- 1789 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
274 - ES SELAM
Onur BİLGE
Virane’de, öğle yemeği sırasında, birinden birine atlayan düşünceler içindeyken, o sokakta oturan, alkolik ve gece hayatı olan birisiyle bir evlilik yapmış, eşinin kalp krizinden ölmesi nedeniyle iki erkek çocuğuyla dul kalmış, Feride isimli, Merinos Fabrikası’nda işçi olarak çalışan, yirmi dokuz yaşında, vaktinden önce omuzları çökmüş, adeta dünyadan elini eteğini çekmiş, ev ve iş arasındaki çarka kendisini kaptırmış, çok sevdiğimiz bir ablamız çıkageldi.
“Selam! .. Afiyet olsun, çocuklar! Kaynanam seviyormuş. Para vermiyor, o başka...” diye gülerek içeriye girdi. “Nasılsın, dede? Çocukları uyuttum da ‘Şöyle bir bakıvereyim, ne yapıyorlar? ’ diye geldim.” Define:
“Aleykümselâm, Feride! Nerelerdeydin sen bakayım? Gel şöyle! Anlat bakalım! Nerelerdesin, neler yapıyorsun? ”
“Sağ ol, dede. Ne olsun? Çalışıyoruz işte! İş güç...”
Feride Abla, sık sık değilse de haftada, on beşte bir gelir, havadan sudan konuşur gider. Bazen derdini anlatır bazen dedeye akıl danışır. Çocuklarıyla geldiğinde, rahatsız edeceğinden korkar, çok kalmaz. Yalnız, yoksul ama gururlu bir kadıncağızdır. Ağarmaya başlayan koyu kumral saçlarına kına yakar. Güneşte, kızıl kızıl ışıldar. Başını şöyle bir salladı mı, omzundan aşağıya dökülen düz saçları tel tel savrulur, etrafa sabun ve kına kokusu yayılır. Duygu ona da çay ve tost getirdi.
“Aç değilim. Şimdi yedim.” falan dediyse de önüne bırakıp gitti.
O, aç olsa da söylemezdi. Kimseye halini bildirmezdi ama geliri gideri tahmin edildiğinden, geçim derdi içinde, katığını ekmeğine denk getirmeye uğraştığı apaçık ortadaydı. Konuşup açılması, rahatlaması için dede ona yavaş yavaş sorular sorardı. Her zamanki gibi usul usul sormaya, onu konuşturmaya başladı. Havaların soğumasından, yağmurların başlamasından, kar kapıyı alınca ne yapacaklarından konu açtı. O, bizim gibi değildi. Geçim derdindeydi. Küçük de olsa, bir ailenin sorumluluğunu taşıyordu. Eline bakan yavruları vardı. Annesi dâhil, kardeşlerine ve yakınlarına kızsa da onlardan hiçbir şey istemiyor, kendi yağıyla kavrulmaya çalışıyordu. Kimseye muhtaç olmamak için narin bedeninin tüm gücüyle çalışıyor, kazancını zorla yetiriyor ama ihtiyacı olan şeyleri sadece Allah’tan istiyordu.
İki katlı panjurlu evin, iki küçük oda bir salondan ibaret birinci katında, kirada oturuyor. “Çatal kapılı...” dediği evinin, kocaman, koyu kahverengi, çok eski bir sokak kapısı, üstünde antika bir kapı eli var. Binayı, Hıristiyan birisi yaptırmış olacak ki salon köşelerinde Hazreti İsa’nın rölyefleri durmakta. O kapının tam karşısında, bahçeye açılan bir kapı daha var. Tipik Rum evlerine benziyor. Önceleri iki kat birden kullanılıyormuş. Sonradan, dışarıdan bir merdivenle üst kat müstakil hale getirilmiş, alt kat kiraya verilmiş.
“Çocuklar, ne oldu, biliyor musunuz? ” diye söze başladı. “Ben, çocuklu olduğum ve yarın ne olacağını bilemediğim, işimi falan kaybetmekten korktuğum için, odunumu kömürümü yazdan alırım. Bahçede, odun kömür tenekelerini yan yana, üst üste koyarak yaptığım, kömürlük gibi kullandığım bir yer var. Her sene orayı doldurur, kış boyu kimseye muhtaç olmam, rahat ederim. Çayımı, yemeğimi sobada, mangalda yaparım, ısınırım. İsterse diz boyu kar olsun! Umursamam.
Yine geçen sene, yazdan yarım ton odun, bir ton kömür aldım. Bir önceki kış da idareli yakmıştım da yarım ton kadar kömürüm artmıştı. Bir buçuk ton oldu.
Benim bir komşum var. Elmas... Belki tanırsınız. Arka sokakta oturuyor. Bunlar Kayserili... Topal bir kadın... Benden beş yaş büyük... Kocası, inşaatlarda amelelik yapıyor. Onlar da kirada. Halleri benim gibi... Benim yine aylığım var, iş yerim belli, onun kocasının öyle değil. Nerde iş bulursa, orada çalışıyor. Bazen iş buluyor bazen bulamıyor.
Geçen sene kış bastırdığında, bir gün fabrikadan eve geldim. Sobayı yaktım, yemeğimi yaptım, çayımı üstüne koydum. Tam bardağıma dolduruyordum ki kapım çalındı. Açtım, baktım, Elmas... Yanakları kıpkırmızı olmuş, soğuktan. Üstleri çatlamış, yer yer yarılmış, kanamaya başlamış ellerini hışırtıyla ovuştura ovuştura odaya girdi. Sobanın yanına oturdu, avuçlarını ısıtmaya başladı.
Bir bardak da ona getirdim. Çay doldurdum. Bardağı avuçlarının arasına aldı. Çay sıcak, yanacak! Bir elinden bir eline geçirmeye, ellerini ısıtmaya çalışıyor. Çamaşır yıkamış, temizlik yapmış, yemek yapmış, bir içeri bir dışarı, çok üşümüş. Akşam oluyor, yemek vakti oturmaya gelmedi ya... Bir şey söyleyecek de söyleyemiyor gibi... Kızarıyor bozarıyor...
“Hayrola? Bir derdin mi var? Anlatsana! Bir şey diyecek gibisin...” dedim.
“Sorma Feride! Benim adam işsiz, bu aralar. Bir iki gün gidiyor, bir hafta boş geziyor. İş yok. Odun kalmadı. Kömür de alamadık. Çocuklarım soğuktan titriyor. Çok üşüyoruz. Sen tedbirli kadınsın. Odunun kömürün boldur. Bize biraz kömür verir misin? Ödünç... Aldığımızda biz de sana veririz. Ondan geldim ben.” dedi.
“A, tabi... Bahçeden al, ihtiyacın kadar. Geri de getirme. Öyle al! Nasılsa parası ödendi. Ben idareli kullanıyorum. Yeter de artar bile...” dedim.
Dualar ederek gitti. On iki yaşında bir oğlu var. Onu göndermiş. O da elinde tekerlekli büyük bir arabayla geldi. Ben, iki üç teneke kömür alacak zannediyorum. Yükledi yükledi götürdü, yarım tonunu taşıdı. Ben onun o kadar alacağını nerden bileyim! İhtiyacı kadar almasını söyledim. Kömüre verdiğim para neyse de fabrikadan izin alıyorum, gecenin üçünde gidip belediyede sıraya giriyorum, saatlerce kuyrukta bekliyorum, arabaya yükletiyorum, arabacı kapının önüne döküp gidiyor. Onları içeriye taşıyorum, kollarım kopuyor! Çocuğa bir şey diyemedim. İzin verdim, bir kere. Kendi kendime:
“Boş ver, Feride! Üzülme! Sabret, seslenme! İstediği kadar alsın! Sabrın sonu selamet! ..” dedim.
O çocuklar babalı, benimkiler babasız... Benim durumum da onlardan çok iyi değil ama en azından bir işim var. Allah’a şükrettim. Kurdum soframı, koydum yemeğimi, topladım çocuklarımı; oturduk, yemeğimizi yedik.
Ertesi gün Elmas, yine aynı saatte geldi. Yüzü gülüyordu:
“Hay Allah razı olsun senden, Feride! Ne kadar hora geçti! İliğimiz kemiğimiz ısındı! Sana ve yavrularına ne kadar dua ettim, bir bilsen! ” dedi.
Aradan tam bir yıl geçti. Yine işten geldim. Çocuklarımla oturuyorum. Çalıştığım için çok kömür yakamıyorum. Tuğlalı sobada daha çok odun yakıyorum. Kapı çaldı. Yine Elmas... Bu yıl, kocası bir inşaatta iş bulmuş. Yıkılan ahşap binalardan çıkan tahtalarla bina yapımında kullanılan kalıp ve iskele tahtalarını ona vermişler. Tam üç kamyon... O kadar çok ki koyacak yer bulamamışlar! Geçen yıl da benden kömür aldı ya kimseye gitmemiş, doğru bana gelmiş:
“Feride! Bekir Ağabey’ine, üç kamyon iskele odunu vermişler. İkisi bana, biri sana... Bahçeye doldur, yakarsın. Kabul edersin, değil mi? Bak, almazsan darılırım! Ben senden aldım...” dedi.
Kömürüm vardı ama odunum çok azdı. Almaz mıyım!.. Havada kaptım! Canıma minnet! Para teklif ettim:
“Çok değilse az olsun, yarı parasını bari vereyim. Bedava olur mu? ” dedim.
“Sus Allah aşkına! Geçen yıl sen beni idare ettin. Ben sana para mı verdim! Hem biz buna para vermedik ki! Bedavaya geldi.” dedi.
Bir kamyon odunu getirip, kapının önüne yıktılar. Bir de içeriye taşımaya yardım ettiler. Bir baktım, dağ gibi yığıldı!
“Ey, Bire En Az On Veren Rabbim! En güzeli, sana ödünç vermekmiş! Hamd olsun!.. ” dedim.
Bir sevindim, bir sevindim ki sormayın!.. İşte böyle! Benden haberler bu kadar... Sizden ne haber? ”
“Allah, kulunu daraltır ve dener, şükreder ve sabrederse selamete çıkarır! Allah’ın bir adı da Selam’dır.”
“Selam mı? Nasıl? ”
“Kapıdan girince ‘Selam! ..’ dedin ya... Ne demek istedin? ”
“Bilmem... Selam verdim işte! ”
“Selam; barış, rahatlık... Sonun iyi ve hayırlı olması... Allah’ın, fani olmama yani zevalsizlik sıfatıdır. İnsanlar, selam vererek birbirlerine barış ve rahatlık dilerler. Selamete çıkarılmalarını istediklerini belirtirler. Allah, önce onu daraltarak, sonra da verebilme gücünü ve sabrını sınayarak seni selamete çıkarmış.”
“Öyle oldu ya, dede! Hâlâ hayretler içindeyim!.. ”
“Allah’tan hepimize selam olsun, İnşallah! ”
“Nasıl yani? ”
“Cennete girenlere Allah’tan bir selam gelir. Yasin Suresi’nde geçer. Hatırlayacaksın! “Selamun kavlen Mirrabbirrahim! ..” Elli sekizinci ayet... Hatırladın mı? Hani mevlitlerde falan üç kere tekrar edilir. Sağa ve sola selam verilir.”
“Hatırladım. Annem, birisi bela falan okunduğunda okur bu ayeti. Bela okunmasına çok kızar. Haksız yere okunursa, döner döner başımıza gelirmiş. Evde bela okutturmaz! Kazara birimizin ağzından çıksa: “Selamun kavlen Mirrabbirrahim! ..” der, hemen.”
“Allah’ın bu sözle beladan kurtaracağına, selamete çıkaracağına inanırız.
“Selamete çıkmak ne demek? Az çok biliyorum da tam manasını bilmiyorum.”
“Selamete çıkmak; salim olmak, emin olmak, iyi son, kurtulma demek.” dedi, Define. Ben de:
“Edebiyatta, ibarenin düzgün olması anlamına da gelir.” dedim. Define devam etti:
“Allah, tam bir eminliğe ve salimliğe sahiptir. Ayıp, kusur, yok olmak gibi her türlü noksan sıfattan uzaktır. Biz, yani müminler; dünyada ve ahrette emin olmak ister, kurtuluşumuz için Selam ismiyle dua ederiz. Allah bizi böyle öğütler.”
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 274
YORUMLAR
_ “Ey, Bire En Az On Veren Rabbim! En güzeli, sana ödünç vermekmiş! Hamd olsun!” dedim.
cok güzeldi cok begendim.cok insancil.
Allah, kulunu daraltır ve dener, şükreder ve sabrederse, selamete çıkarır!
evet.basimiza gelen her serde bir hayir vardir
sabir ve sükür etmeyi bilmeli insan.
ve hep düsünmeli beterin beteri var bu dünyada.
zor olana yardim bir insanlik görevidir degilmi ki kapini calmis dar günde.
cok güzeldi.
güzel yüregine saglik
sonsuz sevgimle