- 15341 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ARİF NİHAT ASYA’NIN ŞİİRİ VE İDEOLOJİSİ
Millî ve manevî değerlere sıkı sıkıya bağlılığıyla bilinen merhum Arif Nihat Asya, bana göre, lirik tarzda didaktik şiirler söyleyen ve bunda başarılı olan şairlerden birisidir. Çünkü hem mesaj verme, hem de sanat yapma kaygısı şairi ciddi biçimde bunaltır ve darlandırır. Belki de bu sebeple pek çok şairde bu iki unsurdan birisi ön plana çıkar. Didaktik yazanlar genelde lirik söylemi yitirirler. Lirik yazanlar da mesaj verme işini gereği gibi yapamazlar. Halbuki Arif Nihat Asya her ikisini birleştirebilmiş bir şairdir. Bu sebeple şiir sesi kendisine has ve otantiktir. Kültürü ve tarihi çok iyi bildiği ve bunları doğru ve anlamlı bir şekilde kullandığı için şiirlerini tarihî, millî ve dinî gerçeklik üzerine yerleştirerek kurgular.
Arif Nihat Asya’nın şiirinin “ne”liği ve “nasıl”lığı üzerinde yapılacak bir tartışmayı bir başka zamana bırakarak onun zihin ve değerler dünyası üzerinde kısaca durmak istiyorum. Onu içinde doğup büyüdüğü sosyo-kültürel, dinî ve siyasî şartlara bağlı olarak kavramak, bu bağlamda iç dünyasında oluşturduğu merkezî tutumunu ve bunun davranışlarına “nasıl” ve “ne yönde” yansıdığını görmek, şiirlerinde ne söylemek istediğini anlamada oldukça işlevsel olacaktır. Çünkü Arif Nihat Asya’yı Arif Nihat Asya yapan da öncelikle inandığı ve kendisini samimiyetle adadığı davasıdır, sonra da bu davanın sanata bürünerek söze dönüşmesidir.
Günümüzde serbest şiir sürekli Batı etkisiyle ve devamlı kırılmalara sahne olurken o günlerde durum biraz daha farklı bir seyir izlemektedir. Tabii ki şiirde Batı etkisi o günlerde de görülmektedir, ancak şiiri güzelleştiren anlaşılabilir arı-duru söyleyişlerdir ve şiirde tabir-i caizse “öyküleme” denilen şey ön plandadır. Mecazlar, teşbihler, telmihler, daha nice edebî sanat, serbest şiirde o kadar ustalıkla kullanılır ki, bazen bugünkü anlayışla yaklaşırsanız “aaa… bu gerçekten çok farklı bir serbest şiir” diyebilirsiniz, hatta daha farklı bakış açılarıyla “bu modern şiire uymayan bir tarz, çok basit bir söylem…” vb. iddialarda bulunanlar da olabilir. Bu noktada Arif Nihat Asya’yı klasik ve geleneksel Türk şiirinden serbest şiire geçiş sürecini yansıtan bir ara form olarak kabul etmek mümkündür.
Arif Nihat Asya’nın şiir dili ve üslubunu anlamak açısından “Çocuk ve Ağaç” isimli şiirini okumak faydalı olacaktır, kanısındayım.
Çocuk, çok sevdi ağacı...
Verirdi ona, her kış
Çiçekleri olaydı!
Ağaç, çok sevdi çocuğu...
Öperdi altın saçlarından
Dudakları olaydı!
Ve ona öptürmek için,
Eğilirdi yerlere kadar;
Yanakları olaydı!
Dökerdi önüne hepsini
Gümüşten, altından, sedeften
Oyuncakları olaydı!
Ve çocuk gittikten sonra,
Böyle kalır mıydı ağaç?
Ne olurdu onunda
Bacakları olaydı,
Ayakları olaydı!
Dört tane üçlü, bir tane beşliden oluşan bu şiirde “çiçek”, “dudak”, “yanak”, “oyuncak”, “bacak” ve “ayak” kelimeleri arasındaki kafiyeler hemen dikkati çekmektedir. Şiir serbest tarzda yazışmış olsa da ona müzikalite kazandıran ve seyyaliyet katan ses uyumlarını açıkça görülmektedir. Bununla birlikte şiirde kullanılan yalın dilin şiir sesine ve diline uygun bir şekilde yapılandırılması söz konusudur.
Arif Nihat Asya’nın yaşadığı dönemlerde, şiir başta olmak üzere hemen hemen tüm edebî ürünlerde mesaj verme kaygısının ön planda olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Çünkü dönemin genel düşüncesi, işlevsiz bir şiirin egoist bir tatminden öteye gidemediği yönündedir. Aslına bu durum Osmanlı Devletinin çöküş ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında da açıkça hissedilmektedir. Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul bunun en açık örnekleridir. Bunlar açısından şiir, mesajı iletmek için bir araçtır, amaç değildir. Tabii aynı dönemlerde Ahmet Haşim şiiri amaç edinen bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. Yahya Kemal Beyatlı ise hem şiir hem de mesajı meczetmeyi başarabilmiş birisidir.
Aslında her şiirin belli bir işlevi vardır ya da olmalıdır. Ama entelektüel donanıma göre bu işlevleri çıkartabilme ya da çıkartamama durumları söz konusu olabilir. Picasso’nun sürreliast resimlerinin bir işlevi yok muydu, hem bireysel hem de sosyal anlamda? Picasso resimlerinde modern ruhun dramını yansıtmıyor muydu acaba? Bugün toplumsal gerçekçilik olarak adlandırılan “aslında sosyalist gerçekçilik” dediğimiz şey de bireysel ile toplumsalı kendi bağlamında buluşturmak istemiyor mu?
Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”ı ile “Zindandan Mehmed’e Mektup”unu ayrı ayrı incelemek, sosyalist gerçekçilikten kültürel gerçekçiliğe geçen yolu kavramayı da kolaylaştırabilir.
Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi”si ile “Rindler”, “Mohaç Türküsü” ve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı tema ve şiir dili açısından karşılaştırmak herhalde oldukça şaşırtıcı sonuçlar verecektir.
İşte Arif Nihat Asya’yı değerlendirirken o devri; tarihî, kültürel, siyasal vs. açılardan iyi algılamak gerektiği gibi şiirini de dönemim genel şiir anlayışları çerçevesinde değerlendirmek durumundayız. Ancak bu dönemi ele alırken şairlerin ve yazarların içinde bulunduğu sosyo-kültürel çevrenin nasıl bir yapılanma gösterdiği gözden ırak tutulmamalıdır. Yani Arif Nihat Asya incelenirken fenomenolojik bir tavır takınılmalıdır. Bununla birlikte unutulmamalıdır ki, o her şeyden önce bir ideoloji insanıdır.
Neydi onun ideolojisi?
Arif Nihat Asya’da Milliyetçilik ve İslamcılık günümüzde olduğu gibi ayrışmış değildir. O Türk deyince Müslümanı anlar, Müslüman deyince de Türkü. İslamın Türkü ve Türklüğü, Türkün ve Türklüğün de tarihsel serüven içinde İslamı yücelttiği kanaatindedir.
Arif Nihat Asya’nın yazıları ve şiirleri ile katıldığı Osman Yüksel Serdengeçti tarafından güç bela çıkartmaya çalışılan ’Serdengeçti’ dergisini eğer inceleme fırsatı bulursanız, bugün farklı kesimlerin sahiplendiği isimlerin ortak bir çatıda ürünler verdiklerini görürsünüz.
Mesela;
*Osman Yüksel Serdengeçti (Derginin sahibi)
*Necip Fazıl Kısakürek (Türk-İslam sentezcisi, daha sonra MSP ve MHP içerisinde bulunmuş, tasavvufa meyletmiş, Büyük Doğu Cemiyetini kurmuş, sık sık tutuklanmış ve hapis yatmış)
*Arif Nihat Asya (Türk İslam sentezcisi, uzun süre öğretmenlik, bir dönem milletvekilliği yapmış)
*Nihal Atsız (Türkçülüğün önde gelen isimlerinden, İslamî vurgulardan öte Türklük, Türk tarihi ve Türk kültürü üzerinde ısrarla ve önemle duran, Türkçülükten dolayı tutuklanan ve hapis yatan birisi.)
*Said Nursi (Kürt kökenli, hatta bir dönem Kurt Teali Cemiyeti içerisinde yer alan ama daha sonra bundan vazgeçen, bugün Nurculuk adıyla bilinen cemaatin kurucusu ve lideri. İslamcılık yaptığı gerekçesiyle göz altı ve tutuklanma ile karşı karşıya kalmış birisi.)
Başka kişiler (yazarlar, şairler) de var tabii ki, şu anda ilk akla gelen kişiler bunlar.
Tüm bu insanları bir araya getiren duygu ve düşünce ise, emperyalist Hıristiyan Batının ve yine Emperyalist olan Komünist Sovyetlerin İslam dünyasını kukla gibi idare etmelerine, nesneleştirmelerine, kimliksizleştirmelerine, kişiliksizleştirmelerine karşı bir isyan hareketidir. Çünkü Türkiye’den başka bütün Müslüman ülkeler ciddi anlamda sömürgedir. Türkiye ise o yıllarda ne kendisini tam olarak İMF’nin kıskacına teslim etmiş, ne de ABD’nin tam olarak güdümüne girmiştir. Türkiye, tarihinden de aldığı dinamizm ile dik durmaya çalışmakta, bunu da millî ve manevî değerlerine sahip olarak yapmayı arzulamaktadır. İşte Arif Nihat Asya bu arzunun tam ortasında olan bir kişidir.
Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirinde, bayrağın anlamını buluruz, kültürü, tarihi, istiklali ve vatan için bayrak için her şeyi göze alabilmeyi. Aslına ona “Bayrak Şairi” denmesinin sebebini de burada aramak gerekir. Sadece bayrak şiirleri yazdığı için verilmemiştir bu ad ona. O bütün şiirlerinde bayrağı, vatanı, dini, kültürü, ahlakı kısaca milleti millet yapan KİMLİK vurgularını ön plana çıkarır.
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü
Kız kardeşimin gelinliği
Şehidimin son örtüsü
Işık ışık, dalga dalga bayrağım
Senin destanını okudum
Senin destanını yazacağım”
Bu bayrak, destanı yazılması gereken bir bayraktır, çünkü zaten o, sembolik anlamını destanlardan almıştır. Kırmızısı şehit kanlarını temsil eder, Türkün Türklük ve İslam için akıttığı kanları. Hilal zaten İslam’ın sembolüdür, Haç’a karşı. Beşli yıldız ise İslam’ın beş şartını anlatır, mavinin derinliklerine yükseldikçe gökyüzünde dolaşan ezanlara karışır. Bu bayrakta iç içe girmiştir Türklük ve Müslümanlık. Bu sebeple şair:
“Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım”
dedikten sonra “bayrağın temsil ettiği bağımsızlığın o bayrak altında yaşayanlara verdiği emniyet ve güven duygusuna” atıf yapar ve;
“Dalgalandığın yerde ne korku ne keder
Gölgende bana da, bana da yer ver
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar”
Yurda ay yıldızının ışığı yeter”
diyerek, bayrağın değerinin sadece basit bir sembolik anlatımdan ibaret olmadığını, aynı zamanda bayrağın hem tek tek bireylerin hem de bütün bir milletin varlığını ve kimliğini koruduğunu ortaya koymaya çalışır.
“Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor”da da tema yine aynıdır, fakat söyleyiş farklılaşır. İşte bu noktada yaratıcılığını sergiler şair. Aynı mevzuya farklı bir bakış, farklı bir söyleyiş getirir. Ancak sadece farklı değil, aynı zamanda bakir bir ifadeyle, şiir dilinde ve şiir sesinde bir söyleyiştir bu.
“Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgar bekliyor.
...
Söyledi söyleyenler demin
Gel süngülü yiğit alkışlasınlar
Şimdi sen söyle söz senin.
Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor!
Ve bir bayrak dalgalanmak için;
Rüzgar bekliyor!
Destanı öksüz,sükutu derin meçhul askerin;
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?”
Bu ülke, bu bayrak ve bu topraklar… emanetidir şehitlerin ve bizim geleneğimizde iki şey çok önemlidir, birisi “emanet” diğeri “şehitlik”. Bir de “emanet” eğer “şehit”lerden gelirse, işte bu durumda önemi de ikiye katlanır. Emanette bellidir, şehitlerde…
Aslına Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” temalı şiirlerini düşünürken, Osmanlı Devleti’nin yıkılış süreci, I. Dünya Savaşı, Mondros Mütarekesi ve Kurtuluş Savaşı’nın başlaması süreçleri birlikte değerlendirilmelidir. Ancak değerlendirme burada kalmamalıdır. Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan sonraki soğuk harp döneminde de Türkiye’ye nüfuz etmek isteyen Sovyetlerin Komünist ve Batının Emperyalist emellerini gözden kaçırmamak gerekir.Fakat unutmamak gerekir ki, her ikisi de bu bünyeye uygun değildir, her ikisi de bağımsızlığı alıp götürecektir, her ikisi de “bizi” “biz” yapan değerleri buharlaştıracak, kimlik hatlarını gevşetecek şeylerdir. Bu ise kökü tarihin derinliklerine uzanan bir kültürün asimile olması anlamına gelir.
Arif Nihat Asya’ya göre yok olmamak için direnmek lazımdır, ne pahasına olursa olsun. Direnmek ise öncelikle millî ve manevî değerleri, tarihi, vatanı, bayrağı, ahlakı ve Türk-İslam ruhunu korumakla, muhafazakar olmakla mümkündür. Bu noktada Türkiye’nin ve Türk insanının durumunu Hz. Peygamberin İslamı tebliğ ettiği döneme benzeterek “naat”ını yazar.
“Naat”ın da Hz. Peygamber hasreti yürekleri öyle dağlar ki, insanın yeniden Müslüman olası gelir. Bir ara Müslümanların hallerine de isyan eder, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, değersizlik, yozlaşma onu fena halde muzdarip etmektedir. Neydi o günler, o Asr-ı Saadet, saadet asrında vicdanlar, gönüller ve damarlarda akan kan bile mesuttu Arif Nihat Asya’ya göre.
Edebiyatımızda çok önemli bir yeri olan Naat türü, bilindiği gibi Hz. Peygamber’in sevgisini, yani günümüzdeki anlamıyla “GÜL” sevgisini işleyen methiyelerdir. Ancak Arif Nihat Asya sadece Hz. Peygambere mehdiye yazmakla kalmaz, günümüz sorunlarına da el uzatır, hatta bir ara “miraç’tan iner gibi gel” der. Çünkü Kabe’ye siyahlar bugünkü kadar hiç yakışmamıştı”, Ebu Cehil kıtalar dolaşmakta, küfrü ve kötülüğü yaymaktadır. Çünkü millet bunalmıştır, çünkü Müslümanları uyandıracak ilahi bir güce ihtiyaç vardır, aynı Akif’in dediği gibi, belki de Müslümanlık göklere çıkmıştı da, insanlıktan ve Müslümanlıktan nasiplenmemiş bu kişilerle ne vatan, ne millet, ne devlet, ne de din selamete erecektir.
İşte “Naat”ında ikircikli duygularla ama aynı zamanda imanın verdiği güven duygusuyla çoşar ve der ki:
“Seccaden kumlardı..
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı!
…
Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın
Yoksulların sahibi..
Nerde kaldın ey resul,
Nerde kaldın ey nebi! ..
…
Konsun – yine - pervazlara
Güvercinler
“hu hu” lara karışsın
Aminler
Mübarek akşamdır;
Gelin ey fatihalar, yasinler...
…
Gel ey Muhammed!
Bahardır
Dudaklar ardında saklı
“amin”lerimiz vardır..
Hacdan döner gibi gel
Miraçtan iner gibi gel
Bekliyoruz yıllardır!”
Aslına oldukça uzun olan bu şiirde Arif Nihat Asya sadece Hz. Peygamberi sevmekle ve övmekle kalmıyor, dün ile bugün arasında söz sanatının inceliklerini kullanarak güzel bir köprü kuruyor. Bu arada mesaj verme görevini de ihmal etmiyor. Dil ise o kadar akıcı ve sade ki, adeta her türlü insana hitap edecek kadar kıvrak.
Fetih Marşı’nda bir yandan İstanbul’un fethini anlatırken öte yandan onu fetheden komutanın ve ordunun yakaladığı ruhun gençlerde de bulunması gerektiğini, zira mayanın ve hamurun buna müsait olduğunu söylemeye çalışır. Ancak önemli bir vurgu daha vardır şiirde, tarihinden kopanlar ve değerlerinden uzaklaşanlar bunları yapamaz. Yani şiirin “mefhum-u muhalif”inden bunu çıkarmak hiç de zor değildir.
“Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?” “Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın”, “Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın”; “Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?” ve “Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!”
Burada alıntıladığımız dizeler, Müslüman Türk gençliğinin özünde var olan gücü ve dinamizmi harekete geçirebilmek için kurgulanmış gibidir.
“Dua” da aynen Mehmet Akif Ersoy gibi bir tavır takınır. Üslubu farklı, dili farklı, şiir sesi ve rengi farklı olmakla birlikte. Mehmet Akif Osmanlı Devleti çökerken ve Müslüman Türk milli mücadele verirken dua eder. Arif Nihat Asya ise duasını kurulan millî devletin devamı ve bekasına hasreder. Devamlılık ve beka ise ezanla, minarelerle, kahramanlıkla, ibadetle, Müslümanlıkla ve nihayet gerçek bir liderle gerçekleşecektir. Dua bunun üzerine kuruludur. Saf bir çocuğun, saf bir köylünün, değişmeye başlayan şehirlinin dilinden haykırır ya da gizli kapaklı isyan eder ve der ki;
“Biz, kısık sesleriz...minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allahım!”
…
“Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;
Ve vatansız bırakma Allah’ım!”
“Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah’ım!”
“Ağıt” isimli şiirinde bir yandan Orta Asya’dan Anadolu’ya ve Balkanlara kadar büyüyerek gelen bir milletin serüvenini anlatırken bir yandan da bugünkü küçülmenin acılarını yansıtır. Küçülme, hem toprak, hem değer, hem kültür, hem de düşünce ve hayal düzeyindedir. Evet bir yönüyle Arif Nihat Asya, hayal kuramayan beyinlere ağıt yakmaktadır. “Biz ne idik ne olduk” der gibidir.
Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga’ya bakıp yıldızlarım
Yollara Kürşadlar uzanmış ölü
Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü
Yiğitlerim uyur gurbet ellerde
Kimi Semerkant’ta bekler beni
Kimi Caber’de
Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok
Ben nasıl varım?
Ağla ey Tanrı dağlarından
İndirilmiş Tanrım
Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?
“Ben ki ateşle, selle konuşurdum
İdil’le Tuna’yla Nil’le konuşurdum
”Sangaryos”u “Sakarya” yapan
”İkonyom”u “Konya” yapan
Dille konuşurdum.
Ne kadar ağıt yaksa kafi gelmez, çünkü kendisinin de belirttiği gibi “dün bizim olan yerlerde bugün pasaportumuz sorulmaktadır”.
Ağıt yakılır, fakat duyan olmazsa dualar yapılır da her şey Allah’a havale edilir ve insanlar dualarının gereğini yapmazlarsa işte o zaman Arif Nihat Asya yeniden Tanrı’ya seslenir. Zira artık, bizzat Tanrının müdahale zamanı gelmiştir.
“Elsizlere el, dilsizlere dil ver yeniden
Lütfet, bize bin şanlı nesil ver yeniden
Dünyayı alıp avcuna bir gün Tanrım
Avcunda bu dünyaya şekil ver yeniden”
Son olarak şunu söyleyebilmek mümkündür: Arif Nihat Asya’nın VATAN şiirine bakmak yeterlidir onu ve ideolojisini anlamak için.
“Ezanımdan alışıp tekbîre
Buldunuz mutluluk, imanımla...
Vatan ettim sizi ey topraklar
Beş vakit damgalayıp alnımla.”
Şiir oldukça açık, yoruma hacet yok. Bu toprakların mührü ve tapusu şehit kanları, mimari eserler ve secde halinde yere vurulan alınlardır. Türklük ve Müslümanlıkla yoğrulan bu yurt yine böylece yaşayacaktır.
YORUMLAR
Seccaden kumlardı..
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı!
…
Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın
Yoksulların sahibi..
Nerde kaldın ey resul,
Nerde kaldın ey nebi! ..
…
Konsun – yine - pervazlara
Güvercinler
“hu hu” lara karışsın
Aminler
Mübarek akşamdır;
Gelin ey fatihalar, yasinler...
…
Gel ey Muhammed!
Bahardır
Dudaklar ardında saklı
“amin”lerimiz vardır..
Hacdan döner gibi gel
Miraçtan iner gibi gel
Bekliyoruz yıllardır!”
en sevdiğim şiirlerden biri..
yanılmıyorsam ibrahim sadri seslendirmişti bu şiiri..
yazı oldukça akademik ve aydınlatıcı olmuş..
emeğinize ve yüreğinize sağlık..
kutlarım..