- 737 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
ASLINDA KİMİZ?
Anneannem, 1900, babaannem 1904 doğumluydu. Her ikisinin de farkına varmam, ne yazık ki, yaşlandıkları ve tekil kaldıkları, dönemlerine denk geldi. İnsan ve kadın yönleri ile tanıyabildim, onları. Nasıl bir “ Eşlik “ yaşadıklarını, bilemedim.
Birini, bilinçli tanıyabilmeniz için, kaç yaşında olmanız gerekir? On beş, makul bir yaş değil mi? O zaman, ben tanıdığımda, anneannem yetmiş beş, babaannem yetmiş bir yaşındaymış.
Ne kadar geç ve ne büyük bir zaman kaybı, kendi adıma. Ne kadar çok şeyi, öğrenme şansını, kaçırmışım. Eğer, o şansı yakalayabilmiş olsaydım, önce insan, sonra kadın olarak, mükemmeli yakalayabilirdim.
Farklı yaşam şekilleri ve mücadelelerin yoğurduğu, o iki kadınla, yapabildiğim sohbetleri alt alta topladığımda çıkan sonuç: Her ikisinin de, yalnız yaşamlarının getirisi olarak, Evin Hakimi oldukları. Yaşamlarının, büyük bölümünü, kadın olmanın inceliğini ve zarafetini koruyarak, evin erkeği konumunda, yaşamışlar. Yaşamak zorunda kalmışlar, bırakılmışlar. Kişiliklerini, ruhlarını, onlara biçilen bu rol gereği, yontup, şekillendirmişler.
Annem, 1938 doğumlu. Aramızda, yirmi bir yaş var. Yine aynı yaşlarımda hatırladığım annem, bize, evine, babaannem ve anneanneme, aileye, aileye ait her şeye, hakim olan kişiydi. Babamın, varlığına rağmen. İş yüzünden uzak olan, babamın, olmayan varlığına rağmen.
Üç kadını alt alta topladığımda, çıkan sonuçsa: Hayatın, onlara biçtiği, kıyafetleri giyerek yaşadıkları, yaşlandıkları ve öldükleri.
Aslında kimdiler? Bu sorunun yanıtını, içlerinde tek yaşayan, annemin de verebileceğini, sanmıyorum. Ne kendi adına, ne de onlar adına.
Siz verebilir misiniz?
Sizin bir yanıtınız, var mı? Elinize, bir kağıt ve kalem verseler. “ Kim olduğunu, anlat. “ deseler.
Yazacağınız, gerçek siz ile yaşayan siz arasında, kaç seçenek uyuşur?
Hayat, akıp gidiyor. Ve ne yazık ki, değişen hiçbir şey yok. Çok şeyi değiştirdiğimizi, zannederken, ne büyük yanılgıya düştüğümüzü, gözden kaçırıyoruz. Yüz on sene önce doğmuş bir kadından, farklı yaşadığımız, hiçbir şey yok.
Üzerimize biçilmiş kıyafetlerle, elimize verilen rolleri, oynuyoruz. Üstelik, bir de, o kadınları beğenmiyoruz. Annemizi eleştiriyoruz, “ Senin devrin geçti. Artık, öyle değil, o işler. “ Yaşlılarımızı, yeri geliyor, en acımasız şekilde, itiyoruz.
Kimi kandırıyoruz? Ya da iterken, eleştirirken, hangi gerçekten kaçıyoruz, aslında?
Bir süredir, kitapları ihmal ettiğimin, farkındayım. Okunmadıkları için değil. Araya başka konular girdiği için, biraz beklemeye alındılar. Bu yüzden, uzun süredir beklemede olan, kitaptan başlamak istiyorum.
Uluslar arası bestseller olmuş bir roman. Kayıp Gül. Yazarı Serdar Özkan.
Kitap, bir gül hakkında.
İlahi kokuyla yaratılmış bir gül. Kokusunun kendine özgü bir sesi var. Mutlu bir ses. Düşlerden ve meleklerden bahsediyor.
Ama gül büyüdükçe, kendi sesi zannettiği, başka ses duymaya başlıyor. Sürekli “ Ben “ diyen, epeyce yüksek çıkan bir ses. O ses, o kadar yüksek ki, gül artık, kendi öz sesini, duyamaz hale geliyor. Kendi sesini tekrar duyabilmesi için, kokusunu koruması gerekiyor, gülün. Ama öyle bir yere ekilmiş ki, orada onu kokusu için sevmiyorlar. Sadece onun rengine, gövdesine ve taç yapraklarına önem veriyorlar.
O da, onların sevgisini kazanmak uğruna, kendisini, başkalarının beklentisi doğrultusunda, şekillendirmeye başlıyor. Çok geçmeden de, ihmal ettiği kokusu, uçup gidiyor.
Kendini özel hissetmesi için, bir gül olduğunu hatırlamasının yeteceğini, anlayamıyor, bir türlü.
Sadece, bir gül.
Eser Aslanlı
izmir
YORUMLAR
Silinen iki yazımı düşününce (bu gün künü kendim sildim.)
Yazıyı kendim için yazılmış sandım. Güldüm.
Her dediğiniz aynen doğru tesbit.
Samimi ve akıcı.
Bir aydır kitap okumak gelmiyor içimden. Kendime şaşıyorum ama demekki baldan bıkılıyor. Ara vermek gerekiyor sizin gibi.
Tebrikler ve saygılar.