Sade Suya Tirit Bir Yazı
“Su”; dünyadaki bütün canlılar için yaşam kaynağı olan yegâne nimet. Boşuna dememiş büyüklerimiz “su gibi aziz ol” diye. Bütün canlıların hayatlarını idame ettirebilmeleri için bir araç olan “su” , insanoğlu’nun elinde çoğu zaman temizlik, spor, ticaret, şantaj, tehdit, cinayet vs gibi farklı ameliyelerin ifası için amaç haline getirilmiştir. Milattan çok, çok önce tamamen tesadüfler neticesinde yaprak yerine ısırgan otuyla taharet almaya kalkan bir Çinli yüzünden suyu tuvalet kültürüne Çinlilerin kattığı iddia edilse de, o tarihlerde Anadolu’nun bil hassa Karadeniz havalisinin envai çeşidi ile bir ısırgan otu cenneti olması nedeniyle bu tez botanikçiler ve tarihçiler tarafından çürütülmüştür. (konuyu dağıtmayalım) Dikkatle incelendiğinde toplumlar arsındaki savaşlarda ana mevzu “toprak” gibi gözükse de, arazinin yeterince sulak olması hep tercih sebebi olmuştur. İnsanlar arasında bu böylede hayvanlar arasında farklı mı sanki. Hayvanlar âleminde de böyle sudan sebeplerle birçok çatışma yaşanır, ölümüne. Orada da değişmez altın kuralın adı “altta kalanın canı çıksın” dır. Geçmiş çağlardan beri yapılan “su” savaşları neticesinde milyonlarca insan “ölmesine” rağmen, ne gariptir ki günümüzde doktorlar “sağlıklı” bir yaşam için günde en az üç litre su içilmesini tavsiye ediyor.
Genelde suyu ihtiyaca binaen tüketen insanoğlu, bazen de fantezi niyetine suyu yardımcı eleman olarak kullanıp kreatif karışımlar gerçekleştirmiştir. Bu buluşların çoğu zaruretten olduğu gibi, bazısı meraktan, bazısı da değişik damak zevki arayışları yüzünden oluşmuştur.
Kimileri su ihtiyacını süt (koyun, sütü, keçi sütü, inek sütü ve aslan sütü), ayran, sıkılmış ve konsantre meyve suları ,(sıkılmış sular; portakal suyu, greyfurt suyu, konsantre sular; arpa suyu, üzüm suyu), değişik aromalı bitki çayları, hoşaf, komposto vs olmak üzere değişik sıvılar ile karşılarken fantezi sevenler kolonya, ispirto, çamaşır suyu gibi kimyasallara, nadirde olsa sanatçı ruhlu olanlar ise çiğ yumurta akı gibi anti “Gdo” lu ürünlere yönelmiştir. Araştırmacılar bu tercihlerde maddi, manevi, coğrafi ve kültürel şartların etkili olduğunu söyler. Yurdumuzda ise bıraktıkları damak tadı ile “rakı, kahve ve çay” isimli üç değişik içecek, likidite tercihinde başı çeker. Buna mukabil imalat safhasındaki farklı evreleri ve tüketimleri ile değişik usullere sahip, birbiri ile bu kadar alakasız ve değişik coğrafyalarda doğan bu üçlünün bu kadar kabul görmesi ise hayli ilginçtir.
Evet, bu üç içecek cins isimlerinin başına gelen “Türk” tamlamasıyla birer marka olmuştur nerdeyse. “Törkiş raki”, “Türk kahvesi” ve “Türk çayı”
Kanı deli zamanlarımızda işkembe çorbasına (ille de tuzlama) platonik seviyede müptela olduğumuzdan, gayri ihtiyari alkol ile de aramızda ufaktan büyüğe doğru bir muhabbetimiz olmuştu (ama sırf bu yüzden haa) Bu sebeple mevzu alkol (rakı) olduğunda bilgi birikimimiz bir eczacı kalfasından aşağı sayılmaz. Hele “C2H2O”( alkol) ile “H2O”( su) birbirine karıştırdığında meydana gelen kireç beyazı kıvam .(Görüldüğü gibi su burada da yardımcı eleman hüviyetinde)
İlk yudumda önce genzinde hafif bir yanma olur insanın, ağzını ekşitir, dudaklarını buruşturur akabinde aç bir yılan gibi tıslar. Bütün bunlar olurken dil ağızda trafik polisliğine soyunur. Ondan sonrasında sızma zeytinyağı içtiğini zanneder kadeh, kadeh. Her kadehte dil daha kayganlaşır, buz pistine döner. Dişler sanki cilalı “abeküs” boncukları kesilir, bir bu yana bir o yana giderken gıcırdamaz bile.
Promil limiti, limit aşımına geldiğinde; İlk etapta mantık “manda yuva yapmış söğüt dalına” seviyelerinde seyreder. “Manda yavrusunu sinek nasıl kaparmış” sorgulanmaz bile. İki kere iki sorusu beş bilinmeyenli denklem gibidir.
İkinci etapta seviye üç-beş yaş grubu seviyesine kadar indirgenir. Kızarmış gözler gayri ihtiyari selektör yaparken dil kemiğinden sıyrılmıştır bile. Konu mankeni kazazede harfleri mantıklı kelimeler haline getirmek için “hizaya geel” çeker, karşıdan takan olmaz. "abicim" demeye çalışır sevecen bir şekilde saygıdan, karşıdan ne “abajur” u ulan diye sitem dolu azar işitilir.
Üçüncü etapta artık rakı şişesinde balık kıvamına gelir insan. Masa, sendeliye, duvar, lavabo, pisuvar hatta ve hatta klozet kapağı bile şeffaflaşmıştır artık. O esnada “ulen ah ellerim bir kalemi tutabilse, ne romanlar, ne şiirler yazardım şimdi” diye geçirir içinden. Zaten iş bu raddeye gelmişse içinden konuşmakta hep fayda vardır. Zira dilin ayarı bozulduğu için dıştan konuşulan her kelime göz morluğu, diş kırığı veya dudak patlağı gibi genelde geçici, çok nadir olsa da kalıcı hasarlara yol açabilir Allah korusun.
Bütün bu etaplar "anotomi" bilimine göre aşağı-yukarı böyle seyrederken, değişik insan bünyelerinde farklı tepkiler gösterebilir. Kuvvetli bünyelerde ilk iki etap “balayı” kıvamında geçerken, bazı zayıf bünyelerde ise ilk iki etap pas geçilerek, direk üçüncü etap ”kâbus” halini alır.
İşte böyle şişede durduğu gibi durmaz bu meret.
Bu geçici zehirlenmenin panzehiri için, şöyle bol sarımsaklı, sirkeli, kekikli bir kâse damardan "işkembe çorbası " ilaç gibi gelirken, zaman, mekân mevhumunun kısıtlı olduğu durumlarda bol köpüklü bir fincan “kahve” veya bir bardak koyu “çay” da pek ala iş görebilir. Lakin kahve ve çaya sanki acil serviste Yeşilaycı bir hastabakıcı muamelesi yapmak büyük bir haksızlık olur herhalde. Oysa kahvenin de, çayın da yeri geldiğinde en az bir başhekim kadar forsu olduğunu unutmamak gerekir.
Türk kahvesini “rayiha” sı dışında maalesef hiçbir zaman sevemedim, nedendir bilmem. Güzel demlenmiş, ince belli bir bardakta ikram edilen tavşankanı “çayı” her zaman tercih etmişimdir. Hâlbuki biliyorum ki “kahve” hazırlanışı, ikramı, içilmesi ile başlı başlına bir seremoni, bir kültür.
Damak tadından ziyade, “çay” daha “halk işi”, “kahve” ise daha “burjuva, aristokrat” vari bir içecek olarak yer etmiştir beynimde.
Hazırlanış itibari ile çay daha “pratik”, kahve ise “zahmetlidir” . Tüketiliş itibari ile çay daha “bereketli” iç iç dur, kahve ise “külfetli” birden fazlası “kepek yapar”. Ulaşım olarak kahve taaa “Yemen” den gelir, çay ise “memleketten". Çay “avama” hitap eder, kahve “ayana”.
Ne ilginçtir ki bir fincan kahvenin bunca “kibri yasına” rağmen “kırk yıl hatırı” olurken, garibim çayın “imamın abdest suyu” kadar değeri yoktur. “Ne ulan bu çay mı, imamın abdest suyumu” vecizesinin çıkış kaynağı işe bu “paradoksta” yatar.
Bütün bu bilgilerin ışığında en son şunu söyleyeyim
“varsa bir açık çay rica edeyim, ya siz”
İsmet BABAOĞLU
YORUMLAR
harika bir yazı... harika. öylesine edmiyorum, iannamazsanız yorumlarıma bakın ben öyle her önüme gelene harika demem. ama derin bir beynin tadı damağımızda kaln ifadelerini okudum. zevkle, gülümseyerek. çay, kahve, aslan sütü denilince artık aklıma ilkl bu yazı gelir galiba. o kadar uğraşıp da "kalın" yaptığınız kelimeler de bence yazınınn ilgi çekiciliğini artırmış.
edebiyatla kalın efendim.
Değerli (Ağyar) kardeşim,
henüz yeniyim buralarda, keşif yolculukları yapıyorum. tesadüfen karşıma beğenerek okuduğum bir yazı veya bir şiir çıktığında hemen o şairin veya yazarın diğer yazı veya şiirlerini merak ediyorum. Aynı kıvam oralarda da var mı diye. Yazınız çok güzel. Şu anda diğer güzel yazılarınıza dalmak istiyorum. (Çünkü biraz önce şöyle bir göz attım) Bu güzel yazınızı kutluyorum ve sadece bir noktada katılmadığımı, ayrı düşündüğümüzü belirtmek istiyorum. Benim çayım lütfen DEMLİ olsun. ne o öyle, imamın abdest suyu rengindeki çay da içilir miymiş?
Tebrikler.... Teşekkürler...