- 775 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Su Yürekli (Öykü)
S U Y Ü R E K L İ
Düşüngülü ulus mimarlarına.
Kalite, mükemmelliğin sayısal tanımıdır.
Akılla bakılır, bilgiyle görülür, zamanla ölçülür.
Derinliği olan bilir..!
Doların gözlerime yansıyan yeşilleri kırılırken, kafesinden yekinen yüreğimde müdürlüğün düşleri deviniyor. Belleğimde bulut bulut üstüne yükselen imgeler dalgalanıyor. Patronum, “Aylık ihraç edilen bez miktarını iki milyon metreye çıkar, seni müdür yapacağım” demişti. Fabrika rekoru kırıyorum!..
Tutkularım pembe yanaklı şafağa kanat vururken, yatakta müdürlüğün ığıltılı devinimine dayanamayıp kalktım. Kendimi betik betik dokuyacaktım zamana…
Gül karası gecenin bu saatinde içeriye ön kapıdan girecek olursam, ambalaj alanında uyumakta olan biri, dumanla işaretleşen Kızılderililer gibi, bukalemun azametindeki şef geliyor diyerek kaldırılır. İşletme yöneticilerinin yüreği şüphe imbiğiyle damıtılır, çoğunlukla insan kaç kişi bilirler!.. Alı al moru mor işletmelerde samyelini saman yeli yapar uyanık yürekli usta (!).. Benim için uzak olacak ama hemen yetim rengi arka kapıya yöneldim. Kitlenmiş olsa da bende anahtarı vardı.
Hayatın dolgun yanaklarını öpemeyen, emperyalist kuşatması altında kalan ve yoksulluk sınırları altında yaşayan işçilerin gece çalışmalarını kontrol edeceğimin bilincindeydim. İşletmedeki şartlara diyalektik baksam da, iç sesime kulak veren biriyim. Önce düşünür daha sonra yüreğimin götürdüğü yere giderim.
Ay ışığının parlattığı yemyeşil ağaçların dalları arasından güzellikleri yaşayarak ilerliyorum. Arka kapının bahçeye bakan kısmına iki kişi oturmuş, horozların senfonisini dinlerken ılgım ılgım vuran Erciyes esintisiyle ruhlarını yıkıyorlar. Aşk güzel iklimi, şehvet ise her iklimi severmiş. Tura yüzünden öptüğüm ay, gök çadırının tepesinde buğulu gibi duruyor.
Bahar gülüşlü Eylül’le şiirsel duruşlu Ulaş ayşafağında birbirlerine kedi gibi sokulmuşlar. Ruhlarında aşk fırtınaları kopmuş, yürekleri Erciyes’in oylumlarında kanat çırpıyor. Kentin doğuştan muhafazakâr, esnaf bebeleri şebeleri değil, her ikisi de aynı düşü gören gurbet kuşlarının çocukları…
Kayısı ağacının dalları arasından hiç duraksamadan çıktım. Beni görünce saygıdan, birazda yakalanmışlığın verdiği eziklikle başları önlerinde ayağa kalktılar. Dumanı tüten aşkın çığlığına ruhsatsız sözler söylemek olmazdı. Ulaş’ın gözleri pırıl pırıl, Eylül’ün yüzü ise su gibi berraktı. Düşlerini kanatmak istemiyorum, çiçekleri güzel olsun. Hayat ve kadın, demir atılacak birer liman değil mi?.. Hiç oralı olmadım. “Kolay gelsin.” “Sağ olun şefim.” “Size ne ceza vereceğime henüz bir karar veremedim!.. Beni burada bekleyin.” Ulaş’ın iki perçin gibi küçük kahverengi gözleri beni süzüyor. “Peki efendim.” Sesimin ateşten gömlek olmadığını anlamış olmalılar... Yaşadıklarına bir ruh veremezsen, hayat bir gölge oyunudur.
Kaportası kasıntılı şef değilim. Yüreğimi hiç cebimde taşımadım, hep yerindedir!.. İç insanımla hep yüzleşirim. Şu an içdenizim biraz dalgalı, avını yakalamaya çalışan bir şahin gibi arka kapıdan içeriye süzüldüm. Kalite makinelerinin sesi, şeytanın ıslığı gibi ötüyor.
Ambalaj alanından geçerken stok masasının üzerinde köpek ölüsü gibi birinin uykunun yorganına sarılmış yattığını gördüm. Kanı kendine akan işçi, mamül bezi iki üç kat yapıp altına sermiş. Kendi düşen ağlamazmış, bakalım ne mazeret söyleyecek..? “Evde beşik mi salladın?.. Kalk bakalım.” Gözlerini zorlukla açtı. Bana tren görmüş düven öküzü gibi bakıyor. İçsel boşluğa düşmüş, kusur kusan bir yüz. Korku gölgesi düştü yüreğine!.. “Ne bu hal Yanık?” Adı Ahmet olsa da, işletmedeki arkadaşları ona ‘Yanık’ diyor. Adamın bellek kapıları açık kalmış, rapor tutsam on yedinci maddeden çıkışı verilecek!..
Kendi söküğünü dikemeyen biri. Hemen toparlanıp masadan indi, dağ ardıcı kadar çaresiz. “Şefim, özür dilerim. Hastayım..!” Buruşuk sesle konuşuyor, şivesi avam kokuyor. Gözümün içine baka baka yalanın en cilalısını söylüyor. “Hastaysan izin alıp gitseydin.” “Valla şefim. Otobüs biletim, param yoktu!” “Paran yoktu, nasıl geldin?” Gözlerinden andık andık yaşlar dökülmeye başladı..?! Sözleri de kendi gibi ağlıyor. “Sanırım, evvelki seneydi. Seni yine böyle yatarken yakalamıştım. İhtar almıştın..! Yanık, başını öne eğme… Gözümün içine bak!.. Kaderine ağlama… Bir kez olsun kendi hatalarına bak..! Bahanelere sığınma..! Allah aşkına, kendi içsesini hiç dinledin mi?..” “Haklısın şefim. Bir çocukluk ettik…” “On iki senelik işçisin, bunu rapor edersem; disiplin kurulu tazminatsız çıkışını verir!” “Elini ayağını öpeyim şefim!! Bu yaşta bana kimse iş vermez… Sana erkek sözü!.. Bir daha yamukluğum olmayacak!..” Başkasına ağlamayan kendine gülebilir mi hiç?.. Onun yerine koyuyorum kendimi… İç insanım bana çocukları var, bir şans daha ver diyor… Onu deliğe süpürmek istemiyorum. “Yanık, erkek sözü mü?!” “Evet şefim.” “Tamam o zaman. Sana bir şans daha veriyorum.” Öpmek için elime sarılıyor. “Olmaz Yanık!!.. Ben işçime elimi öptürmem!..” Kabına sığmıyor mutluluğu… Şu an onun yüreğinde dostluk sektirdiğimi duyumsuyorum. Yaşamın çapraz ateşinde kalan Yanık’ı iç insanıyla baş başa bırakırken, kendi kendime ‘merhamet ve hoşgörü öğretilmez, bilinir’ diye mırıldanıyorum.
Delişmen ruhlu Yusuf Usta, dokuma ustabaşısı, ayaklı isyan sapısilik Gaffar ile alımlı çalımlı ince belli çay bardağının demine vurmuşlar kendilerini..! Keyiflerine diyecek yok. Konuşmasalar hasta olurlar; işletme ustası safrasını atamazsa insan yanlarını yer!?.. Pencereden çıkan sigara dumanı fabrika bacasından çıkar gibi yukarı yekiniyor. Makinede çalışan kaliteci kızları çağırıp yanlarına oturtmadıklarına sevindim, birkaç kez fısıltı gazetesinden duymuştum. Yakalamış olsaydım, rapor tutacaktım. Yusuf Ustayla göz göze geliyoruz. “Gel şefim. Kaçak Seylan çayı, hakiki dem..!” “Elin oğlu içecek hal mi bıraktı..!?” “Hayırdır şefim?..” Yaz yağmuru gibi ivecenliğim üzerimde… Bir de sabah işe geleceğim, gidip biraz kestirmem gerekiyor. “Gaffar ustam sen otur. Yusuf’la işletmeye çıkacağız.”
İnler gibi ses çıkaran rulo makinesinin yanından geçtik, birlikte arka kapıya doğru yürüyoruz. “İşletmede at izi it izine karışmış. Usta’m, böyle işyeri olmaz. İpin ucunu kaçırmışsın! Sen Seylan’la demlenirken işçin de uykuda demlenmiş!.. Yanık’ı uyurken yakaladım.” Duyduğu söz karşısında tokat yemiş gibi sarsılan Yusuf’un yüzü yoğurt kesesi gibi gerildi. “Ben onlara gösteririm.” dedi.
Kapıdan arka bahçeye çıkınca, yaşamın elense çektiği Ulaş’la Eylül’ü ayakta bizi bekler bulduk. Ay, Erciyes’in yamaçlarına doğru sürüklenirken, kiraz ağaçlarının yaprakları rüzgârla oynaşıyor. Tüm zamanlara meydan okurcasına göğe uç veren Erciyes’i seyreden Ulaş’a baktım. “Bu kızla flört etmiyorsun değil mi?..” “Yok şefim.” “Bana doğruyu söyle! Eğer yanlışını görürsem, hiç gözünün yaşına bakmam..! Koyarım kapının önüne!..” Sanırım, yüreklerine düş düşürmüştüm… “Şefim, birbirimizi seviyoruz.” “Ne zaman babasından isteyeceksin?!..” “Gündüz postasına dönünce.” “Söz mü?” “Söz.” “Bak, Yusuf Usta’m da şahit. Tamam mı Eylül?..” “Tamam Şefim. Beni düşündüğünüz için çok teşekkür ederim.” “Bir şey değil. Hadi işinizin başına..! Bir daha buralarda görürsem, salondakilere bir tepsi baklava ısmarlarsınız.”
Onların içsel tellerine su vermiş, düş düşürdükleri yolda imgelerinin ıslığı olmuştum. Artık yarınlara uçacak kuşların kanatları ay yamaçlıydı. İki kundak arası yer / yuvardan geçmekte olan insan, insana eklene eklene, zaman zaman da evrile devrile yol alır. Yürekten yüreğe dostlukların sektirildiği yoldur insan. Başkasının izine düşenin izi olmayacağını yaşadıkça öğreniriz. Göz ucuyla uzaktan da olsa, bulut ırmağının oylumuna yaslanıp şiirsel duruşlu Ulaş’la yüreği çivitmavisi, erciyes yüzlü Eylül’ü seyredeceğim...! Özüne hoşça bakamayan ve hoşgörünün tadına varamayan insanı, insanın dışına atar hayat...! Mutluluk halesi kanat çırpıyor oylumumda… “Yüreğim uluslar arası meydan / Sevgiler iner kalkar durmadan”* İmgesi ölçeksiz patronum duyumsamaz..!?
* - Osman Bolulu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.