- 2460 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
271 - ER RAHîM
Onur BİLGE
Işıl, hâlâ kaldığı yerdeydi. Yanındakilerle fısıldaşıp duruyor, dediğinde ısrar ediyordu. Bir sağındaki İhsan’a, bir solundaki Orçun’a laf yetiştiriyordu. Sonunda dayanamamış olacak ki patladı:
“Mahir! Sen öyle diyorsun ama bize küçüklüğümüzden beri, Besmelenin anlamındaki o iki sıfat hakkında, ‘Esirgeyen ve Bağışlan’ dediler. Kitaplar da öyle yazıyor. Değil mi arkadaşlar? Bu kadar yerde birden yanlışlık olur mu? Kur’an Meallerinde bile...”
“Yanlışlık yok, eksiklik var. Anlam, Türkçeye tam oturmuyor. Yerine tam bir karşılık koymak mümkün değil. O nedenle, Türkçeye çevrilirken, en yakın anlamlar alınmış, kısaca öyle denmiş. Biz de öyle diyoruz da ilkokul öğrencileri değiliz. Gerçeği bilmeliyiz.”
“Yani şimdi hangisi Esirgeyen, hangisi bağışlayan? Kafamı iyice karıştırdın.”
“İkisi de Allah’ın merhametini kapsıyor. Esirgemek nedendir? Ya da bağışlamak? İkisi de merhametten ileri gelmez mi? ”
“Tamam da kökleri aynı gibi... Üç sessiz harfleri ortak... Madem biliyorsun, doğru dürüst açıklasana! ”
“O zaman şimdi de diğer sıfatı açıklayayım, mukayesesini sen yap. Tamam mı? ”
“Zaten Rahman anlaşıldı. Diğerini anlat, yeter. Anlayamazsam, sorularımı sonra soracağım.”
“Bak, Işıl! ‘Rahim’, ‘Rahm’ kökünden gelir. ‘Acıyan’ demektir. Aslı, Râhim’dir. ‘Rahîm’ ise, ‘Esirgeyen, acıyan’ demektir. Aynı kökten gelirler ama Rahman, sadece Allah için kullanılan bir isimdir ve ‘Kullarına Acıması Çok Olan’ demektir. Başka yaratıkların kulları ve onlara acımaları söz konusu olamayacağına göre sadece Allah’a aittir. Bunu böyle bil, karıştırma! ”
“Tamam, şimdi anladım. Kökler aynı ama nasıl ‘Allah’ ismini yalın halde kimse alamazsa, ‘Rahman’ ismini de kimse alamaz! ”
“Evet. Aynen öyle... Fakat Rahim ismini yaratılanlar da alabilirler. Hepimizin az veya çok acıması var. ‘Acıyan’ anlamında kullanılabilir. ‘Rahmi’ isimli erkekler, ‘Rahime’ isimli kızlar vardır. Yağmura da rahmet denir, mesela...”
“Ha, evet! Öyle de diyorlar. Devam et! ”
“Rahim, Allah’ın sıfat ismi değildir. Her iki sıfat da Rahmet mastarından türemiştir ama anlamları farklıdır. Rahman sıfatı, ezelle ilişkiliydi; Rahîm sıfatı ise ezelden çok ebedle ilişkilidir. Rahmaniyeti, hangi inançtan olursa olsun, tüm yarattıklarını; Rahim sıfatı ise sadece mümin kullarını, emirlerini yerine getirmeye çalışanları kapsar. Onların yaptıklarının karşılığını, bu sıfat gereği verir ve sonsuza kadar da verecektir. Kur’an-ı Kerim’de, böyle kullarını mükâfatlandırılacağını tekrar tekrar ifade etmektedir. Rahîm sıfatı; müminlerin, kâfirlerden ayrılarak kendilerine merhamet edileceğinin belirtisidir.”
“Yani ahrette, öyle mi? ”
“Burada da ahrette de... Her iki tarafta da eli, müminlerin üzerindedir.”
“Dünyada da mı? ”
“Evet. Tabi... Dünyada da... İki namaz ve iki cuma arasındaki küçük günahları; sadece Allah rızası için oruç tutanlarının iki ramazan arasındaki bütün günahların af eden; hacıların, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını bağışlayan, yapılan ibadet ve iyiliklerin sevabını kat kat yazdıran Allah değil mi! Müminlere, buna benzer daha nice nimetler sunmaktadır.”
“A, evet. Bak, bu aklıma hiç gelmemişti! Ahrette de şefaat hakkı falan tanıyacak bize, değil mi? Yani günahkâr kullarına...”
“Az veya çok, yaptığımız ibadetler, kabrimizi ve Sırat’ta önümüzü nurlandıracak. Abdest azalarımız nurlu olacak. Biz boy abdesti alan insanlarız. Yani, bütün bedenimiz nur içinde olacak, İnşallah! Ya, Işıl Hanım, “Müslümanım!” demek ne demek? Ay gibi olacak yüzlerimiz orada! Sırat’ı süratle geçeceğiz, Peygamber Efendimiz, bizimle iftihar edecek. İnşallah! ”
“İnşallah! Oh! .. Sağ ol, ya! .. İlkten kızdım sana, ukalalık ettiğini falan düşündüm de... Allah razı olsun! Tüy gibi hissetmeye başladım, kendimi. İçim sıkılıyordu, daralıyordum. İlaç aldım, az önce. Çatlama raddesine gelmiştim. En iyi ilaç, Müslümanlığımızı hissetmek, galiba! Oh be! Oh! ..”
O zamana kadar hepimiz pürdikkat Mahir’in anlattıklarını dinlemiştik. Biz de birer “Oh! ..” çektik! Sanki Viraneciler olarak, grup halinde Sırat’ı geçmiş ve cennete girmişiz gibi ve aynı şeyleri düşünerek güldüğümüzü hissettiğimiz için olacak, hepimiz birden kahkahalarla gülmeye başladık. Define:
“Allah, küçük büyük cümle günahlarımızı affetsin de İnşallah, ahrette de böyle sevinçle kahkaha atanlardan olalım, çocuklar! İyi ki varsınız! Evlatlarım benim! Sizlerle iftihar ediyorum! Varlığınızla var olduğumu, yaşamakta olduğumu hissediyorum.” dedi, gözlerimizin içine teker teker bakarak. İhsan:
“Sahi dede ya! Sen yaşadığını unuttun sanıyordum, ben. Kim bilir ne zamandan beri yaşıyorsun! Sen, hangi çağda doğmuştun? Demir bulunmuş muydu, o zamanlar? ” dedi. Kahkahalar arasından Orçun’un sesi geldi:
“Oğlum, o zamanlar Yontma Taş Devri’ymiş. Dede, ağaç oymaya o zaman başlamış. Bir ustası varmış. Ağaç oyarmış...”
“Konuşmayın ulan! Alırım ayağımın altına şimdi ikinizi de! “Allah yaratmış!” demem Vallaha, ha! .. Utanmazlar sizi! ..” Neşe:
“Allah’ın yarattıklarına iyi muamele edilir, dedeciğim. Olur mu öyle şey! Değil mi, arkadaşlar? ” Hep bir ağızdan konuşmaya başladık:
“Allah’tan kork! ”
“Merhametsiz dede! .. Öyle yapılır mı bu çocuklara! ..”
“Allah taş eder! ”
“Kul hakkı diye bir şey var! ”
“Bize sen öğrettin... Yaratılanı seveceğiz, Yaratan’dan ötürü...”
“Eh, yeter! Kesin şamatayı! .. Güneş açtı. Haydi, bahçeye taşıyın, şu masaları! Çay oldu mu, Ahmet? Çaysıdık biz! Acıktık da... Duygu!.. O güzel ellerinle kaşarlı, sucuklu... Tost… Dost işi... Haydi marş marş! ..”
“Satranç turnuvasını tamamlayalım, arkadaşlar! ”
“Tut masanın ucunu! Siz de sandalyeleri taşıyın! Hâlâ bakınıyorlar!.. Emir, büyük yerden! ..”
“Yavaş ya! Ayağıma bastın! ..”
“Hangi ayağına? Patine mi? ”
“Hayır, kanadına...”
“Ha ha ha! ..”
“Özür dilerim.”
Herkes bir köşeye çekildi, vaziyet aldı. Define de meşhur iskemlesini her zamanki yerine çekti ve oturmadan önce:
“Hey, gençler! Ben sizinle beraber tavla, dama, satranç oynuyorum. Siz de bu Cuma benimle beraber namaza gideceksiniz! O şartla devam ederim! Yoksa Virane’yi lav ederim! .. Anlaşıldı mı?”
“Tamam dede ya! İstediğin o olsun!”
“Biz kılıyorduk ki zaten!”
“Nerde kılıyordunuz? Ben hiç rastlamadım.”
“Memlekette... Daha okula gitmeden, babam beni yanında götüre götüre alıştırdı. Buraya geldik, haytalığa başladık.”
“Biz dedin, İhsan. Kim kim? Kılanlar bir el kaldırsın, bakayım!”
Tam beş erkek arkadaşımız elini kaldırdı. Üçünden ses seda yok. Onlara neden kılmadıklarını sordu, Define; uygun bir lisanla, o yumuşacık, okşayan ses tonuyla. Onlar da namaz kılmayı tam bilmediklerini söylediler. Dede:
“Olsun! ” dedi. “Cumaya dört gün var. Dört gün içinde, neler neler olur! Artık savaşlar bile dört gün sürmüyor. Her şey kolaylaştı. Düğme harbi... Bilmediğiniz sure varsa, alın kasetini, takın teybe... O kadar! Birkaç defa camiye gideriz, hep beraber. Kopya çeke çeke öğrenirsiniz. Parlamenterler bile cenaze namazında sağlarına sollarına bakarak kopya çekiyorlar.”
Bir kahkaha daha yükseldi!
“Merak etme, dede! Kopya, en iyi bildiğimiz şey! ”
“Bu arada, elin değmişken cenaze namazını da öğret de...”
“E? Sonra? ”
“Sonrası... Biliyorsun, işte! ”
“İhsan! Mirasım sana mı kalacak, ulan? Beni erkenden gömüp de ne yapacaksın? ”
“Erkenden mi dede? Erkenden mi? ”
“Sen ne söylüyorsun, bakayım? ”
“Hiç... Şey... Benim dedeciğim elli altı yaşında öldü de...”
“E? Ne olmuş? ”
“Sen daha otur! ..”
Kahkahalarla bir kovalamaca başladı, bahçede! İhsan önde, dede arkada! .. Herkes ayakta! .. Kızlar kenara çekildi. Erkekler onlarla birlikte şakalaşmaya başladı! Alışığız bu tür şenliklere. Özellikle de bu konuda... Bir de limon konusu var, tabi. O, Define’ye, hemen hemen haftada bir yapılan şaka...
Çok mutlu bir pazar geçirdik. En kötü günümüz böyle olsun! ..
*
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 271