli olan bu pencere, yanlış hatırlamıyorsam bir sarhoşun fırlarmış olduğu şişe tarafından kırılmıştı. Kütüphanenin her tarafı örümcek ağlarıyla doluydu. Tozdan hepimiz bir birimize benzemiştik. Dışımızı tozlar, içimizi haşereler kemiriyordu. Bizi ise esas üzen bunlar değil insanların bizlere karşı bu kadar duyarsız olmalarıydı.
Sessizlik öyle bir devam ediyordu ki, ne ayları, ne günleri, ne de yeni gelişmeleri öğrenebiliyorduk. Uzun bir kış uykusuna yatmış bir yılanın kuyruğuna basılıp irkilmesi gibi biz de bir sesle yerlerimizden irkildik. Ortalıkta bir gürültü yayılıyordu. Giderek artan bu gürültünün ardından, gıcırtıyla kapının açıldığını işittik. Bir anda sevindik hep beraber, “Sessizlik sona eriyor” diyerek. Ama gelen insanların hiçte iyi niyetlerle gelmediklerini anladık. Ellerinde garip bir şeyle konuşarak;”bolca çuval getirin, çöp kamyonu da hazır bekletilsin” dedikten sonra, elindeki o garip şeyden uğultular eşliğinde ”anlaşıldı” sesi duyuldu. Bu garip adam yanındakine dönerek; “artık internet çağı, buralara gerek yok, hem bunların modası geçti, internetten bir şey bulmak daha kolay ve zaman da almıyor…” diye konuşurken, ben bizleri çöpe kadar götüren, unutturan şeyin adının “internet” olduğunu öğrendim. Ama nasıl bir şey olduğunu anlayamadan başlayan serüvenim ve hatıralarım bir çuvalın içerisinde çöplüğün yolunu çoktan tutmuştu bile.