- 816 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
263 - YILDIRIM IŞIĞIM
Onur BİLGE
Gülbeyaz, annesine akşam olduğunu, eve gitmeleri gerektiğini, daha yemek yapmadığını, babasının kızacağını, evde yine kavga çıkacağını işaretlerle, yıldırım hızıyla anlattı. Bunu ifade ederken, gözlerini fincan kadar açıyor, bir maç spikeri maharetiyle, fakat hiçbir anlam taşımayan kendi lisanınca sözcükleri art arda sıralıyor, bu arada anlatma telaşından yutkunmayı unutuyor, ağzından tükürükler çıkıyordu.
Annesi biraz gailesiz bir kadındır. İnce eleyen sık dokuyan bir yaratılışta olsa bu müzmin derde nasıl dayansın? Öyle bir değirmen dönüyor ki başında, gürültüsü yedi mahalleye yetiyor!
Gülbeyaz bir kere tutturtacak da anası elinden kurtulacak ha? Mümkün mü? Gitti, ayakkabılarını getirdi, verdi eline; arkasından itmeye başladı. Kapıda alelacele bir vedalaşma... Gittiler. Sokaktan, gittikçe azalan sesleri geldi bir süre, sonra tamamen kesildi.
Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, akıl... O gitti mi her şey bitti! O kadar sıkıldım ki bir iki saat içinde, hemen perdeleri ve camı açtım. Biraz temiz hava almak ve ferahlamak ihtiyacıyla pencereden dışarıya sarktım. Boğulacak gibi olmuştum, onun heyecan ve telaşından! Acelesi, içime heyecan vermişti. Tertemiz bir hava vardı, dışarıda. Yağmur gelmek üzereydi. Gökyüzünde bulutlar hızla birikiyor, uzaklarda şimşekler çakıyordu. Elimi uzattım, bekledim, bir damla bile düşmedi. Aniden bastıracak gibiydi.
Gayriihtiyari karşı apartmana, her zamanki baktığım camlara baktım. Perde aralık, cam açıktı. Görünürde kimse yoktu. Olsa da benim onu görmem çok zordu. Etrafta ışık yoktu. Akşam inmiş, hava karardıkça kararmaktaydı. Bir de içim... Hem de nasıl...
Esma’yla Sıdıka’nın evliliklerinin ilk yıllarını yazacağım ama şimdi ve bu ruh halimle değil. Yemekten sonra, çaylarımızı içip, her birimiz kendi âlemlerimize daldığımızda...
Önce akıl, sonra ruh dinginliği... Ruh huzursuzsa, insanın eli hiçbir işe varmaz. Yani ilham gelmez. Hiçbir şey yapmak istemez. İbadet de iç huzuruyla güzelleşiyor. Bir şey dikkatimi çekti, değinmeden geçmeyeyim.
Hani arada sırada namaz kılıyorum ya... İşte o zamanlarda öyle bir huzur doluyor ki içime! Öyle bir mutluluk ki anlatamam! Namaz biter bitmez odamı temizlemek, zaten çok olmayan eşyaların yerlerini değiştirmek, sonra da alıp içeceğimi, teybimi yanıma, bir şeyler yazmak istiyorum. Yaşama zevki geliyor içime. Derin bir iç huzuru, ruh rahatlığı... Nasıl anlatsam?
Şimdi o durumdan fersah fersah uzağım. Gülbeyaz’ın içinin sıkıntısının tesiri altındayım. Onlar için çok üzülüyorum. Annesi:
_ “İki nimetin biri!” diye dua ediyor. “Ya iyi olsun ya da ölsün! Kendi ellerimle yıkıyayım, kefenleyim, gözümden bir damla yaş akıtmıycam! Çünkü geriye kalırsa, ben ölürsem, perişan olur! O ölsün ki rahatça ölebilem. Gözlerim kapanmaz, gözüm arkada kalır!”
_ “Öyle deme! Evlat! İçin yanar! Ağlanmaz mı hiç?” diyecek oluyor annem.
_ “Peki, ben ölsem, kim bakar buna? Kardeşinin karısı mı bakıcak? Gelin bakmaz. Baksa da bir gün bakar, iki gün bakar... Zorlanırsa, kaçar gider anasının evine! Oğlan bakar mı? Erkek evladı... Bu kız çocuğu... Temizliği var, yıkanması var... Kendisini bilmiyo ki! Ben öğretiyom. Ben kontrol ediyom, daima. Babası da bakamaz. Çok zor, çok! Ölüm, nimet; bi yerde... Ölüm, temizlik... Öldü mü kurtulur. O da rahat eder, biz de... “Öldü!” deriz, bir kelime. Ölüye üç gün ağlarlar, deliye her gün gülerler. Rezil olduk zaten, olacağımız kadar ama her şey Allah’tan...”
_ “Allah sana da uzun ömür, gayret kuvvet versin, ona da... Yaşasın garip...”
_ “Sanki şimdi yaşıyo mu? Yaşadığından bi şey anlıyo mu? Yiyo içiyo, yatıyo... Ona göre bi şey yok. Derdini biz çekiyoz.”
Akıl hastalığı, iç sıkıntısının son raddeye vardığı zamanlarda kendini kaybetme hali olsa gerek. Ne zaman Gülbeyaz’la ya da Işıl’la bir araya gelsem, onlardan bana da sirayet ediyor, o iç sıkıntısı. Uzunca bir süre etkisinden kurtulamıyorum. Ancak ortam değiştirmem gerekiyor. Onun için çamı açtım. İçinde bulunduğum can sıkıcı durumdan süratle kurtulabilmek için karşı camlarda bir karartı aradım.
Onu göremesem de oralarda bir yerde olduğunu bilmek, varlığını hissetmek yeter bana benim de kendimi huzurlu hissedebilmem için.
“Orda bir köy var uzakta...” der içimden bir ses. Bu, çocukluğumda, her cumartesi, saat on yedide yayınlanan Çocuk Saati isimli programda çok sık dinlediğim bir çocuk şarkısıdır. O zamanlar ne anlama geldiğini tam olarak anlayamazdım. Sadece memleket sevgisinin ifadesiydi, benim için. Şimdi daha başka şeyler de anlatıyor. Mesafelere rağmen bir şeyleri kendine ait hissetmek gibi...
Onunla selamlaşamıyoruz bile. Sanki kıyamet kopar! Yer yerinden oynar! Neden böyleyiz, bilmiyorum. Ben böyle değilim. Doğru dürüst erkek kız ayırımı da yok bende ama o, beni de kendisine benzetti. Hem çeken hem iten bir aurası var. Ruhu mu desem? Uzaktayken kuvvetle çeken, yaklaşınca iten... Utanma duygusu mu? ‘Ar damarı’ derler ya... Belki de o...
Okulda ilk işe başladığımda, velinin birisinin benimle görüşmek istediğini söylediklerinde, onunla konuşmak istememiştim. Garip bir utanma sıkılma duygusu hissetmiştim. Oysa son derece sosyal bir ortamda büyümüştüm. Arkadaşlarım zorlamıştı:
_ “Olur mu? Ayıp olur! Haydi, onunla konuş!”
_ “Ne diyeceğim?”
_ “Hiçbir şey deme. Konuşma, doğallığında başlar ve devam eder. “Hoş geldiniz!” de, sadece. Haydi!” diye zorlamışlardı.
Bir an için hissettiğim bu çekingenliği yenmem zor olmadı. Yanına yaklaştım ve elimi uzattım:
_ “Merhaba! Ben Semiray... Hoş geldiniz!” dedim, o oldu!
Bir daha da kimseye karşı yabancılama hissetmedim. Gördüğüyle görümce, buluştuğuyla elti... Halen aynı şekilde devam etmekte... Bu İlhan, nereden karşıma çıktıysa...
Hey! Karanlıklar Prensi! Çık karşıma! Oralarda saklanıp durma! Bak, akşamın karanlığında, karardıkça karardı içim! Soy çıkar karanlığı karanlıklardan, Yıldırım Işığı’m!
Geceyi geceden arala! Görüntünün güzelliğinden kamaşıp kapanınca, hayranlık dolu gözlerim, kirpiklerinle arala! Dünyamı bakışlarınla karala! Ben dünyaya değil, sana âşığım, Yıldırım Işığı’m!
Koy avuçlarıma zeytin karası gözlerini, geceme bir gece daha düşsün, simsiyah! Bakışların ara ara ışısın, kömür gibi kara kara yansın bakışların. İliğim kemiğim ısınsın, içim açılsın!
Bakışların, göklerimde kapkaranlık ışısın, dünyam aydınlansın! Aydınlansın da ne olursa olsun! İsterse dünya yansın!
Koy avuçlarıma yüreğini, tenimde dolanan yangını alsın! Sessizce seyret dinginliğini... Huzurla rengârenk düşlere dalsın! Dokunma, sonsuza kadar öylece kalsın!
Koy avuçlarıma ellerini! Hissetmeye çalış bendeki sana ait olan beni. Dalga dalga yaydığım sevgiyi... Geri çekme alelacele! Biraz bekle! Ya da bırak hep bende kalsın!
Bakışların siyah ışık, Yıldırım Işığı’m... Göklerimde, günümde ara ara çakan, kör eden parlaklık... Fakat ne yazık ki bir anlık!
Beynimde siyah yanıyor gözlerin. Siyahım, simsiyah; karanlığım, zifiri karanlık... Ne olur bir anlık da olsa, biraz aydınlık!..
Gözlerimde kapandıkça kapanıyor bulutlar... Karardıkça kararıyor yağmurlar... İçim, seninle aydınlık, Yıldırım Işığı’m.
Ruhumun yağmurlarında boğulduğum; böyle sensiz, böyle sessiz ve böylesine ıssız gecelerde umutsuzluk basar şehrimin sokaklarını, diz boyu. Kaldırımın kenarlarında akan çamurlu sulara düşer hayallerim. Akıntıya kapılır, serserice yüzen hafif ve ince, ışıl ışıl saman çöplerince. Mazgallarda hızla yok oluşlarını izlerim.
Düşlerim, yaşlarımla birlikte zir-i zeminlerde... Aşkın, emin ellerde...
Gözlerimi yumduğum anda, siyah şimşekler çakar göz bebeklerimde! Havai fişek gösterisi görkemiyle, art arda!.. Onlar, içimin karanlıklarında gizlediğim, sana diyemediğim, bir başıma, gizlice seyrettiğim duygular...
Bırak gözlerini gözlerime! Hep öyle karanlık ışısın bakışların; geceme, günüme... Bir an için de olsa ışısın! Işısın da, düşsün yıldırımlar önüme!.. Yeter ki bir ses gelsin ünüme! Bir ses gelsin senden, Yıldırım Işığı’m!..
YILDIRIM IŞIĞIM
Soy çıkar karanlığı karanlıklardan
Yıldırım Işığı’m
Geceyi geceden arala
Kamaşıp kapanınca hayranlıktan
Gözlerimi kirpiklerinle arala
Dünyamı bakışlarınla karala
Ben ona değil sana âşığım
Koy avuçlarıma zeytin karası gözlerini
Günüme bir gece daha düşsün simsiyah
Bakışların ara ara ışısın
Kömür gibi kara kara yansın
İliğim kemiğim ısınsın
Bakışların göklerimde kapkaranlık ışısın
Dünyam aydınlansın
Aydınlansın da isterse dünya yansın
Koy avuçlarıma yüreğini
Tenimde dolanan yangını alsın
Sessizce seyret dinginliğini
Huzurla rengârenk düşlere dalsın
Dokunma sonsuza kadar öylece kalsın
Koy avuçlarıma ellerini
Hissetmeye çalış bendeki sana ait olan beni
Dalga dalga yaydığım sevgiyi
Geri çekme alelacele
Biraz bekle
Ya da bırak hep bende kalsın
Bakışların siyah ışık
Yıldırım Işığı’m
Göklerimde günümde
Ara ara çakan
Kör eden parlaklık
Fakat ne yazık ki bir anlık
Beynimde siyah yanıyor gözlerin
Siyahım simsiyah
Karanlığım, zifiri karanlık
Ne olur bir anlık da olsa
Biraz aydınlık
Gözlerimde kapandıkça kapanıyor bulutlar
Karardıkça kararıyor yağmurlar
İçim seninle aydınlık
Yıldırım Işığı’m
Ruhumun yağmurlarında boğulduğum
Böyle sensiz böyle sessiz ve böylesine ıssız gecelerde
Umutsuzluk basar şehrimin sokaklarını diz boyu
Kaldırım kenarlarına düşer hayallerim
Akıntıya kapılır ışıl ışıl saman çöplerince
Serserice yüzen hafif ve ince
İzlerim hızla yok oluşlarını mazgallarda
Düşlerim yaşlarımla birlikte zir-i zeminlerde
Aşkın emin ellerde
Gözlerimi yumduğum anda
Siyah şimşekler çakar göz bebeklerimde
Havai fişek gösterisi görkemiyle
Art arda
Onlar
İçimin karanlıklarında gizlediğim
Sana diyemediğim
Bir başıma seyrettiğim duygular
Bırak gözlerini gözlerime
Hep öyle karanlık ışısın bakışların
Geceme günüme
Bir an için de olsa ışısın
Işısın da düşsün yıldırımlar önüme
Yeter ki ses gelsin ünüme
Ses gelsin
Yıldırım Işığı’m
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ
YORUMLAR
Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, akıl... O gitti mi her şey bitti!
evet.
ötesi yok.
Allaha binlerce sükür etmeli her nefeste bazen cok büyük dertler karsisinda bile nasil dayanma gücünü verir yaradan bize.
Gözlerimi kirpiklerinle arala
Dünyamı bakışlarınla karala
Ben ona değil sana âşığım...
burasi cok güzeldi.
cok güzeldi emegine saglik.
sevgim sonsuz
Öykülerinin daima siir tadinda oldugunun, bir örnegi daha!
***
Aklin kaynagi imandir. O halde demekki kafir ve müminler arasindaki en büyük fark; kafirlerin sadece zeka sahibi olabilmesi, imansiz olduklari icin akillarini kullanamamalaridir. Müminler ise daima Allah'a iman ettiklerinden ve O'nun yolundan asla ayrilmadiklarindan, Allah onlari "daha akilli" olmakla mükafatlandirir.
Ne mutlu bize!..