- 726 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SADECE KENDİNİ TATMİN BUNUN ADI, SEVMEK DEĞİL!!!
Kasım ayı başları olmasına rağmen yazdan ödünç alınmış bir gündü, ya da geçmiş yazdan arta kalmış, unutulmuş, Kasım’a sarkmış bir gün.
Kıskanılası bir keyifle gerinerek uyandı, yine sokakların arşınlanacağı, nerede, nasıl karın doyuracağım acaba bu gün kaygılarıyla oradan oraya savrulacağı, her gördüğüne sokulup gözlerinin ta içine, her zamanki o iç parçalayan, yürek burkan mahzun ve yalvaran gözlerle bakarak sevgi dileneceği bir gün daha başlıyordu.
O kendine özgü asil ve vakur duruşu, mağrur başı dik yürüyüşüne başladı her görende hayranlık uyandırarak. Her gördüğüyle selamlaşıp, her gördüğüne yanaşarak, sevmek ve sevilmek isteyerek. Öylesi sevgi dolu ve açtı ki sevgiye, günlerce aç kalabilirdi, kimse varsın bir lokma ekmek vermesindi, razıydı, yeter ki sevsinlerdi, herkes sevsin, kucak dolusu, olmazsa, bir yudum da olsa olurdu, yeter ki olsundu sevgi her baktığı gözde, her selamladığında.
Epeydir o mahalleyi mesken tutmuştu, nereden geldi, bir ailesi var mıydı, doğar doğmaz mı sokaktaydı, sonradan mı bırakılmıştı, bilmiyordu kimse öyküsünü. Sesini duyan da olmamıştı o güne dek, yemek dışında açmazdı hiç ağzını da. Tüm gün o birkaç sokakta dolanır durur, lakin geceleri nereye gidiyor, nerede yatıp kalkıyor bilmezdi kimse. Ama mahallenin en hanımefendi genç kızı olduğu tartışmasızdı…
Çok şaşırdı o sabah, herkes zaman zaman evde pişirdiklerinden ona da verirdi karnını doyursun diye, ama Şebnem hanım yemek şöyle dursun, karşılaştığında, “Çekil şuradan, yaklaşma” diye azarlardı, “Pis şey, mikrop, hatta pire dolusundur sen” der, nefretle adeta bakardı gözlerine… İncinirdi, kırılırdı da, gücenmezdi yine de, utanır, mahcup bir boyun eğişle, ağlamaklı, kuğu edasıyla yine de süzülür gibi uzaklaşırdı yanından. Ama ne olmuştu da, o sabah ona kahvaltı hazırlamıştı Şebnem hanım, üstelik en sevecen sesiyle buyur etmişti kahvaltıya, en güzel sözcükler, iltifatlar eşliğinde! “Utandı her halde” diye düşündü. “Bu güne dekki insana yakışmazlığından utandı davranışının, özür dilemek istiyor besbelli, affet demek istiyor, bu kahvaltı da barışma nişanesi, bundan sonra o da sevecek beni, ben zaten her şeye rağmen yine de seviyordum onu.” Hiç o kadar mutlu ve hazlı ve de iştahlı bir kahvaltı yapmamıştı o güne dek.
Kahvaltı bitiminde, minnetle yaklaşıp teşekküre hazırlanırken gördü Şebnem hanımın yanındaki o yakışıklı yağız ve son derece sağlıklı ve de bakımlı delikanlıyı. Gözlerinin en derinine bakıyordu hayranlıkla, dahası da büyük bir arzuyla. Utandı mı ne, yine mahcup gözler ve kendine özgü o hafif edayla savurdu yandan öne bir kuğu zarafetiyle başını yavaşça, uzaklaştı oradan. Lakin delikanlı vazgeçecek gibi değildi, deli gibi koşturdu döndürmeye, Şebnem hanım ise, yine sesinin en sevecen tonuyla ikisine de seslenip geri çağırmaktaydı.
Yine şaşırdı, her zaman oğlunu sert bir sesle azarlayan: İlgilenme şu kızla, uzak dur diyen, ardından da kendini kovarak uzaklaştırmaya çalışan Şebnem hanım mıydı ki acaba bu hanım, yoksa ona çok benzeyen biri mi?
Erkeğin ısrarına ve kurlarına daha fazla karşı koyamadı, hoşlanmıştı da, o da istiyordu onu, o da arzuluyordu…
…….
İkisi de çok mutlu ve huzurluydular. Arzuları gerçekleşmiş, doygunluğun tadını çıkartmaya gelmişti sıra, ama o da neydi, sihirli bir el değmişçesine değişivermişti Şebnem hanım. Yine o ürkünç ve cırtlak sesiyle gürlemişti oğlunu geri çağırırken, kendisini de yine aşağılayarak, hakaretlerle kovmuştu.
Anlamadı, anlayamadı, hiçbir anlam da veremedi olanlara. Zaten az önce olanları da anlamamıştı, ilk kez hissetmişti bu duyguyu, ilk kez yaşamış ve duyumsamıştı ve de neydi, adı neydi bunun bilemedi…
…….
O günün üzerinden aşağı yukarı iki ay geçmiş, soğuk, güneşsiz, karlı bir Ocak sabahıydı. Apartmanlardan birinin arka bahçesinin en ücra köşesinde, karların üzerinde bitap uzanmış, şiddetle titriyordu. Rahatlamıştı biraz, o müthiş sancıları geçmiş, ama ağrısı devam ediyordu hâlâ ve bembeyaz karlar yer yer kana bulanmıştı.
Anlamıştı o gün olanların ne olduğunu. Yine de kin, yine de nefret yoktu gözlerinde, aldatılmışlığına, kullanılmışlığına ve vefasızlığa rağmen. Yine gözleri sevgi dilencisi nazarlarla bakıyordu. Lakin bu defa kırgındı, yaralıydı ruhu, hüznün en deriniyle bakıyordu. Soğuktan mıydı, ağlıyor muydu bilinmez, öyle yaşlı, öylesine yalvarışlıydı ki o bakışlar… Her sese de kulak kabartıyordu umutla, biraz süt, bir sıcak çorba mı getiriyordu ki birileri, o sevenler, o dostları ne zaman haberdar olacaklardı ki onun bu gerçeğinden ve şimdi daha iyi beslenmesi gerektiğinden. Kalkamaz, gidemezdi, arayamazdı yiyecek bir şeyler. Birileri bir şeyler getirmeliydi, çok da acıkmıştı, ama dili yoktu ki, söyleyemezdi, isteyemezdi, seslenemezdi dostlarına…
Soğuktan donmamaya çalışarak, az önce dünyaya getirdiği yedi yavrusunu yalayarak temizleyip ısıtmaya çalışıyor, bedeninin kanama ve acıları azalıp, soğuktan neredeyse hissedemezken bacaklarını, ruhunun acıları ve kanamaları şiddetle artıyordu...
Aynı saatlerde, o hayvan severliği kimselere bırakmayan Şebnem hanımın oğlu ise evinde sıcacık kalorifer yanında, şiltesine uzanmış, tıka basa doymuş karnıyla sabah keyfi yapıyordu!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.