- 2295 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AŞK MERDİVENİ
AŞK MERDİVENİ
Telefonun sesini duymasına rağmen uyanmak istemediği için sağ yanına döndü. Göz kapaklarını açmak istemiyordu. Sol kolunu eşine sarılmak için uzattığında eline tutuşturulan telefondaki ses; sevilmeyi, koklanmayı bekleyen karanfil gibiydi.
— Esenciğim, canım, uyan lütfen…
— Kimsiniz?
— Sevil, liseden arkadaşın…
— Aaa Sevil!
— N’olur bana gel, sana çok ihtiyacım var!
— Sen nerdesin?
— Erdek’teyim…
— Evlenip, Bandırmaya gitmemiş miydin?
— Gelince her şeyi anlatacağım. Lütfen hemen gel…
— Beyimle görüşeyim. Gelirim.
Esen’in eşi Cemal Bey hafta sonları erken uyanırdı. Sessizce yataktan kalkar, olağan üstü bir kahvaltı masası hazırlardı. Sonra yatak odasına gelir, yatağın kenarına oturur, pırıl pırıl parlayan kızıl saçını parmaklarıyla tararken yanağına öpücük kondururdu. Esen’in uyandığını görünce kollarını iki yana açar, o da otomatiğe bağlanmış gibi kalkar, birbirlerine sımsıkı sarılırlardı. Esen’in yüzü her zaman huzur vericiydi. İri kahve gözleri ise sevgisini insanın yüreğine damla damla indirirdi. Eşinin gözleri ise herkesin fark edeceği kadar ufak ancak içtendi. Mutluydular. Sevil’in araması; ilk defa kahvaltı masasına birbirlerine sarılmadan oturmalarına neden oldu.
Cemal Bey’in “uyuyor isterseniz sizi sonra arasın” demesine rağmen çok önemli mutlaka görüşmem lazım diye ısrar etti. Merak ve endişeyle eşinin eline tutuşturmuştu telefonu.
Cemal Bey iki günlüğüne iş seyahatine gidecekti Esen’i garaja bıraktı. Balıkesir-Erdek arası bir buçuk saatti. Esen geleceğini söylediğinde, Sevil beklemek için bir saat öncesinden garaja gitti. Beklerken anılarını güncelledi…
Üç numaralı koltuğa oturdu. İki kolunun dirseğini öndeki sehpanın üzerine koydu. Yüzünü avuçlarının içine yerleştirdi. Bacaklarını üst üste atacaktı vazgeçti. Canı öyle çok kahve istemesine rağmen, isteyemedi. Çantasında her zaman çikolata bulundururdu, o an çantasından çıkardığı çikolatayı sanki kendisi koymamış gibi sevindi. Düşlerin yapıldığı hamurdan olduğunu düşündü. Zeytin ağaçlarına bakarken daldı. Her mevsim yapraklarının oluşu onu oldubitti etkilerdi. Anılar gibi taze olmaları.
Yolu seyrederken yaşadıkları bu gün gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Yatılı okuyorlardı. Sevil’le Esen aynı sırada oturuyordu. Lise üçteydiler başka sınıftan olan Mert, Sevile âşık olmuştu. Sevil o gün çantasından çıkardığı İngilizce defterini sıranın üzerine koyarken, arasında bir şey olduğunu fark ettiği sayfayı açtı. Pembe zarfı görünce;
—AA abimden mektup gelmiş. Kim koymuş bunu buraya?
Esen hemen elinden zarfı aldı. Eteğiyle gömleğinin arasına sıkıştırdı.
—Tuvalete gidelim, bu zarf abiden gelmez. Sevgiliden gelir.
—Nasıl?
—Gidelim, anlatırım.
Derse girmelerine yedi dakika vardı. Sevil’in yüzü kıpkırmızı olmuş, eli ayağı titremişti. Koşarak gittiler, aynı tuvalete ikisi birden girdi. Mektubu soluksuz okudular. Sevil’i sevdiğini, okul bittiğinde eğer kabul ederse evlenmek istediğini, onu bir ömür mutlu edeceğini yazıyordu. Mektupta isim yoktu.
Akşam defterine ödev yapmıştı. Arasında bir şey yoktu. Tahminen teneffüs arası zarf defterin arasına konmuştu. Sınıftaki bütün erkek arkadaşlarını izliyorlardı. Mektubu yazanın da onları izlediğini düşündükçe öfkeleniyorlardı. İsimsiz mektup göndermek, büyük bir gerilik ve terbiyesizlikti. İki gün boyunca herkesi izlemekten yorulmuş ve sıkılmışlardı. Gülenlere alınıyor ters ters bakıyorlardı. Şu mu? Yok, canım O olamaz diyorlardı. Bu mu? Hayır, hayır O da olmaz. Aslında olmaz demelerinin nedenini bilmiyorlardı. Belki de onlara evlilik düşüncesini yakıştıramıyorlardı. Çünkü sınıflarında, evlenmeyi düşünecek olgunlukta kimse yoktu. Üstelik Sevil’in sağlam kişiliği ve çalışkanlığı karşısında birçok insan vasıfsız kalıyordu. En çok sevilme nedeni ise içten oluşuydu.
Beden eğitimi dersine hazırlanıyorlardı. Sevil, öğretmenine mazeret bildirerek derse girmemek için izin istedi. Sınıfta tek başına otururken Mert içeriye girerek arka sıraya oturdu. Sevil’in kalbi yerinden fırlayacak gibi atarken öfkesini zor kontrol ediyordu.
Hemen hemen her kızın âşık olduğu Mert mi yazmıştı mektubu?
Yakışıklı, saygılı ve çalışkan Mert.
Hiç kimseyi kırmayan ama gönül de vermeyen Mert.
Hayır, canım dedi. Peki, neden gelip onların sınıfına oturmuştu? Birini mi bekliyordu? Neden konuşmuyordu? Öğretmenlerin, arkadaşlarının sevgisini kazanan saygılı, temiz, titiz, çalışkan ve yakışıklı bu insana isimsiz mektup göndermek hiç de yakışmıyordu. Düşüncelerden kurtulmak için Melih Cevdet Anday’ın Paris yazıları kitabını çıkardı. Andaçlı sayfayı açıyordu ki:
—Mektubuma cevabınız nedir?
—Ne mektubu?
Aklına gelen ilk sözcüğü söylemişti.
—Size mektup yazmıştım.
—İsimsiz mektubun hiçbir önemi olamaz. Çünkü kimliği yoktur. Kimliksiz mektup da okunmuş sayılmaz. Çıkın sınıftan lütfen…
—Beni dinleseniz…
—Anlatacağınız ne olursa olsun sizi anlamama yardımcı olmaz! Çevredeki herkesi suçlu yaptınız.
—Dinlerseniz…
—Siz beni dinleyin, yoksa bağıracağım!
—Tamam, haklısınız! Çok haklısınız! Özür dilerim… Bana olumlu cevap vermenizi sabırla bekleyeceğim. Tekrar özür dilerim.
—Size olumlu cevap vermemi nasıl beklersiniz? Medeni cesaretiniz bile yazınızın gerisinde kalıyor…
Kapıyı hızla kapatmıştı. Sevil her zaman neşeli bir kızdı. O gün biraz daha neşelendi. Öfkesini çabucak attı hatta ona haddini bildirdiği için. Bu olay iyice keyiflendirmişti onu. Mert sanki hiç umurunda olmadı. O top oynadı, arkadaşlarına şaşırtmalı sorular sordu, sorulanlara cevap verdi. Fıkra anlatmayı ve dinlemeyi çok sevdiği için hep kahkahalarla gülerdi. Unutmuş görünüyordu… Esen her fırsatta Mert’i izliyordu. Gözleri kaçamak bakışlarla Sevil’e bakarken aşkın inanılmaz, unutulmaz mektubunu yazıyordu. Daha fazla dayanamadı. Okuldan kaydını alıp, kayıplara karıştığını arkadaşları söyledi. Kız, erkek herkes Sevil’e kızıyordu. Mert’in erkek arkadaşları Sevil’in yolunu kesip okuldan ayrılmasını söylüyordu. Sıkıştırmalar canına tak etti. Annesine okuldan ayrılması için baskı yaptıklarını yazdı. Yaşadıklarını aynen anlattı. Annesi Sevil’in mektubunu bir zarfın içine koyarak askerde olan abisine gönderdi. Komutan mektubu okuyunca okul müdürünü aradı. Müdüre Hanım’ı çok azarlanmış, görev yapamamakla suçlamıştı. Derhal çözümün tarafına bildirilmesini istemişti. Mert’in arkadaşları ve aileleri uyarılmıştı. Zorlu bir öğrenim dönemi geride kalmış mezun olmuşlardı ve görünen, göründüğü gibi değildi.
Sevil’in Esen’e sarılışı eşinin sarılması kadar güzeldi… Sımsıkı sarıldı ona; buna ihtiyacı vardı!
—Esenim, biliyordum geleceğini.
—Sana nasıl gelemeyeceğim derim. Biz birbirimizi seven, iyi ve kötü gününde yanında olan bir nesiliz. Şimdi nerdeee?
—Dostluklar çıkar üzerine kurulur oldu…
—Maalesef!
—Canım, Ocaklar köyüne gideceğiz.
—Neden?
—Orada oturuyorum. Çok beğeneceksin, hele Kapı Dağı’nı gördüğünde bayılacaksın! Önde deniz arkada dağ… Gece yatmak yok. Mehtaba, geçmiş günleri ve bu günü yazacağız.
—Damarıma girmeyi nasılda bilirsin! Ben şimdi dağı, denizi göreceğim ve sonra bugün geri döneceğim diyeceğim. Bunu yapmayacağımı bilirsin!
—Aynen öyle olacak!
—Gidelim de bakalım…
Sahildeki kahvelerde oturacak boş yer yoktu. Herkes koyu bir muhabbete dalmış dalgaların sesini duymaz olmuştu. Yalnız bir kadın vardı; dalgalara, uzaklara bakan ve arası açık ters çevirdiği kitabın arka kapağında, parmaklarını okşarcasına gezdiren. İnsanlar yürüyüş, alışveriş yapıyordu. Biz de yaptık. Dağın güzelliğine bakakalmışken Sevil;
— Kapı Dağının eteğine arabamızı park edelim ve evimize girelim, pergülenin altında iyot ve oksijen soluyalım…
—Bu güzellikleri gördükten sonra beni neden çağırdın diye nasıl soracağım şimdi.
—Biraz dinlen, anlatacağım. Sahilde akşam balık yiyelim. Tam rakılık muhabbet. Şimdi çay koyuyorum.
—Konu ne onu söyle?
—Mert
—Ne, şu okuldaki Mert mi?
—Evet…
—Bırak çayı falan gel ya, gel de anlat.
—Rakısız konuşulmaz bu konu! Bekleyeceksin canım!
Anlatmayacağım dedi mi mümkün değil anlatmazdı. Çay içerken eşinden ayrılma nedeninden bahsetti kısaca. Altı yaşında bir kızı vardı. Fotoğraftaki kız masallardan çıkmış gibiydi. Baş başa bir gece geçirmek için sabah annesine bırakmıştı. Yarın alacaktı.
Ayın denize böylesine güzel baktığını ilk kez duyumsadı ve bulutların Ay’ı öperek geçtiğini de burada gördü. İyi ki geldim diye tekrar edip durdu.
Lokantaya geldiklerinde Ocaklar köyünün sahil şeridinin köşeli U şeklinde oluşu dikkatini çekti. Hiç dalga yoktu. Yakına gelince gözlerinin maviliği fark edilen; beyaz saçlı, kısa boylu lokantacı koşar adımlarla geldi. Doğa insanının bakışı bir başka okşuyordu insanı. Kirli dişleriyle taze balıkların adlarını saydı. İçten gülüşüyle kendini sevdirmeye çalışıyordu. Anlaşılan Sevil’in zevkini iyice öğrenmişti güzel ne varsa servis yaptı. Bu arada Sevil;
—Esenciğim, lokantacıyla sakın konuşma, gelir oturur bütün gece onu dinleriz.
Konuşmadı.
Yüzüne gülümseyerek baktı.
İkide bir mezeler güzel mi diye sordu. Kafasını salladı. Adamcağızın dili şişti...
Sevil, “bu akşam balıkla bizi baş başa bırak” dedi. Gidip başka müşterinin yanına oturduysa da gözü onlardaydı.
Geçmişe ve bu güne diye kadehlerini tokuşturdular.
—Hepsi güzel yapar balığı ama bu bir başkadır.
—Bırak adamı şimdi. Mert’i anlat.
—Anlatayım. Biliyorsun, okuldan ayrıldığını duyunca benim üzülmediğimi düşüneler olduysa da aslında ben herkesden fazla üzülmüştüm. Nasıl üzülmem? Biri benim için eğitimini bırakmıştı. Üstelik çalışkan, sevilen, sayılan birisi… Neyse! İş yerinde Necla diye bir arkadaşım var. Bana gelmişti, aşk merdiveni adlı saksı çiçeğini bilirsin.
—Biliyorum.
—İşte ondan istedi. Ona çiçeğin soğan gibi kökü olduğunu, ayrı bir kök oluştuğunda verebileceğimi söyledim. Bazı hafta sonları çalışıyoruz. İş çokluğundan dolayı o hafta sonu da çalışmaya gittik. İşten çıkmış yılgın bir şekilde yürüyorduk. Bizim iş yerinin yanındaki bankada birisi cam kapının yanında eğilmiş aşk merdiveni çiçeğinin saksısını değiştiriyordu. Öyle çok kök vardı ki. Necla’ya girelim isteyelim dedim. O neyi derken ben içeriye girmiştim bile. Öylesine dalmıştı ki bizi fak etmedi. Başı öne eğik olduğu için ben de yüzünü göremedim. “İyi günler, çiçekten bir kök vere…” dedim o anda kafamdan kaynar sular boşaldı. Mert başını kaldırdı, ikimizde şaşkın bakakaldık. Hemen kendimi toparladım mı? Yoksa aklıma gelen ilk şeyi mi söyledim bilemiyorum.
— Adınız Mert değil mi?
—Evet, sizin de Sevil değil mi?
—Evet
Necla’ya döndüm.
—Mert bizim okuldandı.
—Ya, merhaba! Aslında Sevil’de aynı çiçekten var. Ondan istemiştim. Kökünün çoğalmasını bekleyecektik. Olacak ya, iki arkadaşın karşılaşmasına vesile olacakmışım?
Esen heyecanla:
—Eee Sevilciğim sen bir şey söylemedin mi?
—Çiçeği alıp, teşekkür edip, çıktık! Necla’nın yanında bir şey konuşmak istemedim. Hem bir anda o şaşkınlıkla ne söyleyebilirdim ki? Bütün gece uyumadım. Eğitimini yarım bırakmasına neden olduğum, sevgisini karşılık vermediğim adamdan yıllar sonra aşk merdiveni çiçeği istemem ne garip bir tesadüftü. Sabah olunca annemle konuştum. Biraz parası vardı. Bankaya yatıralım dedim verdi. Mert’e gittim. Parayı annemin adına değerlendirmesini rica ettim. Bankanın şefiydi. Yıllar öncesi için çok üzgün olduğumu söyledim.
—O ne dedi.
—Dışarıdan liseyi bitirdiğini ve üniversitede okuduğunu söyledi. Evlendin mi dedi. Eşimin öldüğünü söyledim! Ayrıldım demek ağır geldi. Onu da yan bankadan biriyle tanıştırdıklarını, daha doğrusu istemeye geldiklerini söyledi. Mutluyum demedi, bir kızım var dedi. Üzülmemi gerektiren bir durum olmadığını defalarca tekrarladı. Kendisinin üzgün olduğunu arkadaşlarının beni gereksiz yere rahatsız etmiş olduklarını söyledi. Ve öylesine pişman bakışlarla ona baktım… Bütün sözcüklerim yitti, aramanın da bir anlamı yoktu. Bankadan çıktığımda yanağımdan dökülen yaş damlaları kalbimin üzerinde derin bir iz bıraktı.
—Sen de sevmişsin onu.
—Hayır, benimki pişmanlık. Bir de çok değersiz biriyle evlenmiş olmam. Biliyor musun? Sınıftan çıkmamı kapının önünde heyecanla beklediği günleri anımsadım. Oysa karşılaştıktan sonra ne o kapının önüne çıktı ne ben bankaya baktım. Olması gereken de buydu. Tayin istedim Ocaklar köyüne. Şimdi buradayım.
—Aşk merdivenine içelim.
—İçelim… Yarın sana koyları gezdireceğim.
—Olur. Bir şey soracağım. Gözlerine bakabildin mi? Aşktan bir iz var mıydı?
—İpek gibi bakışları vardı. Bilirsin, kimseyi kırmamak için küçük küçük güler, mahcup başını önüne eğer. Elleri titriyordu. Beni sevdiği gibi kimseyi sevmediğini anlatıyordu bakışları ve süssüz sözcükleri. O evliliğinin sorumluğunu taşıyordu bense katı kurallarımın pişmanlığını.
—Sana kaç defa bir şans ver bu çocuğa demiştim. İsmi geriden gelene ne şans vereceğim dedin…
—Yine aynı şeyi düşünüyorum. Ama onu dinlemeliydim. Neden isim yazamamış biliyor musun? Elektrikler gitmiş kâğıdı katlayıp zarfın arasına koymuş sonra da unutmuş.
—Yapma!
—Bunu seninle paylaşmalıydım. Evlilik beni çevremden koparmıştı. Sürekli bir mücadele içerisindeydim. Hiç kimseyi arayamadım.
—Canım, az çok haberini alıyordum. Sana ulaşamıyordum.
—Evet, kötü günlerdi. Evin telefonunu iptal etmişti. İşten ancak önemli görüşmeleri yapıyordum. Beni işyerine kendi bırakıyor sonra da almaya geliyordu. Bazen bütün gün kapının önünde bekliyordu. Büyük kıskançlık krizleri geçiriyordu. Zor kurtuldum zor.
—Yine eski günlerde olduğu gibi her şeyimizi paylaşacağız. Her istediğinde yanında olacağım. Yırtılıp atılmış takvim sayfalarına içelim.
—İçelim…
Eve gittiklerinde, modern mobilyaların yanı sıra bir bölümü şark usulü döşenmiş çatı katından mehtabı ve Kapı Dağını seyrettiler. Tatlı tatlı esen rüzgâr onları uykunun koynuna alana kadar.
Sabah bir güzel dağ yürüyüşü yaptılar. Narlı koyunda çok lezzetli börekten yerken ada çayı içtiler. Koyların güzelliğini yüreğine çizdi Esen. İkide bir durdurdu Sevil’i. Güneşe avuçlarını açtı. Çığlık attı. İlhanlar koyundan geçtiler, Doğanlar koyunda kır masasında küçük bir büfeden soda içtiler. Köylüyle konuştular. Makedon göçmeni olduğunu öğrendiler. Turanlar köyünde plajın bahçesinde köfte yediler. Kapı Dağının yeşilliği inanılmazdı. Sevili durdurdu.
—Artık hafta sonları birlikteyiz canım. Cemal buralara bayılacak. Bence bitkilerin de kendine özgü karakterleri var. Baksana çoğu sanki insana kucak açıyor, gel bütün yarımları tamamlayalım kötü ne varsa iyiyle güzelleştirelim diyor. Burası insanı öyle büyülüyor ki, bunu betimlemek için insanın Homeros gibi bütün ayrıntıları gören gözü ve sade biçemi olmalı. Bilirsin Homeros yalnız betimleme yolunu tutmuş. Bu yüzden her şeyi görmüş. Hiçbir zaman felsefeleştirmemiş şiirini. Şimdi burayı betimleyen bir ozanın olması gerek. Of ya kestane çiçeklerine bak, ne kadar çok kestane ağacı var! Sevil bu ne güzellik böyle, birtanem! Sarmaşıklar kamelya gibi olmuş, çamların güzelliği… Ne çok bitki türü var. Eskiler yeşile baktığı için gözleri bizimki kadar erken bozulmuyormuş. Biz ise betona bakmaktan kör olduk kör. Kör olduk kör…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.