GÜLLERİN HÜZNÜ
GÜLLERİN HÜZNÜ
SADECE ŞEHİR
“Bir zamanlar sizin olan şehir, artık sizin olmaktan çıkmışsa onunla dertleşmek, bir işaret, bir sihirli sözcük beklemek neye yarar…”
Cezmi ERSÖZ
Kebap ve kokoreç kokan akşamın kızıllığında yaşamak… Geceleri kurt seslerine karışmış uğultuyla dağ başının çekilmezliğinde yaşamak… Dört yıla sığdırılmış, kara kilitli bir dolapla küçük bir odada sabah ederek yaşamak… Zordu…
Ayakları kirden ve soğuktan nasır tutmuş çocuk, dört yıldır aynı yerde. Ama bir adam, almayı umduğu beş kuruşu hak etmek istercesine türkü söylüyor. Giydiklerinin içinde kaybolmuş, hayatın ağırlığından ezilmiş, mendil satan küçük bir çocuk… Nokta nokta, den den, vs…
Canı çekilmiş bir beden gibi uzanıp şehrin orta yerine, feryad u figan koparıp dünyayı ayağa kaldırmak ve unuttuğunuz insanlığınızla hüzün satıp ekmek parası kazanan yüreklerle aydınlık günlere uyanmak istiyorsunuz… Nafile! Şehrin orta yerinde hırpalanmaları unutup “Allı Turnam” türküsüyle geldiğim bu şehirden aynı türküyle gidiyorum. Serzeniş yüklü sözlerim ve kaldırım taşlarında ayak izlerim var hatırlanacak. Muştular getiren bütün güvercinlerimi Kızılırmak’ ın akışı, toprak yüzlü insanların bakışı için azat ediyorum.
Bardaktan boşanırcasına yağmak yakışıyordu bu şehre…
SADECE BİZ
Biz, zamanı dokumaya çalışıyorduk tezgâhlarımızda. Oysa zaman ne de çabuk sökülüp gidiyordu. Zamansız ayrılıklardı kapıdaki. Önceleri zamanı gelmiş ayrılıkların eşiğinde bir gurbet türküsüydü yaşamak. Sonraları onun adı hasret türküsü olmuştu. Artık hangi türküde hasretten, özlemden bahsedilse biz olacaktık. Biz olacaktık, geceleri bu şehrin görünmez bekçisi…
Bütün kırılganlıklarımız şehrin adına yansımış; havasına karışmıştı. Boşuna değildi bu şehre “kırık şehir” dememiz. Güllerimiz vardı dallarında yeşermemiş; vazolarda can bulan. Bu şehrin bağları yoktu; olanları da bülbüller çoktan terk etmişti.
Gül yüzlü sevgililerin beli bükülmüştü divan şairlerine inat… Platonik aşklar peşinde, kendi ütopyamızda, günahı yar dediklerimizin dudaklarında unutarak yaşamıştık. Yine de aşkın en koyusuydu bizdeki. Biraz melankoli, biraz sevinç sattık bu sokaklarda. Geride, dört duvarın soğukluğunda üşümüş, söylenmemiş türkülerimiz var…
Kara tren durdu; biz gidiyoruz…
SADECE O
“Dostun bahçesine yâd eller girmiş
Gülünü koklarken fidanın kırmış
Şurda bir kötünün koynuna girmiş
Benim sevmelere kıyamadığım”
KARACAOĞLAN
Dört yılın sorgusuna gizlenmiş bir renkti yüzümdeki. Hangi fotoğrafın negatifiydi hayat? Bilmiyordum. Şimdi bütün fotoğraflarımı bir eskiciye sattım. Tüm yaşanmışlıklarımı, ellerimi, sözlerimi… Artık sevda üstüne mim’li yazılar yazamayacak mıydım?
Elleri başka, sözleri başka, başkasının olan yar! Hangi ben’ in sevdiğiydin sen? Hangi güzellik uykusunun belalı mahmurluğuydu gözlerindeki? Kelimeleri giydirmekse şiir, benim de senin için giydirdiğim kelimeler vardı, okunmamış… Adresi belli şiirler sızıyordu gözlerimden.
Artık ne doğan günden medet ne de yüreği kelepçeli bu şehrin insanlarından merhamet umuyorum. Tütün sarısı hüznün ve bir türküye mısra olmuş gözlerinle sen kalıyorsun. Bundan böyle isimsiz istasyonlarda, adressiz insanlar, o malum türküyle beni bekleyecekler. Benim seni o türküyle sevdiğimi bilecekler; sen bilmeyeceksin.
Sen kalıyorsun…
Bense o türküyü bir daha söyleyemeden gidiyorum…
SADECE
Acıyı kucaklamış fotoğraflar ve gazel olmuş güllerin hüznü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.