AH NALÂN
Vaniköy sahil yolu otobüs durağının birkaç adım berisinde, üç katlı bir ev yer alırdı. Üç katının da camlarının önüne asılı saksılarından fışkıran mevsimlik çiçekler, göz alıcı olduğundan, evin dış cephesinin koyu gri tonlu mat rengi, pek fark edilemezdi. Zaman zaman açık penceresinden dalga dalga yayılan şen kahkaha sesleri, yakın yalılardan ve çevresindeki evlerden duyulur, ister istemez işitenlerin çehrelerine tebessümler kondururdu.
Bu evde birlikte yaşayan anne kız, huzur ve uyum içinde hayatlarını sürdürmekteydi. Mahalle sakinlerinin, kahkahasıyla andığı güleç yüzlü sevimli annenin ismi, Yadigâr’dı. Kendisiyle ve etrafıyla barışık, her zaman güler yüzlü olan bu hanımefendi, herkesin kalbini fetheden çok değerli eşini kaybedeli yıllar olmuştu. Yadigâr Hanım, bu şirin evde, kızı Nalân’la örnek bir hayat mücadelesi sergiliyordu. Annesi, Nalân’ın, küçük yaşta babasının yokluğunun yarattığı boşluğa düşmemesi için, elinden gelenin fazlasını yapmaya kendisini adamıştı. Kış günlerinde biricik kızının eğitimi, sosyalleşmesi ve kültürel gelişimiyle; yaz tatillerindeyse gezmesi, dinlenmesi, kitap okumasıyla ilgilenirdi.
Yadigâr Hanım, minik çiçekli ipek başörtüsünü, çenesinin altından hafifçe bağlar; sık sık tombul elleriyle, yanaklarına fışkıran gür kıvırcık kır saçlarını, başörtüsünün içine ötelemeye çalışırdı. Onun ellerinin hareketinde bileklerinde sallanan eşinin yadigârı olan altın bilezikler, her defasında ışıldayarak şıkırdardı. Yadigâr Hanım’ın, şişkin ve biraz da boğumlu olan yüzük parmağında, eşinin ve kendisinin yan yana halkalanan evlilik yüzükleri göze çarptığında, görenlerin içine bir sızı düşerdi. Yadigâr Hanım, anlattığı her şeyin arkasından nükteler yaparak kahkahalarıyla etrafı çınlatır, herkesi, hiç neşelenecekleri yokken güldürüverirdi. Onun ön dişlerinden biri eksik olduğundan her gülüşünde ortaya çıkan karanlık boşluk, o kadar sempatik görünürdü ki, insanın ruh güzelliğinin derinliğinin, dış görünüşüne galebe çaldığını, apaçık ortaya koyardı.
Yadigâr Hanım, Vaniköy’lü dostlarının, her ayın son Cumartesi günü derlediği son toplantıda, Kandilli Kız Lisesi’ne tayinle yeni gelen gencecik, körpecik, ideallerle dolu bir öğretmenle karşılaştı. Yadigâr Hanım, herkesle ilgilendiği gibi ona da sıcacık gülücükleriyle yakınlık gösterdiğinde genç öğretmenin, bu şehre ilk kez geldiğini ve buralarda yapayalnız olduğunu; hummalı bir şekilde kiralamak üzere bir yer aradığını öğrendi. Tam da kendisinden beklenen bir tavırla Yadigâr Hanım, Melahat ismindeki bu tazeyi, evinin orta katında ağırlayabileceğini candan bir edayla aniden ortaya atıverince; hiç düşünemediği sürpriz bir teklifle karşı karşıya kalan Melahat’ın, önce şaşkınlıktan masmavi gözleri irileşti; sonra da güzel gözlerinin içi, yaz gökleri gibi ışıldadı. Genç Melahat, bu gönülden daveti, kısa bir süre ev bulana kadar sevinçle hemen kabul etti. Öğretmenin yüzünden, rahatladığını okuyan Yadigâr Hanım’ın yüreği, mutlulukla doldu. Yadigâr Hanım, kızıyla birlikte evinin üst katını kullanıyordu. Alttaki diğer iki kat, dayalı döşeli ama kimsesizdi. Eşinin sağlığında yatılı misafirlerle dolup taşan cıvıl cıvıl ev, geçen yıllar içinde suyu çekilen değirmene dönmüştü. Yadigâr Hanım:
—Hayata yeni atılan genç bir kıza yardım edebilmek, ne kadar güzel!
Diye, kızının kulağına, kimsenin duyamayacağı şekilde yavaşça fısıldadı.
—Hele hele de bu koca şehirde yalnız başınayken!
***
Melahat Öğretmen, babasını, çok küçücükken kaybetmiş, onu hiç görmemiş ve tanımamıştı. Ailenin yedi çocuğundan biriydi. Ailesiyle birlikte Karadeniz’in mavi incisi Ordu’da, çok sade bir hayat sürüyordu. Annesi, eşini kaybettikten sonra, bir yandan dur durak bilmeden gece gündüz işlediği örtüleri, Melahat’ı okutabilmek için satıyor; bir yandan da küçük topraklarına ektikleri fındıkla, zorlu bir geçim mücadelesi veriyordu. Melahat, diğer kardeşleri gibi çok zekiydi. Kendisinden büyük olan iki ağabeyi, babalarının ölümünün hemen ardından liseden ayrılmak zorunda kalmış; annelerine toprak işlerinde yardım etmeye başlamışlardı. Ağabeyler, arkadan gelen kardeşlerinin de kendileri gibi olmaması için, onları okutmaya ahdetmişlerdi. Melahat ve küçük kardeşleri de bunu için için idrak ederek, hiç kalmadan başarıyla sınıf atlıyorlardı. Melahat’ın, Matematik Öğretmen’i çıktığı gün, aile sevinçten gözyaşlarını tutamamıştı. Kısa bir süre içinde tayin emrinin çıkması gecikmedi. Melahat, çok şanslıydı. Hep hayallerini süsleyen güzel İstanbul’a, Kandilli Kız Lisesi’ne tayin olmuştu. Yola çıkacağı sabah, erkenden Melahat, ailesiyle vedalaşırken annesinin elini sarılıp öptüğünde, sağlık fışkıran pembe yanaklarına, ardı ardına inen sicim gibi yaşlardan utanıyor, mahcubiyetini gizleyemiyordu. Melahat, kalbine düşen ayrılık elemini, umuda çevirme ve hafifletme çabası içinde annesine dönerek:
—Anneciğim, her ay maaşımdan size göndermek üzere arttıracağım.
—Geride kalan kardeşlerimin okumasının yükünü bir nebzecik olsun hafifletebileceğime inanıyorum.
Diyerek, buruk, boğuk sesiyle birliğin ve mutluluk dolu bir geleceğin, güven dolu sinyallerini veriyordu. Melahat, daha sonra ağabeylerinin sıradan ellerini öptü, Ağabeyleri de onu sımsıkı kucaklarken:
—Tatillerini fırsat bilip mutlaka sık sık buraya gelmelisin Melahat.
Diye, ona tembihte bulunuyorlardı. Sıra küçük kardeşlerine veda etmeye geldiğinde Melahat, onlara doğru eğilerek tek tek sarıldı ve kokularını, içinde saklamak istercesine onları, hararetle bağrına bastı. Otobüsüne, ayakları geri geri giderek bindi. Etrafı karanlık örtünce, kendini bırakarak gizli gizli ağlamaya başladı.
***
Yadigâr Hanım, evinin orta katını, eşyaları hiç değiştirmeden Melahat Öğretmen’e, olduğu gibi açmıştı. Onu, eve ilk taşındığı gece yemeğe davet etti. Yadigâr Hanım, ayakları sade motifli ahşap kare masaya, kendi işlediği sakız gibi beyaz papatya motifli örtüyü sermiş; üzerine, porselen misafir takımlarını çıkarmıştı. Melahat, derin bir haz ve huzur içinde, kendisi için özel hazırlanmış leziz yemeklerden yerken o kadar mutluydu ki, Yadigâr Hanım’ı, birkaç yıl evvel, tarlada çalışırken beyin kanaması geçirerek kaybettiği teyzesinin kapanmaz boşluğuna, koymuş gibiydi. Teyzesi, geçiminin zorlu şartlarına rağmen, Yadigâr Hanım gibi aşırı fedakâr ve yardımseverdi. Melahat, kış akşamları, Nalân’la ilgileniyor, onun derslerine, ödevlerine istekle nezaret ediyordu. Genç öretmen, her Pazar akşamı Yadigâr Teyzesi’yle Nalân’ı, akşam yemeğine çağırmayı adet edinmişti. Melahat, Pazar günü erken saatlerden itibaren, annesi ve teyzesinden öğrendiği Karadeniz’in yöresel özgün yemeklerini saatler boyunca özenle hazırlıyordu. Titizlikle kurduğu sofrayı, bir gün önce aldığı taze çiçeklerle süslüyordu. Sıcacık sohbet eşliğinde zevk içinde, uzun saatler toplanılan akşam sofrasında Melahat, Yadigâr Teyzesi’nin kahkahalarıyla çınlayan övgülerine mazhar oluyordu. Aylar sonra yine bir Pazar, her zamanki hafta sonu davetinde Melahat, Yadigâr Teyzesi’ne dönerek:
—Çok uzun zaman oldu hâlâ kiraya çıkamadım, Yadigâr Teyze.
—Bu yabancı kentte bana, sıcacık yuvanızı açtınız, sevginizi verdiniz!
—Bana her konuda arka çıkıp destek oldunuz.
—Size ne çok şey borçluyum!
—Hakkınızı nasıl ödeyebileceğim?
Diye, kızararak ve gözlerini nereye çevireceğini bilemeyerek kendinden serzenişte bulunmuş ve hemen ilave ederek: —Ne olur, bari size kira vermeme razı olsaydınız!
Diye, ricada bulunmaya çalışmıştı. Yadigâr Hanım:
—Evladım, zaten ben senin kiraya çıkmanı baştan beri hiç beklemiyorum ki,
—seni çok seviyoruz.
—Bizi kendinden mahrum mu bırakmak istiyorsun yoksa?
Diye, son derece kararlı bir edayla duruma hâkim olunca ve hemen arkasından Nalân:
—Yoksa bizi bırakıp gidecek misin Melahat Abla?
Diye, buğulu bakışlarla, mahzunlaşarak ve iri gözlerini açarak sorunca Melahat, mahcubiyetinden sesli sesli yutkundu ama boğazına takılan düğümden, uzunca bir süre kurtulamadı. Böylece Melahat Öğretmen, yıllarca hiç bir ay kira ödemesi yapmadığından, kardeşlerine ve annesine her ay düzenli paralar gönderiyor; annesine rahatça destek olduğuna ve kardeşlerini okutabildiğine çok, ama çok seviniyordu.
***
Yıllar geçmiş, Nalân, Kandilli Kız Lisesi’ni bitirmiş, İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nü kazanmıştı. Çok çalışkandı. Azimliydi. Her sabah üniversitesine giderken onunla ilk vapurda karşılaşan çevre sakinleri, onun, kısacık siyah dalgalı saçları, güzel gözlerindeki zeki, masum bakışları ve derli toplu mütevazı giyinişinden etkilenir, ne kadar sade ve ağırbaşlı bir genç kız olduğunu düşünür; sırası gelince de yüzüne karşı samimice iltifat ederlerdi. Annesi gibi sesli şen kahkahalar atmasa da gözlerinin içi hep güler, konuşurken dudaklarında sessizce kıvrımlanan tebessümü, çehresinden hiç eksik olmazdı. Kadife gibi yumuşak sesinden yayılan sevgi dalgalarını, her an hissetmek mümkündü. Başarı dolu yılların ardından Nalân, mühendis çıkıp çalışmaya başlamıştı. Enerjikti. Yorulmak nedir bilmiyordu. Geç vakitlere kadar çalışıp didinmeyi zevk edinmişti. Girişimciydi. Melahat Öğretmen, her akşam, yorucu ama tatminkâr geçen uzun bir mesai gününün ardından, ikinci yuvası diye benimsediği evine hevesle dönüyordu. Nalân ve Yadigâr Teyzesiyle mutlu bir akşam yemeğinden sonra, gece uykuları gelene kadar hoşsohbete dalıyor; gecenin bitiminde, beraberliğin içlerine bıraktığı tatlı bir huzurla odalarına çekilip nefis bir uykuya kendilerini bırakıyorlardı. Melahat, her gece Nalân’ın iş başarılarını dinleyerek onunla gurur duymaya başlamış, yüzüne karşı bunu söylemeyi zevk edinmişti. Melahat Öğretmen, gel zaman git zaman, sevecenliği, her öğrencisiyle tek tek ilgilenmesiyle okulun en dikkat çeken ve hakkında konuşulan öğretmeni olmuştu. Güzelliği, inceliği, nazik ve içten hareketleriyle de çevre sakinlerinin beğenisini, sevgisini ve takdirini kazanmıştı. Melahat’ın çekiciliği, zarafeti ve olgun tavırları, Yadigâr Hanım’ın evinin az ilerisindeki yalı sahibinin oğlunun da bir süredir dikkatini ve alakasını çekmeye başlamıştı. Kendini, Melahat’ın cazibesine kaptıran yakışıklı genç, onu ne zaman görse titremeye başlıyor, sırtından soğuk terler boşalıyordu. Onunla karşılaşmak adına her sabah, tam da Melahat’ın işe gidiş saatinde arabasını yola çıkarıp hazırlıyor, oyalanıyormuş gibi görünerek güzel Melahat’ın merdivenlerden inmesini, kalbini hoplatan heyecanıyla beklemeye başlıyordu. Melahat göründüğünde genç mühendis Kemal’in yüzünde, güneşler açıyor ve her seferinde geri çevrileceğinin korkusu içinde onu, arabasıyla işe bırakmayı, mahcubiyetini ele vererek teklif ediyordu. Melahat, ince nezaketiyle bu samimi teklifi, Kemal’in içine sihirle dolan tatlı tebessümüyle kabul ediyor; kısacık sürecek olan yol boyunca, her ikisi de aşırı derecede heyecanlanarak çekingen tavırlarla birkaç olur olmaz şey söyleyip, arabadan iniyor ve göz göze gelmekten kaçınarak birbirleriyle vedalaşıyorlardı. Hazı, bütün gün yüreklerini hoplatarak yer eden bu kısa buluşmaları, her ikisi de zihinlerinden gün boyu çıkaramıyor; her geçen gün, “acaba aşk bu mudur?” diye kendi kendilerini sessizce sorguluyorlardı. İlerleyen zaman, aralarındaki bu gizli ve şiddetli hoş akımları, azaltacak yerde kızıştırmış; ikisi de sabah buluşmalarını, zamanla iple çeker olmuştu. Bahar gelip çattığında, havanın kışkırtıcı güzelliğiyle taşkın bir ruh haline bürünen Kemal, bir sabah dayanamayarak ve cesarete gelerek Melahat Öğretmen’i, hafta sonu tatilinde dışarıda yemeğe davet etti. Mahcup bir halde beklemediği bu teklifle kızaran Melahat, gözleri yerde biraz düşündükten sonra, her zamanki çekici gülümsemesiyle “evet, gelebilirim” deyince, dünyalar genç ve yakışıklı Kemal’in olmuştu! Birkaç kez buluştuklarında, zamanın nasıl akıp gittiğine ikisi de şaşırmış, tekrar bulaşacakları günün hayaliyle haftayı zor geçirmişlerdi. Birbirlerine, günden güne, çözülemez bir büyüyle, çarpıcı bir şiddetle bağlanmışlardı. Kemal, artık geceleri uyuyamıyor, Melahat’ın güzel hayalleriyle süslediği karanlığı, şafağa erdiriyordu. Kendisini, sevdalısıyla, yer-gök gibi ayrılmaz bir bütün olmuş gibi hissediyordu. Birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını ikisi de artık güçlü ve karşı konulmaz duygularla anlamaya başlamıştı. Daha fazla dayanmaya, acı çekmeye meydan bırakmadan hayatlarını, bir an evvel birleştirmeye karar verip ailelerine açıldılar. Bu yakınlaşma her iki tarafın da ailesini, son derecede mutlu etmişti. Genç çifti, aileleri ve çevre sakinleri dâhil herkes, birbirlerine uygun görmüş ve yakıştırmıştı. Mahallede, bu tatlı olayı konuşmayan kalmamıştı. Yalının bahçesinde, peri masallarını andıran görkemli bir yaz düğünüyle evlenen çift, sevgi ve aşk dolu yuvalarını, kendilerine açılan yalının birinci katında kurdular. Böylece Melahat, bir adım ötedeki yeni evine taşınmış, rüya gibi bambaşka bir hayata kucak açmıştı.
***
Birkaç yıl içinde Nalân, başarıdan başarıya koşarak kendi fabrikasına sahip oldu. İşini, kısa sürede büyüttü, geliştirdi, piyasaya üretime başladı. Çok geçmeden gazetelerde ismi, en çok vergi ödeyenlerin arasında yer aldı. Yadigâr Hanım, kızıyla ne kadar gurur duysa azdı. Nalân, bir türlü idealindeki eşi bulamadığından evlenememişti ama anacığıyla beraber mutlu altın yıllarını, doyasıya yaşamaktaydı. Yadigâr Hanım, sıcak bir yaz akşamı, yükselen tansiyonunun başını döndürmesiyle sendeleyerek evinin merdivenlerinden aşağıya kadar yuvarlanarak düştü. “Hiç bir şeyim yok!” diye, kızını teskin ederek, ağrıyan ve çürüyen yerlerine aldırış etmeden işlerini döndürmeye her zamanki titizliğiyle devam etti. On gün kadar sonra, her sabah annesinin ezanla kalkmasına alışık olan Nalân, o sabah onun odasından ses soluk çıkmadığını görünce kapısını vurup içeri daldı. Annesi yere düşmüş, belki de saatlerdir öylece yatıyordu. Al yanaklarının renginden eser kalmamıştı. Nalân’ın içine acı, bir zehir gibi aktı. Ne olduğunu kabullenemeden gidip komşularını, annesinin başına çağırdı. Yadigâr Hanım, sırtını hiç yatağa vurmadan, hastalık nedir bilmeden bu dünyadan sessizce elini eteğini çekmiş; biricik kızını yapayalnız bırakmıştı. Artık, eskisi gibi eve dönmeye istekli olmayan Nalân, kendisini fabrikasında, geç vakitlere kadar iyice yorulana dek çalışmaya vermişti. İşçileri, onu çok seviyor, bir dediğini iki etmiyordu. Nalân da onların, iş yeri dışındaki sorunlarına kadar her derdiyle ilgileniyordu. Artık fabrika sakinleri, onun yeni ailesi olmuştu.
***
Yıllar sonra bir Pazar sabahı Nalân, saçlarını tararken, camdan süzülen bahar güneşinin ışığıyla aydınlanan yüzünün derinleşen çizgilerini, bir başka türlü fark etti. “Yaşlanıyorum galiba.” diye, eğilip yakından bir kere daha çehresine baktığında içi, biraz daha burkuldu. Kabul etmeliydi, elbette eskisi gibi değildi. Sık sık başı ağrıyor, yorulduğunda, strese girdiğinde tansiyonu çıkıyor ve çalışma enerjisi, sinsice ve eskisine nispetle daha çabuk tükeniyordu. “Çok başarılı oldum ama bir yuva bile kuramadım.” diye, iç geçirdi. “Şimdi etrafımda eşim ve çocuklarım olsaydı, bambaşka bir dünyam olmaz mıydı?” diyerek, kendine öfkelendi. “Yalnızlık zaman zaman içime dokunuyor.” diye, ofladı. Yıllar devrildikçe, giderek daha da güçsüzleştiğini fark ettiğinde Nalân, hayli düşünüp taşındıktan sonra yanına genç iki ortak almaya karar verdi. Galiba, işlerinin yükünü paylaştırmanın zamanı gelmiş de geçiyordu. Genç ve enerjik ortaklarını çok benimsemişti. Onlara, engin sevgisini ve güvenini açmıştı. *** Zaman ilerledikçe hiçbir şey, Nalân’ın umduğu gibi gelişmemiş; güvendiği dağlara, kar yağmıştı. Ne yazıktır ki ortakları, beklendiği gibi çıkmamıştı: Gençlerdi. Deneyimsizlerdi. Sorumluluk duyguları yeterince gelişmemişti. Az çalışarak daha çok kazanmak istiyor; kendilerini, yeterince işe veremiyorlardı. Yanlış yönetim, plansızca yatırım, harcamalar ve haddinden fazla borçlanmalarla bir müddettir sağlık sorunlarıyla boğuşan Nalân’ın denetiminden uzak kaldıklarında fabrikayı, çok elimdir ki kısa zamanda iflasın eşiğine getirdiler. Nalân, sağlığını biraz düzeltip bu durumu fark ettiğinde, iş işten çoktan geçmişti. Nalân, günlerce, gecelerce acılar içinde düşünüp fabrikasını kurtarma planları yaptı. Acıktığını bile hissedemeden katı bir disiplinle, arı gibi çalışıyordu. Önüne getirilen, her zaman keyifle yudumladığı çaylar, kahveler, masasında buz kesiyor, gerisin geriye fabrikanın çayhanesine taşınıyordu. Nalân, üst üste, günlerce yemekhaneye ısrarla gidemeyince ona, yemeğini tepsi içinde odasına servis etmeye başladılar. Nalân’ın önüne gelen yemekler, üzerlerinde yağı donmuş bir vaziyette saatlerce masasında kalıyordu. Tepsisini aldırırken, “Bir dahaki sefer yiyeceğim.” diye söz vermesine rağmen, yine aynı sağlıksız döngü yaşanıyor; sevenlerinin yüreğine kaygı basıyordu. Nalân yemeğinden bir çatal dahi alamadan olduğu gibi hepsini, gerisin geriye yemekhaneye yolluyordu. Hüzün ifadeli solgunluğu, sapsarı yüzüne apaçık vuran Nalân, kısa sürede gözle görülür şekilde zayıflamaya başlamıştı. Uzun yıllar, fabrikanın ortamına hâkim olan huzur dolu atmosfere, keder ve ümitsizlik, sinsice çökmüştü. Yaptığı hesaplar ışığında Nalân’ın, çok sayıda işçiyi acilen işten çıkartması gerekiyordu. Geceler boyu işçilerin acılı yüzlerinin hayali, gözlerinin önüne geldikçe sabahı sabah ediyordu. Gece lambasının ışığında gözleri kısılıp kapanana, yorgun başı, masaya yığılana dek koltuğundan kalkmıyor, “belki bir yol bulur, bir umut yakalarım!” diye, kafa patlatarak uykuya, açlığa direniyordu. Kimseyi işten çıkartmaya gönlü elvermedi. Uzun süre maaşlarını, özveriyle ve titizlikle ödedi. Belirli zamanlarda, yoksullara gizliden gizliye yaptığı yardımları da kesemedi. Babasını pek hatırlayamasa da annesinden hep böyle görmüş, bunları yaşayarak yetişmiş; yıllarca, sürdürdüğü, muhtaç olanlara sessiz yardımları, onun mutluluğu olmuştu. Kimse net olarak bilemiyordu ama onun birkaç çocuğa eğitim bursu vererek okuttuğu kulaktan kulağa dolaşıyordu. Nalân’ın beti benzi iyice atmış, herkesin hayranlık duyduğu enerjisinden artık hiç eser kalmamıştı. İştahını tamamen yitirmişti. Su bile içmek içinden gelmiyordu. Sağlığının dengesi, giderek kötüleşmekteydi. Uzunca bir müddettir, saplandığı bataklıktaki son çırpınışlarının da onu kurtaramadığını fark edince Nalân, tek çareyi, fabrikasının borçlarına karşılık, anne yadigârı çok sevdiği, hatıralarına sımsıkı bağlanarak hayatta kaldığı evini, ipotek ettirmekte buldu. Sağlığını bir an evvel toparlayıp işinin başında eskisi gibi çalışarak kâra geçmeye ahdetti. Her şey bir yana kendisi için paha biçilmez bir değere sahip olan bu evi kurtarmak; tek umudu, amacı ve varlık nedeni olmuştu. Kendini var gücüyle adadığı görevine dört elle sarıldı. Gece geç vakitlere kadar dur durak bilmeden çalıştı. Bitap düşüp de bir iki saatliğine yatağa sırtını koyduğunda, baygın halde kendinden geçiyor, o kısacık sürede sık sık annesini rüyasında görüyordu. Rüyasında anneciğinin, hiç alışılmadık bir biçimde durgunluğu, Nalân’ın içini hun ediyor, hıçkıra hıçkıra ağlayarak:
—Anneciğim, hiç merak etme!
—Sen benim çalışkanlığımı bilirsin.
—Evimizi ve fabrikayı en kısa zamanda kurtaracağım!
—Bana güvenmelisin!
Diye, söz veriyor; kan ter içinde, kâbus dolu uykusundan uyanıyor; bir daha da hiç dalamıyordu. Artık yaşı ilerlemişti. Ne yapsa, ne kadar zorlansa eskisi kadar çalışamıyordu. Yine de sağlığını hiçe sayarak amansızca direnmekten başka bir yol göremiyordu. Ne kötü bir durumdaydı! Yılların emeği fabrikası göz göre göre yok olmanın eşiğine toslamıştı. Anneciğinin evi de elden gidiyordu! Ne yazıktır ki Nalân, evinin ipoteğini, öldüresiye çabalarına rağmen kaldıramadı. Didinmeler, dövünmeler boşa çıkmıştı. Fabrika, iflas etti. Nalân, aile yadigârı güzelim evini de kahreden bir ıstırap içinde kaybetmişti. ***
Sinsice gelişen, sonunda kör düğüm olup işin içinden çıkılamayan bu hazin olaya çok üzülen ve olayın haksızlığına içerleyen Melahat Öğretmen, bir gece, okuldan döndükten sonra soluğu Nalân’ın yanında aldı. Evinde son gecesini geçirmekte olan Nalân, kızarık gözlerle kapıya, uyurgezer gibi inmişti. Melahat Öğretmen, Nalân’ı, uzunca bir süre teselli etmeye çalıştı. Birlikte sarılıp ağlaştılar. Melahat, bir an kendini toparlamaya çalıştı. Nalân’ın, siyah gür saçlarını şefkatle okşayarak ona:
—Seve seve, evin en büyük odalarından birini sana açacağım.
—Sakın itiraz edeyim deme!
—Eski günlerdeki gibi tatlılıkla yaşayıp gider
—Bu kadar kahır olmaya değer mi?
Dedi ve gönlünden kopan bu samimi davetin, eşinin de safiyane fikri olduğunu bütün içtenliğiyle belirterek açıkça ortaya koydu. Borçlarını ödeyip şerefini kurtarma uğrunda, toplu parasından ve evinden olan Nalân, birkaç gün içinde çok sevdiği Melahat Abla’sının yanına, çaresizce sığındı. Yüzündeki tebessümü donmuş, çehresinin her zamanki huzurlu ifadesi, gerilip değişmişti. Artık ağzını, bıçak bile açmıyordu. Nalân, zamanla orta halli bir iş tutmuştu. Geç vakit işinden dönüp odasına kapanıyordu. Eve, gölge gibi girip çıkıyor, kimseyle karşılaşmamaya özen gösteriyordu. Melahat Öğretmen, onun bu durumuna çok üzülüyor, hiç üstüne varmadan toparlanacağı zamanı, iple çekiyordu. Nalân, bir kaç sene Melahat Ablası’nın yanında kalıp borçlarını temizledikten sonra; uykusuz gecelerinde beynini delmekte olan gururunun sesine teslim olarak bir akşam; Melahat, eşi ve oğlunun, misafirlikte olduklarını fırsat bilerek tasını, tarağını topladı. İçli bir teşekkür ve veda mektubu yazarak adres bırakmadan, adeta izini kaybettirmek istercesine, uzaklarda bir yerlerde kayıplara karıştı.
***
Birkaç ay sonra bir sabah, çok erken saatlerde Melahat Öğretmen’in telefonu, acı acı çaldı. Melahat Hanım, telaş ve endişeyle koşarak telefona sarıldığında, duyduklarıyla donup kalmış, telefonun ahizesini elinden kaydırmıştı. Durumunu gören sevgili eşi, apar topar Melahat’a doğru koşup onu, arkasından düşmesin diye kavramıştı. Kemal, bıraksa oracığa yığılacak olan eşini kucaklayarak bir adım ilerideki koltuğa taşıdı. Melahat yarı baygın halde kendini pelte gibi oracığa bırakarak katıla katıla ağlamaya başladı. Kadıncağızın bir anda dili damağı kurumuş, konuşamaz bir hale düşmüştü. Oğlu bir bardak suyla, annesinin imdadına yetişti:
—Anneciğim! Ne oldu, ne oldu?
Diye, tekrarlayarak soruyordu. Bir yudum su alan Melahat, bej çiçekli, bordo renkli kadife koltuğun, kıvrımlı ahşap kollarına doğru kaykılarak:
—Nalân ölmüş!
Diye, haykırıp, sözünün gerisini getiremeden hıçkırmaya başladı. Melahat parmak uçlarıyla gözlerini kabaca silip yaşlarından kurtulmaya çalışırken eşi:
—Bir yanlışlık var herhalde!
—Kimdendi telefon?
Diye, Melahat’ın elini avuçlarının içine almış durmadan ovuşturuyor, onu teskin etmek için uğraşıyor ve bir yandan da oğlundan, tuvalet masasının üzerindeki limon kolonyasını getirmesini istiyordu. Melahat, göz göze gelmekten kaçınarak
— Hastaneden aradılar.
Diye boğuk boğuk kekeledi.
—Nalân’ın çantasındaki kara kaplı defterde, en başta benim adım yazılıymış.
—Yakını mısınız?
—Akrabalarını tanıyorsanız haber verir misiniz?
Diye, ricada bulunuyorlar.
Diyerek, soluk soluğa sözlerini tamamladı. Bir müddet koltukta kendine gelmeye çabaladıktan sonra Melahat Öğretmen, tutuna tutuna lavaboya giderek yüzüne bolca su çarpıp, bunu birkaç kere daha tekrarlayıp şoktan çıkmaya çalıştı. Sonra Koltuğa geri dönerek yerleşti, telefonu kucağına aldı ve komşularını, baygın sesine hâkim olamayarak tek tek aradı. Acı haberle şaşkına dönen çevre sakinleri, apar topar hazırlanarak Nalân’ın naşının başına koştu! Hastaneden öğrendikleri, her birinin yüreğini dağlamıştı: Nalân, günlerce kimseye haber vermeden bir göz odasında hasta yatmış, giderek durumu fenalaşmıştı. Oysa iş arkadaşları, bir iki kez onu aradığında o, hep:
—İyiyim, ben çok iyiyim,
—merak etmeyin”
Diye, geçiştirmek istemişti. Arkadaşları, Nalân’ın ifadelerinden, onun grip geçirmekte olduğunu ve evde istirahat ettiğini sanmışlardı. Ona, işle alakalı bir şey danışmak için, bir akşam acilen telefon eden bir mesai arkadaşı, bu kez Nalân’ın sesini, tanınmaz bir halde garip ve mecalsiz bulunca endişeye kapılmış ve hiç zaman kaybetmeden onun evine gelmişti. Uzun müddet kapıya gelemeyen Nalân, ısrarla zilin çalmasıyla zar zor kendisini girişe kadar sürüklemiş ve arkadaşına kapıyı aralayabilmişti. Karnı ve bacaklarının davul gibi şişmiş ve yer yer morarmış olduğunu şaşkınlıkla gözleyen arkadaşı, onun şuurunun da bulanık olduğunu fark edince, acilen bir cankurtaran çağırmış ve Nalân’ı panik halinde en yakın hastaneye götürmüştü. İlk vardıkları hastanede yetkililer, Nalân’ın sağlık güvencesinin yanında olmadığını öğrenince:
—Bu durumda hastanızı kabul edemeyiz,
—Böbrek yetmezliğine girmiş.
—Diyaliz makinesine bağlanması gerek.
—Bu tedavinin yekûnu çok tutar.
—Siz, altından kalkabilecek misiniz?
Diye, onları başka bir hastaneye yönlendirmişti. Biçare arkadaşı, sabaha kadar üç hastaneden de bu gerekçeyle kavga dövüş reddedildikten sonra, nihayet İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne Nalân’ı yatırmayı başarabilmişti. Heyhat! Ne kadar dövünülürse dövünülsün, artık çok geçti! Birkaç saat içinde Nalân’ın kötü sonu, arkadaşlarının yüreğini paramparça edecekti.
***
Kurumuş çiçekleri dökülen; kasvetli ve bakımsız bir görünüme bürünerek bir kara deliğe dönüşen eski evin açık pencerelerinden, bir zamanlar mahalleye şen kahkahalarla yayılan hoş sedalar, artık mazinin zifiri karanlığına gömülüp yok olmuştu…
Ayşe Yarman Öztekin
’Yaşamda YolculuK’ 2009
YORUMLAR
Konu harika.Tasvirler de öyle...Duygusal,sürükleyici.Okuyucuya da olayları konunun bir kahramanı gibi yaşatıyorsunuz.Ahh keşke şimdi emekli olsaydım da hiç olmazsa Nalanın evini kurtarabilseydim. Ama çok oldu.Öykünüzü okuyunca bu duygulara kapıldım birden...
Ancak; Uzun anlatımları roman kaldırabilir. Öykülerin biraz daha arındırılmış olması gerekmez mi?
Özür dilerim. Bu sadece benim düşüncem.
Saygılarımla...