- 820 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
:::EYLÜLE KAÇMAK:::
ROMAN-EYLÜLE KAÇMAK-
:::1.Bölüm:::
BUGÜN-SARAYKÖY’DE BİR AKŞAMÜZERİ; YIL:2002-
Aylardır içimi sarıp sarmalayan depresyonu tam olarak atmış değilim. Gözlerim, hâlâ benden uzak bakıyor her şeye. Küçük koru bir yerde, öylesine bir Pazar günü geçiriyorum. Çıplak ağaçların içinde bir sonbahar resmi yaparken, güneşin önündeki büyük ağaçları da tek tek fırçamla gölgelere boyuyordum. Ortalık yine çok sakin görünüyordu ve içimden de hiç ses çıkmıyordu… Aylarca kimselerle görüşmediğim için yabancısı gibi olmuştum buranın. Ya da belki, artık burası yabancı gibi olmuştu bana! Hatta konuşmanın nasıl bir duygu olduğunu bile çoktan unutmuştum. Herkesten, her şeyden kaçıp çok derinlere saklanmak istiyordum. Hava gittikçe soğumaya başlıyordu. Üzerimdeki boğazlı kırmızı kazağım ve siyah yumuşak montum beni ısıtmaya yetmiyordu. Ama yine de resmimi boyamaya devam ediyordum. Ağaçlarla kaplı her taraf sarı renklerle taşmıştı. Bir gölge misali süzülmüş gibiydim. Üzerime düşen kurumuş yaprakların anlamsız savrulmaları dolaşıyordu gözlerimde. Binlerce yıl sonra uyanmış gibi bakıyordum her tarafa. Ve gözlerim, baktığım yerlere atıyordu sanki beni! Yorgundum… Resim yaparken, gökyüzünden düşen kuru yapraklarda uyumak istiyordum. Rüzgârın sesi kulaklarıma doluyordu… Tekerlekli sandalyemin altı da milyonlarca sararmış kuru yapraklarla doluydu... Toprağın üzerinde dolaşan kuş sürüsü havalanıyordu birden çıplak ağaçların arasından. Güvercinler de, kırık gece lambalarının üzerinden beni izliyorlarmış gibi hep tepemde bekliyorlardı... Sonbahar mevsiminin içinde sanki kaybolmuştum. Marangozhanenin bahçelerinde kollarımı açmış, yaprakların içinde gözyaşlarıma dayanıyordum… Hava iyice soğumuştu ve dudaklarım üşümüş; ellerim, yüzüm sapsarı olmuştu. Önümüz kış mevsimiydi… Oysa ben, hâlâ yaz ve sonbaharı yaşamış sayılmazdım… Koskocaman iki mevsim, yeşil renkli duvarları olan küçücük odamın sessizliğinden akıp gitmişti. Bütün bir yazı odamın penceresinden sessizce seyretmiştim. Eğer dayanacak gücüm olmasaydı belki bu gün bile olamazdım? Ama buna rağmen hâlâ bir boşluğun içinden düşmeye devam ediyordum. Ve ne zaman, her şeyin yolunda gittiğini düşünsem, sanki yine kötü bir şeyler olacakmış gibi korkuyordum...
Oysaki hayata böyle mi başlamıştım. Her zaman hayallerimi gerçekleştiren, yaşamak için, mücadele eden bir ruha sahipken ve asla yenilgiyi kabul etmeyen biriyken, ne olmuştu öyleyse? Aslında benim de bir kırılma noktam vardı, ya da insanlara bu kadar çok fazla güvenmem ben de görünmez bir tehlike yaratmış da olabilirdi. Durup durup kendimi düşünmeye başladım... Etrafımdaki herşey sanki anlamını yitirmiş ve silinmeye başlıyormuş gibiydi. Ne zaman hayaller kursam, içimde duygu parçalanmaları yaşıyordum. Hep nedensiz yere bitiyordu düşüncelerim. Sanki büyük bir yerde öylesine yaşıyormuş gibiydim: Suskun ve hep yapayalnız...
Akıp giden gürültülü hayatın ardından ne gelen vardı ne de giden... Çevremdeki sahte gülümsemelerden kaçıp saklanmıştım... Lakin bu bana çok acı vermişti, hem de çok büyük bir acı. Boş bakışlar içinde gözyaşlarımı hep saklı tutuyordum. Ne zaman ağlamak istesem her geçen gün biraz daha kayboluyordum ve biraz daha kopuyordum kendimden. Kendimle konuşmak, kendimde boğuyordu beni…
Aylarca içimdeki duygusallığı da yenmeye çalışıyordum. Baktığım her yerdeki sessizliğim işte bu yüzdendi… Grileşmiş gökyüzünden düşen kızılyapraklar altında sonbahar resmimi boyarken çocukluğum aklıma geldi birden. Yaşamaya başladığım o ilk zamanlarda, böyle çaresiz bakışlar altındayken suspustum… Ne yapacağımı bilemiyordum! O gün, ilk defa gördüğüm her şeyin içinde hiç konuşmadan öylece bakınıp duruyordum. Neyin ne olduğunu çözmeye çapalıyor ve ne olduğumu da anlamaya çalışıyordum. Camların buğusunu siliyordum dışarıyla bakışmak için. İşte o gün, her şeye yağmurlu bir günde başlamıştım. Keşke hep -o günde- kalsaydım da hiç büyümeseydim. Keşke zaman dursaydı da çocukluğumun içinde saklanabilseydim. Büyümek, ben de yalnızlığımın büyümesine de neden olmuştu. Ne zaman, böyle anlar da içime kapansam hep çocukluğum aklıma geliyordu işte...
O sabah, Karşıyaka Çocuk Yuvasında soğuk bir sonbahar günüydü. Gökyüzünde şimşekler çakıyordu ardı ardına. Yağmur, kocaman pencereyi sarmış durumdaydı. Her yer, sanki yepyeni gibiydi... Gözlerimin üzerinde dolaşan uykudan da az önce uyanmıştım...
Hiç unutmuyorum...
:::2.Bölüm:::
-KARŞIYAKA ÇOCUK YUVASI-
1977-1978-1979-1980-1981-1982-1983-1984-YILLARI
-O zamanlar Türkiye’nin durumu hiç iyi değildi. İnsanlar öldürülüyor, sokaklar karmakarışık, siyasi istikrarsızlık, dış güçlerin oyunu ve ülkemiz insanlarının tedirginlikleri hat safhadaydı. Ve sonuç olarak askeri darbe de kaçınılmaz olmuştu... Çok fazla bir şey söylemeye gerek yok aslında. O yıllara ait herkesin yaşamlarından birçok anlatılacak öyküler vardır elbet. Türkiye’nin hiçbir zaman hatırlamak istemediği dönemlerinden biriydi… Sağ sol çatışmasının gölgesinde ben yetimhanede hiçbir şeyin çokta farkında değildim. O yıllara ait tek bildiğim şey, Evren paşaydı. Bu adı o kadar sık duyardım ki, artık onun bir akrabam olduğunu düşünmeye bile başlamıştım. Bize ne zaman; -evren paşa- gelecek deseler, hemen yataklarımızın çarşafları yepyeni olurdu. Yataklar bozulmasın diye, büyük televizyon salonunda diğer çocuklarla koyun koyuna yerlerde yatardık. Bu birkaç kere daha böyle sürüp gitmişti. Ama Evren paşa, hiçbir zaman bizim yuvaya gelmemişti... Kim olduğunu hiç bilmediğim bu adamın niye bu kadar önemli biri olduğunu anlayamıyordum! 7-8 yıl yaşadığım Karşıyaka Çocuk Yuvasındaki hayatımın dışında, Türkiye’nin gerçekleri de bunlardı. Bütün bu yaşanmışlıkların içinde bir de benim yaşanmışlığım vardı...-
O gün... Her şeyin, bir başlangıcı olduğu günlerin birinde başlamıştı gölge yağmurları. Zamanın ortalarından taşan yalnızlıkların ve de suskunlukların içinde boğulduğu günlerin birinde yırtılıyordu takvimler. Ve unutulmuş her şeyin üzerinde çoğalıyordu ruhumdaki tedirginlikler. Kimsenin olmadığı korkularda, kırık ağaç dallarında ve kudurmuş gökyüzünün bağırdığı günlerin birinde başlıyordu hayat…
O gün, hazırlıksız yakalandığım, hayatın ellerinde çırpındığım anlardan biriydi. Gözlerimi ilk açtığımda, yuvanın upuzun balkonunun sanki gök gürlemesiyle titrediğini görebiliyordum. Hava kurşun gibi sırılsıklamdı sanki. Sanki gökyüzü ve yeryüzü denize karışmak ister gibiydi. Islak büyük bir pencerenin yanındaki ince demirli bir ranzanın en üst yerinde yatıyordum. Çift ranzalı yataklardı bunlar ama nedense ben hep üst tarafta yatıyordum. Uykudan yeni yeni uyandığımda hep de dışarıyı seyrederdim buğulu gözlerle. Penceremiz genelde yağmurlarla kaplı olurdu. Soğuk ve kapalı bir havada ağaçlar sanki çıldırmışçasına dans eder gibiydi fırtınayla. Bir sonbaharlar zamanıydı ve aylardan da Eylül’dü…
O baktığım; hayaller kurduğum manzaralar içinde kendime bir yer arıyor gibiydim. Gözümün gördüğü her şeyde yüzümü kaybediyordum. Uykudan yeni uyanmıştım. Çocuk sesleriyle kaplanmış yatakhanelerde şaşkınlıklar içerisinde çözmeye çalışıyordum ama kendimde kaybolmuş gibiydim... Ağaçlardan, kızılyaprakları dökülmüş havuzun sessizliğinde kirpiler dolaşıyor, kaplumbağalar da ağır ağır çimenlere karışıyordu. Toprak; yağmur, çimen kokuyordu. Sanki her şey çok ağırmış gibi yağmurların arkasında saklı kalıyordu. Kimsecikler yokmuş gibiydi etrafta. Puslanmış kocaman pencereleri, bembeyaz çiçeklerle süslenmiş ve de kuşların şarkılar söylediği bir masal sarayını andıran; Karşıyaka Çocuk Yuvasıydı burası...
Hiç unutmuyorum…
::::::::::::::
Karşıyaka Çocuk Yuvası; İzmir’de, etrafı yeşilliklerle kaplı, kırmızı güllerle dolu bir bahçenin ortasında küçük şirin bir sessiz yuvaydı. -Sessizdi- diyorum ama bu biraz da bana göreydi tabi. Oysa bir yanı apartmanlarla, bir yanı da dış dünyanın insanlarıyla çevriliydi. Sokağın tam göbeğinde sayılırdı... Bu yuvada tıpkı benim gibi yetim bir sürü çocuklar yaşıyordu. Hepsi benim kardeşlerim gibiydi. Belki mecburiyetten dolayı hepimiz birbirimize bağlı kalıyorduk. Gerçi adam gibi kavgalarımızdan da eksik kalmıyorduk. O kadar çok sorunluyduk ki, çalışan ağabeylerimiz-ablalarımız bizden çok çekerdi. Müdür annemiz İnci GÖKDEMİR, müdür babamız; Kadir AKBULUT, öğretmenlerimiz ve de personellerle birlikte masal gibi bir yuvada yaşıyorduk. Dışarıda küflenmiş boş bir mavi havuzu, küçük bir çay bahçesi ve yuvanın hemen yanından geçen masmavi trenleri vardı. (Uzakları hayal etmeye belki bu trenlerle başlamıştım) Arka bahçesinin dışında küçük bir itfaiye binası duruyordu. Orada çalışan adamlarla, bazen demir hatlarının önünde oturup sohbetler ederdik. Daha doğrusu, bizler çocuk olduğumuz için onlar tarafından hep sevilirdik. Bazı günlerde şeker ve çikolatalar getirirlerdi. O yüzden de demir hatlarının önü de daima şeker kâğıtları ve çikolata kâğıtlarıyla dolu olurdu. Ben yerlerde sürünerek hareket ettiğimden dolayı etrafımda hep çikolata kâğıtları uçuşurdu... Yuvanın diğer bir köşesinde de mavi renkli küçük bir büfe vardı. Ağaç dallarının kapattığı bu mavi büfeyi genelde hiç kimseler görmezdi. Sanki çok ıssız bir yerde duruyormuş gibiydi. Hiç araba bile geçmezdi belki? Bazı günler, sıcak havalarda oraya giderek büfenin kenarında bir yerlerde otururdum. Neden bilmem ama yuvanın bu bahçesinde oturmayı çok severdim! Büfenin sahibi canı isterse arada sırada bana soğuk içecekler verirdi. Yaşlı bir adamdı. Benimle de çok fazla konuşmazdı zaten. Ben de konuşmazdım. Gözlerimle etrafı seyretmekten daha çok keyif alıyordum...
Arka bahçenin dut ağaçlarından ve incir ağaçlarından bahsetmemek olmazdı tabi. Bizler genelde her akşam yemeğinden sonra bütün çocuklarla birlikte dut veya incir yer ve ağaçların altında güneşin batışını seyrederdik. Bakıcı anneler zaten hep sessizce oturmamızı isterlerdi. Ben zaten böyle akşamlarda sessiz kalmayı, diğer çocuklara göre daha çok severdim. Akşamüstü buranın manzarası o kadar güzel olurdu ki konuşmaya hiç gerek duymazdım. Günbatımında hep bir leylek görürdüm gökyüzünün bir yerlerinde. Sarartılı yüzüme vuran bir suskunluk gibi sanki! Sanki gökyüzüne doğru kopuyordum. Ya da derinleşmek eylemi içerisinde kala kalıyordum. Hava kararınca usul usul, yıldızlarla ay gökyüzüne gelene kadar ağaçların altında oturmaya devam ederdik. Rüzgâr o kadar güzel geçerdi ki yanağımdan, sanki bir okyanus serinliği oluşurdu yüzümde! Akşamın tadı bir başka oluyordu bu arka bahçede…
İşte... Yaşadığım yer, böyle derinlemesine bir yerdi. Hikâyeleri bol, sayfaları dağınık yetim çocukların gözyaşlarıyla kurulu ama bir o kadar mutlu bir dünyanın kenarında kalmış terk edilişler yuvasıydı burası. Onlardan biri de bendim... Ama asla bu benim suçum değildi...
::::::::::::::
Her şeyin farkına varmaya başladığım ilk günlerden beri kendimi hep tuhaf şaşkınlıklar içerisinde hissediyordum. 5-6 yaşlarında bedensel özürlü olduğumun farkına varmıştım. Sol kolumu fazla kullanamıyordum, parmaklarımı hafif oynatabiliyordum ama yumruk yapamıyordum. Sağ kolumu ise yüzde yetmiş kadar kullanabiliyordum. Sadece yukarıya kaldırırken savurarak kaldırabiliyordum. Ayaklarımın üzerine basabiliyordum ama adım atmakta zorlanıyordum. O yüzden de tekerlekli sandalyeye bağımlı olarak hareket edebiliyordum genelde. Sol ayağım ise zayıftı, parmaklarımı oynatamıyordum. Sağ ayağım da zayıftı ama parmaklarımı oynatabiliyordum. Her iki ayağımı da hareket ettirebiliyordum, yalnızca yukarıya kaldıramıyordum... Niye bu hale geldiğimi bilmiyordum!? Tabii hiç kimse de bana bir şey söylemiyordu. Tek bildiğim, yerlerde sürünüyor olmamdı!.. O zamanlar doğrusu bunun üzerinde hiç durmamıştım... Çocukluğun vermiş olduğu masum bir durumdu bu belki de... Kolayıma da geliyordu böyle hissetmemek. Üzüntüye ihtiyacım yoktu ki... Hiç de sevmezdim...
::::::::::::::
Etrafımı sarmalayan bu yuvanın kalabalığına daha önceleri hiç alışamamıştım. Ürkeklik vardı üzerimde. Hissettiklerimi dile getirmekten yoksundum. Ama sonra zamanla birden alışıvermiştim her şeye. Yaramazlıklarım hat safhaya ulaşmıştı. Çok rahattım artık, hem de çok. Ancak yine de bilmediğim o kadar çok şey vardı ki, nereye baksam yüzümde hep bir titreklik, hep bir soğukluk duruyordu. Aslında hep korkuyordum. Bir aile ortamında yaşamadığım için kendimi hep sessiz ortamlara bırakıyordum. Neden bu yuvada kimsesiz yaşadığımı anlayamıyordum!? Kimsenin de bana anlatacağı falan yoktu. Tüm şımarıklıklarıma rağmen terlemiş küçücük avuçlarımın arasına gömüldükçe bir şeyler kaybetmiş gibi oluyordum. Kafamın içi öylesine dağınıktı ki, düşüncelerimi bile toparlayamıyordum! Bütün her şeyi anlamaya çalışmak, öğrenmeyi istemek, aklımı karmakarışık bir hale getiriyordu… Bazen pencere köşelerinde saatlerce yerde oturup, sapsarı olmuş suskun bakışlarımın altında gökyüzünün ıslaklığına dalıp dalıp gidiyordum. Yine o leylek vardı hep! O leylek pencerenin uzağında gökyüzünde süzülüp dururdu... Leyleğe dalıp gittikçe, aklımdan da belki bir gün her şeyi öğrenebilmeyi umut ederek geçiriyordum. Kendi farkıma vardığım günden beri hep bu soruların içinde yapayalnız kalmıştım. Ama hep bir cevap da aradım durdum. Bunu hep kendi mantığımla yapmaya çalışıyordum. Düşüncelerle bir yol alabileceğimi tahmin ediyordum. Bunun zor olduğunu biliyordum ama o zamanlar konuşacak kadar da iyi değildim. Hiç kimseye bir şey soramamak, dilimi suskunlaştırıyordu. Saatlerce oturup beklemek hiçbir işe yaramıyordu. Bütün gün gökyüzünün maviliğine doğru yatarak, kendi içimde bir yerlerde kayboluyordum. Aklımın karanlığı içinde devamlı hayal kurmaktan başka bir şey de yapamıyordum. Defalarca içimdeki boşluğa seslenerek bir ses, bir ışık bulmaya çalışıyordum! Fakat beni duyan hiçbir sese, ışığa, ize rastlayamamıştım... Bugüne kadar da ziyaretime kimseler gelmemişti. Hani birileri gelse, bir şeyler anlatsa, diye diye hep aklımı kemirip durdum. Tek gördüğüm diğer çocukların aileleriydi. Her Perşembe ziyaret günleri olurdu. Onların aileleri yuvaya gelip gittikçe yüzümün gölgelendiğini hissettiğim zaman hemen bir köşeye sığınır ve gizlice çocukların yüzlerindeki mutluluğuna kapılırdım. Onları böyle görmek bende azıcık da olsa suskunluk yaratıyordu. Üzülüyordum... Kıskanmıyordum ama yine de üzülüyordum. Kimsenin beni ziyarete gelmemesinden dolayı, yuvanın ziyaretçi odasına hiçbir zaman girememiştim. Oysaki ziyaretçi odasına girmenin nasıl bir duygu olduğunu hep merak eder dururdum? Ama odanın tek bir rengini bile görememiştim. Ne zaman o odanın yanından geçsem, hep içim acır, gözlerim sulanırdı. Üzüntümü saklamak içinse, balkona sarılmış ağaç dallarının arasına gizlenirdim. Ziyaretçisi gelmeyen diğer çocuklar bahçede oyunlar oynarken, bense balkondaki ağaç dallarının arasından çocukları seyreder gibi dalıp dalıp giderdim. Ya da bazen, pütürlü duvar kenarlarında hiç kımıldamadan saatlerce oturduğum anlar oluyordu. Dalgın bakışlar altında kendi kendime şarkılar mırıldanır dururdum! Öyle bildiğim bir şarkı da yoktu hani. Ne mırıldandığımın önemi olmazdı. İç burukluğu içinde duygularım kazınırdı o kadar….
************
O zamanlar içimi düğümleyen ve bir türlü unutamadığım olaylardan biri de, defalarca ameliyata girmiş olmamdı. Bu benim için öyle zor dönemlerimden biriydi ki anlatamam... Ayaklarımdan alçıya alınmış olmam benim tüm rahatımı bozuyordu. Üstelik derin hastane yatak odalarında her yeri görmek dahi imkânsız gibiydi. Bir santim bile kafamı kaldırıp sağa sola oynatamıyordum. Hastanede yattığım günler boyunca saatlerce tavanı seyrettiğim anları unutamıyorum. Ağrıyan bacaklarımı istediğim gibi oynatamamak bana o kadar çok acı veriyordu ki kaç geceler boyu gözüme hiç uyku girmemesine neden oluyordu. Ayaklarımın alçıda olmasından dolayı öyle çok acı çekerdim ki, sessiz sessiz yatağımda kıvranıp durduğumu hiç unutmuyorum... Kime sesleneceğimi yada kiminle konuşacağımı bilemezdim!? O zamanki günlerde kendi dünyamda o kadar kopuk günler yaşıyordum ki; ne zaman ameliyat olduğumu yada hangi gün hastaneye yattığımı hiç anlayamazdım... Gözümü her kapayıp açtığımda, ya yuvadaki revirin yatağında bulurdum kendimi ya da hastanenin yatak odasında! Hiç konuşmadan geçirdiğim günler olurdu… Şaşkın bir durumdaydım... Hastanedeki yatak odamda kimlerin kaldığını göremiyordum. Ara sıra gelen bazı hemşirelerin yüzünü ve giderken de sırtını görebiliyordum. Hele hastanenin sabah saatleri tam bir işkenceyle geçerdi benim için. Her sabah mutlaka yemek zorunda kaldığım süt ve yumurtadan artık neredeyse midem bulanmak üzereydi. Üstelik kahvaltı saati de, sabahın 4 buçuğunda yada 5’nde olurdu. Çok kereler bu kahvaltı zulmünden kurtulmak için sürekli hemşirelere şirinlik yapar onlardan kurtulmaya çalışırdım. Ama onlar bunu yutmuyordu tabi... Süt içmek ve yumurta yemek istemiyordum ama zorla yedirip içiriyorlardı. Zaten ağrılarımdan uyuyamamış bir haldeyken bir de böyle bir kahvaltı yemek zorunda kalıyor olmak bende dayanılmaz hâl yaratıyordu...
Hastanede kendimi çok yapayalnız bir hâlde hissederdim. Dilimin üzerinde günlerce kelimeler kıpırdamazdı belki de. Birileriyle konuşacak bir imkanın yoktu. Hiç kimsesiz ne yapacağımı bilemeden öylece yatağımda iyileşmeyi bekliyordum... Bir de gece ve gündüzü karıştırır olurdum. Uykuya her dalıp uyandığımda -gün- ya aydınlık yada gece oluyordu. Hastanenin yatak odasındaki pencerenin bir mavi, bir siyah olduğunu sürekli fark ederdim. Hastanede günler çok manyakça geçerdi... Ruh halimi kelimelere dökecek kadar yetenekli değilim ama günlerce kaç saat ve ne kadar uyuduğumu yada uyumadığımı bilemezdim? Hastane ortamında herşey o kadar boğuk gelirdi ki bana sanki hiç kendimde değilmişim gibi hissederdim! Yüzüm solgun ve gözlerim sürekli çapaklı halde olurdu... Dudaklarımdan kaçan gülümsemeler bile çoktan terk etmişti beni aslında. Yüzüm sapsarı bir haldeyken, gözlerim gereksiz yere devamlı tavana bakardı. Bu daha ne kadar böyle sürdü bilemiyordum ama bana sanki herşey çok uzunmuş gibi geliyordu. İçimde derin bir sessizlik vardı hep! Sürekli hiçbir şey bilememek beni daha da aptallaştırıyordu... Bazen hastanenin demirli penceresinden içeriye dağılan kuşların sesi bile olmasa ne yapardım diye düşünmekten kendimi alamıyordum. O günlerde en çok bu kadar bunalmıştım. Zoraki olarak yaşadığım bu hastane ortamına bir daha hiç mi hiç düşmek istemiyordum… Biran evvel yuvama gitmeyi arzuluyordum. Offff… of…