HATİCE’NİN UMUDU
Tarlasında, kızgın yaz güneşinin altında, hamileliğinin son günlerinde çalışmaktayken aniden sancılanıveren Fatma, az ilerdeki kızı Hatice’ye, sesinin var gücüyle acılar içinde seslenerek yardım getirmesini istemişti. Annesinin canhıraş feryadına koşan Hatice, onu, elinden koyuveriverdiği dirgeninin (ucu sivri çatallı tarım aracı) tehlikeli, keskin ucunun yanında, iki büklüm kıvranırken görünce ne yapacağını şaşırmış, nasıl koştuğunu bilemeden babasını aramaya koyulmuştu. Onu evde bulamayan Hatice, tık nefes köy kahvesine bir solukta vararak babasına bakınmıştı. Orada sadece dedesini görüp ona, babasının nerede olabileceğini sormuş; ağzı, dili, yakıcı güneşin altında koşmaktan birbirine adeta yapışık halde zor bela konuşarak dedesine, annesinin tarlada doğum yapmakta olduğunu, kesik kesik söyleyebilmişti.
Fatma, yardım gelene kadar karnındaki az gelişmiş cılız bebeğini, bir avazda hemen oracıkta, korkudan yaprak gibi tir tir titreyerek yapayalnız dünyaya getirdi. O esnada üstünde, bebeğin kordon bağını kesebilecek hiç bir şey bulunmadığından; oracıkta bulduğu bir taşı yerden alarak, bin bir güçlükle kordonu koparmayı başarıp yavrusunu kucağına aldı. Ona, mutlulukla sarılıp doya doya kokladıktan bir süre sonra kendinden geçiverdi… Kızı Hatice, babasından önce annesinin yanına vardığında onu, sapsarı çehresini saran kırık bir tebessümle boynu bükük, yarı baygın bir halde bulmuştu. Annesinin, çekeleyerek örtmeye çalıştığı uzun eteklerinin altından sızan kan, entarisini ala boyamıştı. Gencecik kadının, dermanının son çırpınışlarıyla bebeğini kavramak istediği kolları, ister istemez gücünü boşaltıvermiş; bebeğin minik başı, toprağa sarkarak annesinin kucağından sıyrılmıştı. Hatice, çaresizlik içinde ve panikle annesinin yanağını okşarken:
—Annecim! Annecim!
—Ne oldu sana böyle?
Diye, ağlayarak korkudan bas bas bağırıyordu. Annesininse, iniltili sesinden kızına ne söylediği anlaşılamıyordu Hatice’nin babasını, yumurta ve sebze satarken bulan çevre sakinleri, ona durumu haber verdiklerinde o, sattığı ürünleri olduğu gibi bırakarak ok gibi yerinden fırlamış, bir çırpıda çok düşkün olduğu karısının yanına kendini atıvermişti. Genç baba İbrahim, karısının halini görünce ne yapabileceğini şaşırmış; onu rahatlatmak düşüncesiyle önce kucağından sarkan yeni doğmuş bebeği kollarına almış ve onu, gurur ve endişeyle karışık bir sevgiyle sımsıkı bedenine sokmak istercesine bağrına bastırmıştı. Bebeği kucağında genç baba, karısına olanı biteni anlamaya çalışarak eşinin yamacına çömelip oturmuş ve ona doğru sokularak boş kalan eliyle eşinin solgun yanağını, canlandırmak istercesine sıvazlamaya başlamıştı. İbrahim, ürkek bakışlarını, eşinin kanı çekilmiş çehresinde gezdirerek, “Nasılsın, nasılsın?” diye, heyecan ve korkuyla sürekli tekrarlıyor; çok sevdiği eşinin ismini, giderek artan bir endişeyle heceleyip duruyordu. Fatma’dan ses seda çıkmayınca, birden ayağa kalkarak:
—Neden hâlâ Hacer Ana’yı bulup gönderemediler?
Diye, etrafına bakınarak kükredi. Karısını, omzundan sarsarak son bir ümit onu, kendine getirmeğe çabaladığı esnada minicik bebek, cüssesinden hiç de beklenmeyen bir şiddetle ağlamaya başladı. Ağladıkça moraran çehresi, insanın yüreğini tasalandırıyordu. İbrahim, paniklediği birkaç saniyenin sonrasında kendisini, ne yapması gerektiğini düşünmeye zorladı. Ani bir kararla, hemen Hatice’yi toprağa oturtarak bebeği, onun kucağına tutuşturdu.
—Ben dönene kadar ne olursa olsun, sakın buradan kıpırdama!
Diye, sıkı sıkı tembihleyerek güçlü kollarıyla karısını kucakladığı gibi dev adımlarla hızlıca eve taşıdı. Güzel eşinin hareketsiz vücudunu, sedirin üzerine tortop bıraktı. Ayaklarını, usulca düzeltip üzerini, ince bir pikeyle beline kadar örttü. Gerisin geriye koşarak bebeği almaya gitti. Bebek, hiç ara vermeden hâlâ ağlıyordu. Onu, kaptığı gibi kavradı ve sağ elinin iri parmaklarıyla sardığı titrek başı, özenle yavaşça boynuna yasladı. Belli belirsiz şefkatli sesler mırıldanarak ve onu, susması ve rahatlaması için telaşından sertçe sallayarak eve getirdi. Genç adam, evine vardığında, yaşadıklarının şokuyla adeta bir robot haline dönüşerek hışımla yatak odasına girdi ve döşeğin altından, oraya karısının koyarken gördüğü ucu kırmızı güller işlenmiş bohçayı, aceleyle çıkarttı. Eli ayağı birbirine dolanan kederli baba, güzel eşi Fatma’nın, kullanılmayan eski çarşaflardan sakız gibi yıkayıp kaynatarak aylar boyunca titizlikle diktiği ve bazılarının köşesini, elişleriyle süslediği kundaklardan rasgele birini çekerek bebeği, apar topar ona sardı. Bu esnada acı acı vurulan kapıya doğru bebek kucağında, yıldırım hızıyla uçar gibi gitti.
Yakınları, nihayet Hacer Ana’yı bulmuş yollamışlardı. İbrahim, onu karşısında görünce her şeyin düzeleceği düşüncesine kapılarak biraz olsun rahatladı. Ebe Hacer Ana, Hatice’ye yaklaşınca kan sızıntısını görüp telaşa kapıldı. Bir şeyler yapılmazsa körpecik gelin, kan kaybından oracıkta ölüverecekti. Hacer Ana, hemen kaynamış su ve temiz bez getirmelerini istedi. İbrahim, aşırı heyecanı ve acemiliğiyle düşe kalka istenenleri, çok kısa sürede yerine getirmeyi başardı. Hacer Ana, çocukların ve babasının acilen dışarı çıkmaları talimatını vererek örtülü kapının ardından işine koyuldu. Herkes, nefesini tutmuş, küçük dilini yutmuş, kaygılı bir sessizliğe gömülmüştü. Zaman ilerledikçe evde sinsi bir şeylerin gelişmekte olduğunu sezdiren ağır hava, baba ve kızlarını, olayı duyarak eve koşan akrabalarını, kara bir tasayla boğuyordu. Arada çınlayan bebek ağlaması onları, şamar yemiş gibi kendine getiriyor, kederli dalgınlıklarından koparıyordu.
Geçmek bilmeyen uzun bir aradan sonra, Ebe Hacer Ana, boylu boslu iri cüssesiyle, alı al, moru mor, tükenmiş ve yıkılmış bir halde kapıda göründü. Kucağındaki bebeği, Tanrı’nın bir hediyesiymiş gibi özenle ve sevgiyle tutuyordu. Onun gözlerini ve vücudunu silmiş, temizlemiş; tekrardan uygun ve düzgün bir şekilde kundaklamıştı. Oda sakinleri, son haddine varan merakları içinde, hep bir ağızdan Fatma’yı sorduklarında, Hacer Ana’nın suskunluğundan taşan dayanılmaz acısı, bir anda her yana çöküverdi. Bir süre sessiz kalan, başı öne eğik, gözleri, duvara çakılı Hacer Ana’nın zorlanarak çıkan kısık sesinden: “Fatma’mızı kaybettik” diyen sözleri döküldü. Hacer Ana, kendisini ne kadar sıksa da acıyla titrerken, yakın akrabası olduğu bu genç anne için dökülen gözyaşlarının akışını engelleyemiyordu.
Hacer Ana öksüz bebeği, babasının kucağına verirken tarif edilemez acılar içinde kıvranan baba, ağlamamak için dişlerini sıkarak:
—Tanrı’nın bize armağanı olan bu bebeğin adı, Hediye olsun!
Diye inledi. Hacer Ana’nın içinde kopan yangın, aldığı her nefeste daha fazla körükleniyordu. Yakınındakilerin ancak duyabileceği alçak bir sesle:
—Evime kısa bir süre gidip hemen geri döneciğim.
Dedikten sonra, dermansız koluyla evin, derme çatma ahşap dış kapısını, gıcırdatarak açtı. Birbirine karışan ağlama sesleri ve çığlıkları, kaçarcasına ardında bırakarak yürürken, yüreğinden kopan isyana baş kaldırıyordu:
—Neden, neden o?
—Neden bu gencecik yaşında Allah’ım?
Diye, katıla katıla hıçkırarak ve iç çekerek harmana doğru kös kös ilerliyordu. Hacer Ana, evine nasıl vardığını hiç anlayamadan kendisini, kapısının önüne gelmiş buldu. Acıyla ağırlaşan külçe gibi gövdesini, içeri atıp sedire çöktü ve sesli sesli, uzunca bir süre kapanıp ağladı. Zar zor yerinden kalkıp elini yüzünü bolca yıkadı. Tekrardan gözyaşlarına boğulmasına aldırmayarak büyük hamur teknesinin başına geçti. Kocaman bir hamur kararak pişileri hazırladı. En büyük çinko tepsilerinden birine, titrek elleriyle her birini kızartarak, buğulu gözlerinden görüp becerebildiği kadar dikkatlice sıradan yerleştirdi. Sakız gibi bir bezle üzerlerini örttü. Elini yüzünü tekrar yıkadıktan sonra, gözyaşlarıyla ıslanan yemenisini değiştirdi. Tekrar ocak başına dikildi. Helvayı, en derin bakır tenceresinde, bol kepçe kavurdu. Telaşla evin dış kapısını açıp geri dönerek, üst üste koyduğu tencere ve tepsiyi, iki yanlarından yapışarak kavradı. Ayağıyla evinin kapısını ittirerek kapandığından emin olduktan sonra, hızlı adımlarla matemli evin yolunu tuttu. Günlerce orada kalarak bebeğin bakımına ve evin işlerine canı gönülden yardım etti.
***
Yirmi yaşındaki Fatma’nın, köydeki her ferdin hafızalarına ve yüreklerine kazınmış acı ve unutulmaz kaderi, Beyrahatun Köyü’nde tarlada, ormanda ve evde yapılan doğumların sonunu getirdi. O günden sonra aileler, yaşadıklarından çıkardıkları elem dolu dersle, ne yapıp yapıp tedbirli davranarak Ardahan Devlet Hastanesi’ne ulaşmayı, hayatlarına borç bildi. Bu yıkıcı olaydan sonra Hacer Ana, “yol halinde bir aksilik olursa” diye, müstakbel annelere, hastane yolunda eşlik etmeye başlamıştı.
Hacer Ana’nın evden ayrılışından sonra Hatice, kardeşinin, bütün sorumluluklarını, ne yapacağını hiç bilemeden üstlenmek zorunda kaldı. Gece gündüz onu besliyor; aynalı beşiğinde sallayarak ninniler eşliğinde onu uyutuyordu. Bu beşiği babası, Hediye doğmadan aylar önce titizlikle ağaçtan oymuş ve neşeli türküler söyleyerek kırmızıya boyamıştı. Hevesi, uçarılığı ve mutluluğu, her halinden okunuyordu. Söylediği güzel türkülerin sözleri, hâlâ Hatice’nin kulaklarındaydı. Her şey, ne kadar da çabuk değişivermişti. Evdeki huzur dolu atmosfer yok olmuş, yerini, her nefeste içi boğan kasvetli bir havaya bırakmıştı. Hatice, babasına ve kardeşine yardım ettiğinden artık okuluna da hiçbir gün gidemiyordu. Evin temizlik, yemek işlerini, tümüyle o çekip çeviriyordu. Gelişmiş haline rağmen Hatice, daha on yaşına bile giremeden, annesinin bütün işlerini, göğüslemek zorunda kalmıştı. Yorgunluktan kemiklerinin sızladığı uykusuz gecelerde, annesinin, yürek dağlayan yokluğunun özlemiyle kana kana ağlıyor; gözyaşlarıyla sırılsıklam olan yastıktan başını, minik kardeşinin ağlamasıyla, aygın baygın kaldırıyordu. Hatice, annesinin güzel yüzünü çok sık hayalinde canlandırmaya başlamıştı. Onun sımsıcak bakışını, gülüşünü, hiç aklından çıkaramıyordu. Annesinin tatlı sesiyle kızına seslenişi hep kulaklarındaydı. Anneciğinin, tarlada şevkle çalışırken söylediği içli, yanık türkülerini, ne kadar da özlüyordu! Hatice, annesine ve onun sevgi ve şefkatinin kanatları altında duyumsadığı mutluluğa, hiç mi hiç doyamadan onu kaybetmişti! Ya kardeşi? Küçük Hediye, annesini hiç göremeyecek; kokusunu, sevgisini, ilgi ve bakımını hiç tadamayacaktı. Annesi, her sabah okula gitmeden önce, Hatice’yi önüne oturtur; beline dökülen saçlarını, ılık bir rüzgârın onları havalandırışı gibi, yumuşak dokunuşlarla ne de hoş tarardı! Güzel Fatma’nın narin ellerine, geniş dişli, kahverengi, sade görünüşlü koca kemik tarak, ne de güzel yaraşırdı. Annesi, her seferinde tarağı, Hatice’nin parlak saçları arasında uzun uzun dolandırırken şarkılar mırıldanır; sesinden taşan sevgisinin öpücüklerini, kızının bahar çiçekleri gibi kokan saçlarına usulcacık kondururdu. Fatma, Hatice’nin gür saçlarını, iki yanına ayırarak kalın örgülerle örer; uçlarını, temiz minik bağcıklarla fiyonk yaparak düğümledikten sonra kızını, neşe içinde okuluna uğurlardı.
Hatice, minik Hediye’ye her bakışında onda, hiç aklından çıkaramadığı annesinin çekici, güzel gözlerini görür gibi oluyordu. İçinin hiç susturulamayan ve katıla katıla ağlatan özlemi, annesine tıpatıp benzer bu gözlere daldıkça bir parçacık olsun, huzura ererek yatışıyordu. Bebeciğin, yumulu gözlerinin kıvrık ve uzun kirpikleri aralandığında, ortaya çıkan saf bakışlı, yeşil gözler, mis kokulu iri bademler gibi açılıveriyordu. Hatice bu gözlerin derinlerine dalarak orada, uzun uzun konaklıyor; buğulu kuytularında annesiyle, kaçamak, avuntulu temaslarla buluşuveriyordu.
Babasının, annesinin varlığında, yer sofrasında çorbasını kaşıklarkenki rahatlığı, gülüşü, artık yüzünün katılaşan ve donuklaşan ifadesinde tamamen kaybolmuştu. Kısa sürede İbrahim’in gencecik alımlı çehresinde, kalın ve derin çizgiler oluşuvermişti. Genç adamın sofrada, konuşkan ve enerjik hallerinden hiç eser kalmamıştı. O, her sabah erkenden yatağından kalkıyor; ortalıkta görünmeden kendisini tarlaya atıyordu. Orada yorgunluktan baygın düşene kadar didiniyor; acısını, hava iyice kararana kadar ölesiye çalışarak avutmaya çalışıyordu. Tarladan döndüğünde, kızının hazırladığı kurulu sofranın önüne, bitik bir halde çöküp bağdaş kuruyor; aç midesine bir çırpıda indirdiği kaynar halde çorbasını, bir somun ekmekle bitirerek odasına kapanıyor, sessizce kimseye göstermeden doya doya ağlıyordu.
Annesinin ölümü, Hatice’nin dünyasını, her yönüyle altüst etmişti. Artık çok sevdiği okuluna gidememesi, arkadaşlarını görememesi, onun kolunu kanadını iyice kırmıştı. Oysaki öğretmeni onu, çok zeki ve çalışkan bulur; başarılarını tattıkça onu, sık sık överek okuması için yüreklendirirdi. Hatice’nin, uzun süre okula ara verdiğini esefle izleyen Türkan Öğretmen, ısrarla Hatice’nin okula gönderilmesi için sık sık evine, arkadaşlarıyla haber yolladı. Hatice okula dönmeyince, aylar sonra öğretmeni, daha fazla dayanamayarak bir hafta sonu, Hatice’lerin evine misafir olmak istediğini, yan komşularının kızının aracılığıyla bildirdi. Türkan Öğretmen’in tek ümidi, İbrahim Baba’yı, yetenekli kızını, bir an evvel okula gönderebilmesi için ikna edebilmekti.
Köylerinin tek okulundaki çok sevdikleri ve değer verdikleri Öğretmen Türkan Hanım’ın, evlerine şeref vereceğini, gururla öğrenen Hatice ve babası; yumurtalarını satarak geçimlerine takviye yaptıkları tavuklarından birini kesip pişirerek yemek hazırlıklarına başladı. Hummalı bir telaş içinde yemekler pişe dururken Hatice, evi kıyı bucak düzene sokarak tertemiz etti. Sevgili, biricik öğretmenini göreceğinin heyecanı ve sevinci, yüreğini ağzına getirmişti. Saatlerdir minik kalbi, göğsünden fırlayacakmışçasına kuşlar gibi çırpınıp duruyordu. Hatice, yapılacakları tamamladıktan sonra elini yüzünü titizlikle yıkayıp üstünü başını değiştirdi ve sabırsızlıkla pencerenin önünde ayakta beklemeye başladı. Türkan Öğretmen, ince zarif endamıyla uzaktan göründüğünde Hatice, kendini bir anda dışarı attı. Öğretmenini, evin dışında karşılayarak eğilip elini saygıyla öptü. Türkan Öğretmen, Hatice’yi kucakladıktan sonra yanağından sevgiyle öptüğünde, birden annesini hatırlayan Hatice, kendini tutamayarak ağlamaya başladı. Öğretmeni, onun halinden çok duygulanarak onu yatıştırmaya uğraşsa da hiç faydası olmadı. Türkan Öğretmen, bir yandan Hatice’nin iri, güzel gözlerinden oluk gibi taşan yaşları silerken, diğer yandan kızaran yanağını, tatlı tatlı okşuyordu. Öğrencisini, son haddinde özlediğini sergileyen öğretmeni, Hatice’nin omzuna doğru kolunu attı ve evden içeri beraberce yürümelerini sağlayarak pencerenin önündeki sedire doğru yanaşıp Hatice’yle yan yana oturdu. Türkan Öğretmen, Hatice’nin buz gibi kesilen elini tutarak:
—Hatice, çok üzülüyorum.
—Ne olur ağlama!
—Sil şu güzel gözlerinin yaşını artık!
—Öyle inanıyorum ki, yakında okuluna dönebilecek, arkadaşlarına duyduğun hasreti dindirebileceksin!
—Mutlu okul günlerine çok az kaldı.
—Babanın çok yakında bu fedakârlığı yapacağını umuyorum ve bekliyorum ben!
Diye, öğrenicisini teselli etmeye ve gelecekten ümitlendirerek rahatlatmaya çalıştı.
—Öyle değil mi İbrahim Bey?
Diye, ona doğru dönerek, bu duygu dolu anda, ona da tasdik ettirmek istedi. İbrahim Bey’in ısrarla sükût etmesi üzerine Türkan Öğretmen, daha fazla üstelemeden yanında Hatice için getirdiği kitabı, çantasından çıkararak ona uzattı. Hatice, kitabı alırken ağlaması biraz kesilir gibi oldu ve belli belirsiz gülümsedi. Öğretmeni:
—Hatice bu kitabı oku da sonra üzerinde seninle konuşalım.
Dedi.
—Başka kitaplar da okumak istersen, bunu bitirdiğinde, sana arkadaşınla yenisini seve seve yollayabilirim.
Diye, sözlerine devam etti. Hatice, biraz açılmaya başlayarak:
—Geceleri Hediye’yi uyuttuktan sonra hevesle okuyabilirim öğretmenim.
Diyerek, başını kaldırdı ve suskunluğunu bozdu. Beşiğinde kıpırdanmaya başlayan Hediye’nin uyandığını fark eden Türkan Öğretmen, hemen oturduğu yerden kalkarak beşiğe doğru davrandı ve bebeği kucağına alarak; peteğine yeni sızmış taze bal tadındaki yanağından usulca öperek:
—Hatice, kardeşin güzelliğini, tıpatıp senden almış!
—Sana şaşılacak şekilde ne kadar da benziyor!
Dedi. Bunu duymak Hatice’yi çok duygulandırdı. Hele hele Öğretmeninin:
—Gözlerinin çekiciliği, iriliği aynı sen!
Diyen ifadesiyle, Hatice, “demek, kardeşim gibi ben de anneme çekmişim!” diye, için için sevindi, gururlandı.
Öğretmeninin kucağında ağlayacakmış gibi yüzünü buruşturan kardeşini, sütünü içirtmek üzere tekrar beşiğine yatıran Hatice, güzel sözler mırıldanarak, bir yandan da beşiği hafifçe sallayarak Hediye’yi, kısa sürede yatıştırmayı başardı. Göğsü duyduklarından gururla kabaran İbrahim Bey’e, kızını okutması için uzun uzun öven Türkan Öğretmen, yüreklere huzur bırakan tatlı konuşmasına, özenle kurulmuş yer sofrasına oturarak devam etti. Hatice’nin, izzet ikramla küçücük yaşında öğretmenini titizlikle ağırlaması, kardeşine, değme anneler gibi bakması, öğretmenini çok şaşırtmış ve onun derin takdirini kazanmıştı ama aynı zamanda da küçücük yaşını aşan sorumlulukların altında eziliyor olması, bir o kadar da içini burkmuştu. Evin, Hatice’nin omuzlarına çöken ağır yükünü ilk bakışta kavrayan öğretmen, daha fazla konuşmaktan kaçınmayı uygun görerek, kardeşi biraz büyüdüğünde Hatice’nin tekrar okula yollanacağının sözünü, babasından aldıktan sonra konuyu kapatmıştı. Yemeğin ardından Hatice’nin demlediği çayı zevkle yudumlayan Türkan Öğretmen, kısa bir sohbetin ardından izin istedi ve teşekkürlerini, defalarca ifade ederek önce Hediye’yi, sonra Hatice’yi canı gönülden kucakladı ve İbrahim Bey’e:
—Böylesine bir evlada sahip olduğunuz için ne kadar şanslısınız!
—Ben de bu kadar becerikli, özverili, çok değerli ve zeki bir öğrenciye sahip olmaktan çok ama çok mutluyum!
Diyerek oradan ayrıldı
***
Aradan bir yıl geçmişti. Hediye tay tay durmaya başlamış, küçük hecelerle ablasına “aba, aba!” diye hoş tekerlemeler döktürerek ablasına, daha önce hiç karşılaşmadığı tap tatlı duyguları yaşatmıştı. Hediye, başka bir akşam, sofrada babasına, ilk kez “baba!” dediğinde, aylardan sonra İbrahim’in yüzünde, sihirli bir aydınlık ışımıştı. Düşünceli bir tavırla kızına dönüp:
—Hatice, önümüzdeki dönem ben Hediye’yi artık yanımda tarlaya götürüp göz kulak olabilirim. Böylece Türkan Öğretmen’e verdiğim sözü de tutmuş olurum.
—Senin de çok istediğin okuluna kavuşma vaktin, işte nihayet geliyor!
—Az daha sabret, benim fedakâr kızım!
Deyince Hatice, aniden, beklenmedik bir anda patlayan sevincinin etkisiyle, babasının boynuna atıldı ve zemberek gibi boşalarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hatice, babasının yanında ilk kez ağlıyor ve utancından kızarıyordu. Etrafı çarçabuk toparlayıp bulaşıkları yıkadıktan sonra Hatice, kardeşini, sevgiyle kucaklayıp odasına kapandığında onu, aynalı beşiğine usulca koydu. Ninni gibi halk türküsünü söyleyerek sallamaya başladı:
—Eledim, eledim, höllük eledim.
—Aynalı beşikte bebek beledim.
Sesindeki her zamanki hüzün, bir sihirli değnek değmişçesine umuda şahlanmıştı. Sesi, kendine yabancı gelecek kadar gür ve berrak çıkıyordu. Hediye, güzel gözlerini, süzerek baygın baygın kapattıktan ve uyuduktan sonra ablası da soyunup sedirin üzerine kıvrıldı. Annesinin, dış yüzünü, renkli çiçeklerle işlediği, sarılmaktan sıcacık bir huzur aldığı parlak pembe yorganını, başına kadar çekerek örtündü ve kemiklerini sızlatan yorgunluğunu unutarak hayallere daldı: Türkan Öğretmen’i gibi okuyup öğretmen olma isteğini, heyecanla kabaran yüreğinden şiddetli bir arzuyla geçiriyordu. Çok çalışıp başarılı olacağına, bugünkü gibi yine kardeşine, eve ve babasına, hatta ihtiyacı olan herkese, elinden geldiğince yardım edeceğine; bu işlerin altından kalkabilmek için daha da güçleneceğine kendi kendine sözler verip duruyordu. Uzun bir günün ardından bitap düşmesine rağmen içi içine sığmadığından, uzun süre kendinden geçip uykusuna dalamadı. Okulunu, öğretmenini, arkadaşlarını ve okulunun bahçesinde, arkadaşlarıyla şarkılar söyleyerek oynadığı hareketli oyunları, ne kadar da özlemişti! Kurduğu hayallerin arasında mutlulukla dolanıp duruyor, onları kaybetmekten çok ama çok korkarak her birine kıskıvrak sarılmak istiyordu. Hatice, o gece ilk kez, gözyaşlarına boğulmadan, geleceğinin ümit dolu hülyalarına kapılı, yorgun vücudunun kendini bırakmasına daha fazla direnemeden mışıl mışıl uykusuna, huzur içinde daldı…
Ayşe Yarman Öztekin
’’Yaşamda Yolculuk’’ 2009