Liyakat Ehliyete Tâbidir, İltifata Değil
Bekir YALÇINKAYA
Mısır’ın Ezher Üniversitesi reislerinden Şeyh Bahid, Ayasofya’da kıldığı namazdan sonra bir çayhaneye uğrayan Molla Said’e o günkü ünü itibariyle; “Avrupa’nın bugünkü manzarasıyla Osmanlılar’ın hâli arasında ne gibi bir kıyas yapılabilir ve bunlardan her biri hakkında ne düşünürsünüz?” diye sorar. Niçin sorar? Zira Bediüzzaman’ı yenemeyen İstanbul uleması bu zata başvurmuş ve “O’nu ancak siz mat edebilirsiniz! Lütfen karşılaşmayı kabul buyurunuz” diyerek ikna etmeye çalışmışlardır. Gayede; matolmuşluk içindeki bir cemiyette, Saidi Nursi Hazretleri’ni mat etmek düşüncesi vardır.
Bu durum karşısında: “Kabul ediyorum” diyen Şeyh Bahid, Molla Said’in peşine düşer ve o malûm çayhanede o malûm soruyu sorar. 1905 yılında geçen hâdisede, 32 yaşında olan Şeyh Saidi Nursî, Şeyh Bahid’e şu cevabı verir: -Bugünün Avrupa’sı içine düştüğü buhran noktasından eninde sonunda varmaya mecbur olduğu netice olarak İslâm’a gebedir. Osmanlılar ise Avrupa’ya gebe..
“Bu Cevabta sade hâl ifadesi değil, istikbâle ait müthiş bir keşif olduğu gibi, Tanzimat’tan beri gelen taklitçi cereyanın da teşhisini yerine getirici derin ve grift bir kavrayış okunabiir. Şeyh Bahid hemen fikrini açıklıyor:
-Bu gençle münazara edilemez. Dâvâyı bu kadar veciz ve kökünden kavrayıcı şekilde belirten bu gence hayran oldum. Kendisini “Bediüzzaman” ismine lâyık görüyorum.” (*)
Meseleye bütün bu ifadelerin doğrultusunda ve Bediüzzaman Saidî Nursi’nin o mükemmel tasvir penceresinden bakacak olursak; Tanzimat Fermanı’yla birlikte Osmanlı’ya sızan taklitçilik ve Avrupa’ya yardaklanış, neticede millî, dinî ve kültürel asimilasyondan tutun da, idarî ve adlî yapıya kadar hem kurum ve kuruluşlar, hem de personel potansiyele Batı mukallidi bir hastalık verdi.
Her ne kadar tamamen hâle düşülmese de kısmen Avrupaî meylimiz dahi, Batı’nın hükmü altına girilmişcesine bir tesirle bir çok meziyeti (!) Avrupa’dan almamıza sebeb teşkil etti. Avrupa içine düştüğü ve yaşadığı buhran noktasından henüz İslam’a gebeliğini ortaya koyamadı, ama Osmanlı’nın miras eylediği Türkiye’de dinî, millî, ahlâkî ve hattâ siyasî dejenerasyon gün gün ikâme edildi. Ehl-î Kur’an ile Konstantinepol fethedildi, lâkin o şehir şimdi ne büyük bir buhran içinde. Ahlâken bozukluğun meşguliyeti yetmezmişcesine her sokağında mantar gibi türeyen hırsızları ve kapkaççıları, morfin pazarlayıcılarının ördüğü melânet ağından nasiblenip nihayetinde bali ve tinerciliğe düştüklerinden her türlü rezilliği yapabilmekteler.
O Avrupaî buhrandır ki, 6 yaşındaki bir kız çocuğuna önce tecavüz ettiriyor, sonra da başını taşla ezdirerek öldürtüyor. O Avrupa ki dinî ve millî neyi varsa, İslâm ahlâk ve faziletiyle büyüyen 15 asırlık bir inanç ve anane bütünlüğüne sahib insanlığa külfet geliyor, şiddet geliyor, rezalet geliyor. Böyle geldiği içindir ki ilim ve irfan kapılarında kıyafetiyle sigaya çekiliyor. Kamusal (!) alanlarından inandığı gibi bir tercihi önüne engeller çıkartıyor ve yine geri döndürülüp içeriye alınmıyor. Bu hassas noktalardaki menfi emsaller zaman zaman televizyon kanallarında da nüksediyor ve sebebinde de yine Avrupaî hastalık nüveleriyle karşılaşılıyor.
Bugüne kadar Dünya’da kendi kültürlerini ve öz değerlerini yitirmiş, hiçbir milletin varlığını sürdürdüğü görülmemiştir. Bu hususa en manidar örnek Prens Matternich’ten geliyor. Matternich diyor ki: “Devlet-i Âl-i Osmaniye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı; O’nu bu hâle düşüren sebeblerin başında Avrupalı’laşma gelir. Temellerini III. Selim’i attığı bu zihniyeti devrin cehaleti ve hayâlperestliği yüzünden II. Mahmud son haddine vardırır. Bâb-ı Âli’ye tavsiyemiz şu; hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun. Çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun. Islah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı’nın kanunlarının temeli Hıristiyanlık’tır. Türk kalınız. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları, Doğu’nun örf ve adetlerine taban tabana zıddır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felâkete sürükler.”
Haydi, diyelim ki Matternech’i iyi okuyamadığımızdan, Batı yalakalığı Avrupaî buhran doğurdu. Ya Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ten dinlediğimiz; “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” tavsiyesini de mi bu millet vasiyet bilmedi ki, Avrupa ile bütünleşme adına her türlü rezalete gıkımız çıkmaz oldu. Kıymetini bilmek gerek; herkes, herkese lâf olsun diye “Bediüzzaman” ünvanını veremez. Bu bir liyakat meselesidir. Çünkü; Ezher Üniversitesinin Reisi Şeyh Bahid ününü duyduğu Molla Said’i yakalamışken, herkesin beklemediği ve kendisini de şaşkına çeviren bir Batı ile Osmanlı’yı hâl tercümesini duyar duymaz O’na, bundan böyle liyakatlardan liyakat olan ‘Bediüzzaman’ namını elbette boşuna vermedi. O hâlde insan bu hâlini lâf olsun diye alamadığı gibi, O’na bu hâli vermeye de kimsenin hakkı ve tevessülü olmamalı değil mi?
Netice: Ne yazık ki bu devir, küçültüldüğü noktadan bir sürü yalaka ve yağdanlıklar vasıtasıyla reziletten fazilet(!) doğurmaya ısrarla ve utanmaksızın devam ediyor..
(*) Kısakürek Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları Sahife: 195-196. İstanbul/1992