- 1404 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
270 - ER RAHMAN
Onur BİLGE
Viranede, değişik bir pazardı. Hava bir yağıyor, bir açıyordu... Bir bahçeye çıkıyor, bir içeriye kaçıyorduk. İçerisi karanlıktı. Rutubet kokuyordu. O koku, asırlık binanın iliğine kemiğine işlemişti. Tahtalar kararmış, çürümeye yüz tutmuştu. Kiremitler ve duvarlar ıslandıkça nem alıyor, binanın kokusu genzi yakacak kadar belirginleşiyordu. Doğrusu, hiç birimiz içerde oturmak istemiyorduk. Hava açılır açılmaz, canımızı dışarıya atıyorduk.
Bir süre Ahmet’le Duygu’nun kuşu Çiçek’le ilgilendik. “Çiçek, öpücük, cici cici, aşkım, hoş geldin!” gibi bazı kelimeleri öğrenmişti. Yarım yamalak söylüyor, ıslığa cevap veriyor, kapı zilini taklit ediyordu. Bu muhabbet kuşlarının seslere karşı ne kadar duyarlı bir kulakları var! Pek çok sesi taklit ediyor, bazı şarkılara iştirak ediyorlar. Bizim tek ses olarak algılayabildiğimiz notaları pek çok ses olarak algılayıp hafızalarına kaydedebiliyorlar.
Çiçek’in sesine bahçeye gelen diğer kuşlar onun yemine, o da onların özgürlüklerine imreniyor. Kafesi küçücük. Bazen içeriye salıyorlar, deli gibi sağa sola uçuyor, pervane gibi dönüp duruyor.
Hava muhalefeti nedeniyle biz de onun gibi olduk. Kafesimize doluştuk. Bir süreliğine dahi esarete katlanamıyor, söyleniyoruz. O ise müebbede mahkûm.
Sevgi, yaratılanı esir ediyor. Sevgililer de kendilerini Çiçek gibi esir hissettiklerini, çeşitli şekillerde ifade ediyorlar. Ahmet’le Duygu, Virane’yi kafes gibi gördüklerini ama birbirlerini sevdikleri ve beraber çalıştıkları için şikâyetçi olmadıklarını söylüyorlar. Define de öyle... O da kalan ömrünü burada tamamlayacağa benzer. Yine biraz sıkıntılıydı. Uzun bir iç çektikten sonra oflaya puflaya:
“İşte ben, bu yarım asrı çoktan geçmiş adam, bu asırlık ahşap binada ömür tüketiyorum. İyi ki sizler varsınız, kuşlarım. Kiminiz konuyor, kiminiz uçuyor, ahir zamanımda beni eğliyorsunuz. Kendimi, yol kenarına devrilmiş eski bir telgraf direği gibi hissediyorum. Ayaklarım çürümüş, gövdem yarılmış, başımdaki fincanlar kırılmış, tellerim kopmuş olsa da beni yalnız bırakmıyorsunuz. Yaşlı ve bitap gövdeme konuyor, şakıyorsunuz. Varlığınızla teselli oluyorum.” dedi ve bir türkü tutturdu: “Telgrafın tellerine kuşlar mı konar? Herkes sevdiğine de canım böyle mi yanar?”
“Ah dede, ah!.. Telgrafın tellerini arşınladın, yar üstüne yar seveni kurşunladın. Eskilere gittin yine.” dedi, Orçun.
“Ne yapalım, be! Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse! Hayata acemice başladık. Öğreninceye kadar ihtiyarladık.”
“Hayattan şikâyetçi misin?” diye sordu, Neşe.
“Başkalarını bilmem ama beni çok örseledi, hayat! Allah’a çok şükür! Şimdi halimden şikâyetçi değilim. Çünkü artık hayattan bir şey beklediğim yok. Ne verirse, Eyvallah!”
“Hayat... Yani Allah... Öyle değil mi dede?” dedi Mahir.
“Oğlum, şimdi Allah’ı karıştırma bu işe!” diye Mahir’in omzuna hafifçe vurdu, İhsan.
“Hayatı yaratan kim? Neden karıştırmayacakmışım? ‘Hayat’ diyorsunuz, ‘doğa’ diyorsunuz, ‘boğa’ diyorsunuz... Onların bir şey yaptığı yok. Yapan da yaptıran da Allah...”
“Allah’tan gelen her şeye Eyvallah!” dedi yine, dede.
“Öyle ama dede, her şeyden şikâyetin bir ucu Allah’a varıyor. Düşünmeden söyleyiverdiğimiz çoğu söz, isyan ve küfür!”
“Küfür ne demek? Burada küfreden mi var?” dedi, Işıl.
“Sana da alfabenin ‘A’ sından başlamak lazım, bir şey anlatmak için. Benim kastettiğim küfür, senin bildiğin küfür değil. Bahsettiğim küfür; Allah’ın varlığı ve birliği gibi dinin temellerinden sayılan inançları inkâr etme anlamına gelen bir sözcük.”
“Şimdi, dede böyle dedi diye Allah’ı inkâr mı etti?”
“Dikkat etmediğimiz zaman, farkında olmayarak o veya biz, öyle bir günaha giriveriyoruz.”
“Ne yapalım? Allah Rahman’dır. Affeder.”
“Bak işte! Rahman’ın manasını da bilmiyorsun, sen.”
“Nasıl bilmiyorum, ya? Besmelede geçiyor ya... Herkes biliyor. Esirgeyen, Bağışlayan...”
“Bilmiyorsun işte! Hem de öğrenmek için bir gayret sarf etmiyorsun.”
“Ben, Besmele’yi ağzımdan düşürmem. Her işe başlarken, kapı açarken, kapatırken, ders çalışmaya başlarken... Eşikten içeriye girerken, dışarıya çıkarken sağ ayağımı atıp...”
“Anladık, anladık! Anlamını bilmeden söyler geçersin! “Yahu! Ben her zaman ‘Bismillahirrahmanirrahim!’ diyorum, acaba ne diyorum? Bir araştırayım!” demezsin, değil mi? Haydi, cahil biri olsan, neyse... Köyün birinde, kendi kökeninde büyümüş bir Ayşe Kadın’ın, Fatma Kadın’ın cehaleti normal karşılanabilir, hoş görülebilir ama senin durumun başka... Sözlük, elinin altında... Sırf sınıf geçmek, diploma almak için o kadar yabancı kelime öğreniyorsun da hiç bitmeyecek bir hayattaki mutluluğun için sana gereken Besmele’de geçen, Allah’ın iki sıfatının ne anlama geldiğini bilmiyorsun. Bir de akıllı geçinirsin! Akıllı, nerede daha fazla kalacaksa, oraya daha fazla yatırım yapandır.”
“İyi, tamam! Bilmiyorum!.. Sen söyle de öğrenelim!”
“Besmele’de geçen ‘Rahman’ sözcüğü, Arapça kökenli olup, Allah’ın sıfatlarındandır ve O’na has bir isim olarak kullanılmaktadır. Bu isim, güzel isimlerin ikincisidir. Sıfat-ı Gâlibe’dir. Çoğulu yoktur. Geniş kapsamlıdır. Türkçede tam karşılığı yoktur. Allah’ın merhameti, bir annenin çocuğuna duyduğu merhametin, en az yüz mislidir. Çok ama çok rahmet sahibidir. Yaratılmışlar, doğrudan doğruya ‘Rahman’ sıfatıyla sıfatlandırılamaz. Ancak bu sözcüğün başına ’Abd’ ilave edilerek, ’Abdurrahman’ şeklinde isim olarak kullanılabilir.
Bir sure adıdır. Kur’an’da, elli yedi defa geçer. Tefsir edilirken, anlaşılması için, ‘Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti olan’ şeklinde açıklanabilir ama Allah’a özel bir isim olduğu için tam anlamıyla tercüme edilmesi mümkün değildir. Tam anlamı Esirgeyen veya Acıyan da değildir. Yalnız, acıma merhamet anlamı taşımaz. Merhamet, acıyı yok etmek, yerine sevinç ve mutluluk getirmek demektir. Rahman, yaklaşık anlamıyla, ’Pek Merhametli’ şeklinde tefsir edilebilir, fakat tercüme edilemez. Anlamı çok geniştir, aksi halde daraltmak olur. Çünkü rahmeti, evrende her tarafı kuşatmıştır. Yarattıklarına iyilik diler ve sayısız nimet yağdırır! An be an almakta olduğumuz nimetler, Rahman sıfatındandır. Daha çok ezele dayanır. Kayıtsız şartsız, yarattıklarını ümitsiz bırakmayan, karamsarlığa düşürmeyen, hak edene de etmeyene de nimetini esirgemeyen; iman edene etmeyene, herkese bol bol dağıtan anlamındadır. Tabi ki bu sıfatı, O’nun Uluhiyeti gereğidir.”
“Dünyanın Rahman’ı ve Ahiretin Rahim’idir. Bir kutsi hadiste: "Rahmetim gazabımı geçmiştir." buyruluyor. Merhametlilerin En Merhametlisidir. Biz de şükrederek karşılığını vermiş oluyoruz. Hem Allah karşılık bekleyerek vermiyor ki!” dedi, Define. O devam etti:
“Sadece teşekkür mü? Herkes herkese teşekkür ediyor. Ya Allah’ın farkı?”
“Allah’a şükrediyoruz. İnsanlara teşekkür ediyoruz.”
“Karşılığı, olsa olsa “Hamdolsun!” demektir. Tabi ki kuru bir şükür değil. Kuran’daki ilk sözcük El Hamd... O kadar önemli ki en başa konmuş. Bence, Fatiha Suresi’ne önem kazandıran da o!”
“Yani, ‘Hamdolsun!’ dediğimizde, karşılığını vermiş mi oluyoruz, tüm aldığımız nimetlerin?”
“Allah, öyle dememizi emrediyor. İlk onu öğretiyor, bize. Sadece dil ucuyla Hamd etmek de değil, tabi ki! Yürekten, anlamını hissederek, tüm içtenliğimizle... Hamd bile yetmez belki ama samimiyetimiz, almakta olduğumuz sayısız nimet karşısındaki eksiğimizi bir nebze giderir; ihlâsımız, o büyük farkı kapatır, İnşallah! Aksi halde, bir nefeslik havanın karşılığı olan minnet borcumuzu bile ifade edememiş oluruz.”
“Böyle konuları da Mahir’e sormak lazım! Her işte mahir, bu konuda da mahir, bizim Mahir!..” diye ensesine bir şaplak attı, Orçun. Mahir, arkasına yaslanmıştı. Ansızın yediği tokatla yerinden bir milim kıpırdamadı bile. Bir elli boyundaki koca boksör, sadece omuzlarını kaldırarak, kafasını içeriye çekti, o kadar. Sonra da sakin sakin ona doğru dönerek:
“Orçun, var ya! Bunu yapan sen olmayacaktın, karnına yumruğu yediydin!.. Ağabeyimsin, sana el kaldıramam!”
“Ne oldu ya? Nihayetinde bir şaplak... Sen ne yumruklar yedin de bana mısın demedin! Hem ensen kalındır senin! Sinek konmuş gibi olmuştur!”
“He ya! Ensem kalındır. Kendi işimi kendim yaparım da ondan...”
“Onu kime sormuşlar da öyle demiş?” dedi Işıl. Mahir, lafın altında kalır mı?
“Işıl Hanım’a sormuşlar, o da nedenini öyle açıklamış. Ben de ondan öğrendim de söyledim.”
“Çocuklar, kesin atışmayı! Yeter artık! Şimdi, şaka şaka derken, kaka olacak, birbirinize gireceksiniz! Peki, Mahir Bey! Şaplak ne demek? Söyle bakalım!”
“Şap diye ses çıkaran tokat! Ne demek olduğunu, en iyi yiyen bilir!” Her kafadan bir ses çıkmaya başladı:
“Tokat...”
“Kamçı ucundaki kösele parçası...”
“Topraktan, ağaçtan yapılmış, ağzı geniş su kabı...”
“Büyük, kulpsuz kahve fincanı...”
“Delikanlı...”
“Pide...”
“İri, yuvarlak yüz...”
“Eyerin altına konulan keçe...”
“Deve şaplağı da denilen boz renkli, büyük yapraklı bir ot...”
“Tokat... El çırpma, alkış...”
“Şamar, tokat...”
“Amma da anlamı varmış ha! İyi ki sordum!”
“Olmaz mı dede? Bir şamarla adam olan nice çocuklar var! Büyüklerimizin, öğretmenlerimizin elleri gümüşlensin!”
“Öyledir, oğul! Zamanında atılan bir şamarla nice hayatlar kurtuldu! Keşke okulu terk ettiğimde, babalığım bana da bir şamar atsaydı da kulağımdan tuttuğu gibi okula geri götürseydi! Bin kere bin pişmanım! Aranızda en cahil benim! Ne kadar ne bilsem, nafile! Bir yanım, boydan boya yıkık!”
“Allah’ın şamarı da vardır. Şefkat tokadı... Sevdiği kullarına ata ata yola getirir. Parmağı var da gözümüze mi sokacak? Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!”
“Sende de ne gün görmedik laflar var Mahir, ya!”
“Öyledir, Neşe Bacı! Bir dokun, bin ah işit, kâse-yi fağfurdan.”
“O da ne demek?”
“Çin kâsesi inceciktir. Kenarına tırnağının ucuyla dokundun mu sesler çıkarır. Bana da bir sorarsan, bin işitirsin!”
“Hiç duymamıştım. Bir yaşıma daha girdim! Daha neler öğreneceğim! Kültürlü adamın hâli başka!”
“Senin de dilin çözülüyor, dede; laf geldi mi aşka!”
“Ah! Ah!.. Sorma evlat! Ne çektiysem, aşktan çektim!..”
“Sormaz olur muyum, soracağım, soracağım da şimdi değil. Cin şeytan dağılsın, hele... Baş başa kaldığımızda...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 270