MUHTEŞEM TEYZE ZEHRA
Ayşe, günlerdir hastanede teyzesinin başındaydı. Teyzesi, ciddi şikâyetlerle on beş gündür hastanede yatıyordu. Aşırı ilgi ve itinaya rağmen, doktorlar bir teşhis koyamamıştı. Her gün yeni bir tetkikten sonra, teyzesinin bayağı hırpalandığını gören Ayşe, çok üzülüyordu. Yıllık izninden dönen doktor arkadaşları, hastaneye gelir gelmez, yapılanları iyice incelemiş, onu yeniden barsak tetkikine almayı uygun görmüştü. Ayşe’nin eli, teyzesinin ellerinde, tetkik uzadıkça uzuyor, normal zamanını, aştıkça aşıyordu. Ters giden bir şeyler mi, vardı acaba? Teyzesi, son derecede güçlü ve sabırlı; cesaretini ve metanetini hiç elden bırakmıyordu. Odaya, sinsi bir ağırlık çökmüştü. Ayşe’nin içi de kararmaya başlamıştı. Nihayet, yapılanların sonu geldi. Ayşe, teyzesini, yumuşak hareketlerle giydirip çıkmaya hazırlanırken doktorları: “Teyzeni odasına yerleştirdikten sonra, yanıma gelmelisin.” Diye, ricada bulundu. O anda, Ayşe’nin göğsünden alevlenen heyecan topu, içini yakarak tüm vücuduna yayılmaya başladı! Ayşe: “Hiç bir şey olmasa, hemen söylerlerdi.” Diye, geçirdi içinden. Aniden başı da zonklamaya başlamıştı. Asansör beklerken, zaman geçmek bilmedi. Koridora çıktıklarında, yürü yürü sonu gelmiyordu. Odaya vardıklarında, telaşını gizlemeye çalışarak teyzesini yatağına yatırdı. Yastıklarını, örtüsünü özen içinde düzenledi. “Hemen geleceğim.” Diyerek odadan fırladı. Doktor yakınları, odasında Ayşe’yi bekliyordu. Yüzü çok ciddileşmişti. Her zaman çehresinde açan tatlı tebessümü yok olmuş, gülücüklerinin çehresinde yer ettiği çizgiler, derin derin ortaya çıkmıştı. Ayşe’ye koltuğu işaret ederek:“Şöyle otur lütfen:” Dedi. Çayından bir yudum alarak, sanki ferahlamak istedi. Sonra aniden konuya girdi: “Benden önce, üç kez bu tetkikten geçmişsiniz ama gözden kaçtığını düşünüyorum. Ne yazık ki, barsağın yukarı bölümlerinde beş adet, oldukça büyük tümör kitleleri buldum. Yayılıp yayılmadığına bakacağız ama acilen ameliyatla bunlardan kurtulmamız şart.” Diyerek sözlerini, hiç duraksamadan bir bir sıraladı ve bitirdi. Ayşe, kulağıyla duyduklarını, bir kez daha zihninden dolandırarak, tam olarak anladığına emin olmak istedi. Bütün vücuduna, her zerresine kadar yayılan sıcaklıkla bunaldı. Doktorun: “Çay ya da kahve içmek ister misin?” Sorusuyla irkilen Ayşe:
“Teyzem beni bekliyor, onu daha fazla yalnız bırakmasam daha iyi olur. Deyip, izin istedi ve kalktı. Odadan çıkar çıkmaz hastanenin bahçesine, dar attı kendini. Hava da ne kadar güzeldi! Doğayı içine sokmak, derdine derman aramak ister gibi, derin derin nefes aldı. “Kendimi çok hızlı toparlamalıyım!” Diye, beynine emirler yağdırmaya başlamıştı. İki saat öncesine kadar, her şey ne kadar da farklıydı! İradesini, moralinin üzerine zırh gibi giydirdi. Bükülen boynunu, dikleştirmeye çalışarak merdivenlerden birer ikişer tırmanmaya başladı. Bir yandan da zihninden hızlı kararlar alıyordu: Kardeşlerini ikna edebilirse, annesi ve teyzesine bu durumu açıklamayacaktı. Onların, bu rahatsızlığı öğrendiklerinde hırpalanacaklarını aklından geçiriyor, bir yığın koruma tedbirleri arasından en geçerlisini seçerek karar vermeye zorlanıyordu. Ömürler, istisnasız herkese sunulan birer yaşam hediyesi değil miydi? Süreden ziyade, onun değerlendirilmesi, zenginleştirilmesi, sevgi kaynaklarıyla gürül gürül beslenmesi, yavan anlamına değer katmıyor muydu? Ayşe, teyzesine el bebek gül bebek gibi bakacak, onu, ilgi ve sevgisinin doruğunda tutacaktı. Kardeşleri de Ayşe gibi düşüneceklerinden duygu ve güç birliği içinde teyzelerinin etrafını, sevginin sihirli gücüyle kuşatacaklardı. Ayşe, teyzesinin odasının kapısından içeri girdiğinde, tüm gücünün dizginlerini almıştı yine eline. Teyzesi: “ Neler konuştunuz?” Diye, sabırsızlıkla sorunca: “Yakında bir ameliyatımız var. Onu atlatınca, barsaktaki poliplerinden kurtulacağız.” Deyiverdi, Ayşe umutla! Tümör kelimesi yerine polip tanımını, kullanıvermişti bir anda. Teyzesi, ayrıntılara girmeyince, Ayşe, hemen geçmiş günlerin tatlı anılarını konuşmaya döndürdü onu. Teyzesi o kadar güzel anlatır, o günleri tekrardan yaşar gibi o kadar mutlu olurdu ki, Ayşe onun huzurunu ve neşesini sürdürmeyi ve böyle kalmasını sağlamaya çalışırdı. Ayşe, teyzesine layık olduğu gibi bakabilmek için, var gücüyle işlere sarılmıştı. Erbil de ona, gücüyle güç katarak destek çıkmaya başlamıştı.
Teyzeleri, hayatı boyunca, örneği görülmemiş bir fedakârlıkla aileye, her açıdan kol kanat germiş; maddi manevi, tüm gücü ve enerjisiyle bu uğurda, âdeta kendisini feda etmişti. Hassas, düşünceli, çok ileri derecede olgun, bilge bir insandı. Onun, her günkü hayatı izlendiğinde, çok önemli öğretiler çıkarılacak deneyimleri, doğallıkla kazanırdı insan. Yaşamını izlemek, her satırında benzersiz bir değer yakalanan dev bir kitabı, kelime kelime çözmeye eşdeğer gibiydi. Onun, tek bir gün, herhangi bir şeyden şikâyet ettiği görülmemişti. Örneklenecek yönleri, saymakla bitmezdi. Daha on yedi yaşında, Babası Tahsin Bey, evin bütün parasını Zehra’sına teslim ederek idareyi, tamamen ona bırakmıştı. Yıllarca Zehra, kendisine layık görülen bu derin güveni, düşünüldüğünden çok daha ilerilere taşımış, kendisine verilen geçim kaynağından önemli bir birikim yaratıp herkesi şaşırtarak bir ev parası derlemişti. Tamamen kendi gayretleriyle evi, üç katlı inşa ettirmiş ve aileye sunmuştu. İyi bir yönetici, dengeli bir organizatördü. Uzun vadeli planlar yapar, hedeflerinin arkasından azimle, şevkle koşardı. İnanılmaz derecede çalışkandı. Kimsenin aklına, fikrine gelmeyecek bir şeyi, derin zekâsıyla ortaya çıkarır, geliştirir, hayata geçirirdi. İnsanları üzmemek, incitmemek, herkesi anlamak, hoş görmek, onun doğal mayasında vardı. Muhteşem fedakârlığı, herkesi kapsardı. Kız kardeşinin gurbet yıllarında, evlenene kadar onun can yoldaşı olmuştu. İsmini gizleyerek her Ramazan, komşu bakkala fakirler için biriktirdiği paralardan külliyetli bir miktarını, erzak parası olarak bırakırdı. Mahalledeki kimsesizleri iyi tanıdığından, isim listelerini hazırlar; neler verileceğini belirler; tekrar tekrar bakkal sahibine: “Kim olduğumu açıklarsan çok gücenirim, aman ha!” Diye önlemini, sıkıca alırdı. Gün yoktu ki, eve gelen postacı ve çöp arındırma görevlilerine, yemek ve meyve suyu ikram edilmesin. Evin önünde, caddede çalışmalar yapan belediye görevlilerine, hele hele yazsa, buz gibi karpuzlar kesilip yollanmasın. Ninesi, annesi, babası, kardeşleri gibi gani gönüllü bir insandı. Ebeveynleri, başta Zehra olmak üzere çocuklarına, aileyi bir arada tutması için el vermişti. Zehra, güneş gibi enerjisiyle, herkese kucak açıyor; her gün ziyafet verircesine hazırladığı yemeklerle, genişleyen aileyi, masa başında toparlamayı başarıyordu. Bayram ve tatillerde ise kurulu sofralar, üçe, dörde katlanıyordu. Yaşlısı, çocuğu, genciyle ayrı ayrı ilgileniyor; birliğin, sevginin, anlayışın, hoşgörünün abidesi olarak, her gün biraz daha yükseliyordu. Otoritesinde, sevgiye ve şefkate dayalı bir yumuşaklık hâkimdi. Yaptırmak istediği her şeyde herkes, onu kırmamak, üzmemek için üstün bir gayret gösterirdi. Hakim kız kardeşinin peş peşe doğan çocuklarına, “o erkenden işe gidiyor, geç vakitte dönüyor.” Diye, hiç usanmadan sahip çıktı. Onları, ince ince eğitti, sabırla olgunlaştırdı. Her şeyleriyle, çok ayrıntılı olarak seve seve ilgilendi. Çocuklar onu, o kadar sever, o kadar severdi ki küçücükken, ender olarak yakalandığı hastalıklarında, umutsuzca başında toplaşır; gece gündüz demeden, sabaha kadar gözlerini kırpmadan bekler; endişeli minik yüreklerinden, çabucak iyileşmesi için dua ederdi.
Çocuklar büyüdükçe, onların sosyal yapısını işlemeye başladı. Her hafta sonu, üşenmek nedir bilmeden, Cumartesi günleri onları, radyoevine taşırdı. Tolga ve Ayşe, radyo çocuk programlarında şiirler okuyor, mini skeçlere katılıyorlardı. Minik kardeşler de onları, can kulağıyla dinliyor, kendilerine sıranın geleceği günlerin hayalini kuruyorlardı.
Pazar günleri ise, çocuk tiyatrolarına gitme günüydü. Hiç bir hafta sonu sektirilmezdi. Hele hele, beş kardeşin okula başlaması, tam bir törendi. Okulların açılması arifesinde, hummalı hazırlıklar, planlı bir şekilde yürütülürdü: Önce çocukların odaları dip köşe temizlenir, portatif masaları kurulur; sıra okul giyim eşyalarını almaya gelince, hep birlikte alış verişe çıkılırdı. Bunlar titizlikle tamamlandıktan sonra, anne ve babalarının yazıhanesinin yakınında bulunan, kırtasiye dükkânına gidilirdi. Teyzeleri önde, beş çocuk, boy ve yaş sırasına göre arkadan girdiklerinde; her sene olduğu gibi dükkân sahibi, onlar içerde olduğu sürece, yeterince ilgilenemeyiz endişesiyle, kepenklerini indirir; okul ihtiyaç listesini okuduktan sonra hepsini toptan ortaya döker; boş tezgâhların üstüne, sıra sıra sererdi. Her çocuk kendisininkini, sevinçli bir heyecanla seçer; dünyanın en güzel hazinesine sahip olmuşçasına onun paketlenmesini sabırsızlıkla bekler; sonra alıp kucaklayarak, en güvenli yer diye düşündüğü göğsünün üstüne, sımsıkı kollarıyla sarararak bastırırdı.
Çocuklar güle oynaya eve geldiklerinde, kitaplar, defterler, titiz bir özen içersinde kaplanır; sade etiketlerinin üzerleri, çok muntazam bir şekilde yazılarak, milimetrik bir düzende yapıştırılırdı. Okula heves ve heyecan içinde başlayan çocuklar, bütün bir yıl boyunca, başarıdan başarıya koşarlardı.
Zehra Teyzeleri, çocukları, sık sık lokantalara yemeğe götürürdü. Örnek lezzetleriyle, zamanın meşhur lokantalarıydı bunlar. Daha kapıdan görüldüklerinde, her zaman oturdukları yer, ne yapılıp yapılıp hemen hazırlanır; çocukları hoş tutan servisle yenen yemeğin tadı, damaklardaki yerini alırdı.
Küçük Faruk, her baharda civciv beslemeye bayılırdı. Altın sarısı civcivler, pazardan alınarak, heyecanla beslenmeye büyütülmeye başlanırdı. Teyzeleri, her çocuğun gönlünü, tutumluluktan hiç taviz vermeden, nasıl da ikna ederek hoş kılardı.
Ayşe ve Fatoş, çekici birer genç kız olduklarında teyzeleri, mütevazı giyim zevklerinin, yerine oturmasını sağlamak için onlara, daha özenli bir ilgiyle zaman ayırmaya başlamıştı. Teyzeleriyle uzun uzun yürüyen,dolaşan kızlar, vitrinlere bakar, inceler, teyzeleri’yle görüşlerini paylaşırdı. Kız kardeşler, yorgun düşene kadar teyzeleri, pes etmek nedir bilmezdi. Zaman zaman teyzesi, Fatoş’dan daha büyük olduğundan Ayşe’yle yalnız başına, özel gezinti turlarına çıkardı. Ayşe, itinalı giyinmeyi pek seviyordu. Teyzesinin koluna girerek dolaştığı zamanların kıymetini, çok takdir ediyordu. Zehra Teyze’leri, kalabalık evin bütün alışverişini, her hafta başı Pazartesi günü, toptan olarak kendi başına yapardı. Evle çarşı arasında, hayli dik bir yokuş bulunduğundan, seneler içinde beli hırpalanmaya başlamıştı. Son senelerde, yükünün taşınmasına izin vermeye mecbur kaldıysa da, yaşı ilerledikçe, bu sıkıntıları ciddileşerek fıtıklara dönüştü. ***
Ayşe, İlke’yi yeni dünyaya getirmiş, doğum izinlerini bitirerek, işine başlamıştı. İlkecik, henüz iki buçuk aylık olmuş, daha bir süt kuzusuydu. Ayşe’nin diğer iki çocuğu da, bayağı küçüktü. Ayşe, teyzesinin, fıtık ameliyatı olacağının haberini alır almaz, minik kızını ve çocuklarını babalarına emanet ederek, İstanbul’un yolunu tutmuştu. Erbil, zor günlerin adamıydı. Özverisi, gücü, sessiz sedasız destekleri, sınır tanımazdı. Her zaman, olağanüstü güvenli bir sığınaktı. Ayşe’nin minik bebeğinden ve çocuklarından kopan yüreği cız etse de, gözü arkada kalmadan gönül rahatlığıyla yola koyuldu.
Ayşe, ameliyat öncesinde hastaneye varabilmiş, teyzesini kucaklamıştı. Ayşe, teyzesi tam toparlayana ve hastaneden çıkacak hale gelene kadar, on beş günü aşkın bir süre, ona canı gönülden bakabilmenin huzurunu tatmıştı. Zehra Teyzesi’nin fıtık ameliyatı, son derecede başarılı geçmiş, teyzesinin felç yemiş gibi bükülen ve açılamayan hissiz ayağı, eski haline geri döndürülebilmişti. Nihayet bütün sevenleri, alabildiğince rahatlamış ve mutlu olmuştu.
…Oysa yıllar sonra karşılaşılan bu amansız hastalık, durumu, aşılmaza doğru kıskıvrak kıstırıyordu. Herkesin dünyası yıkılmış gibiydi. Ayşe, yüreğinin acısında boğuluyor, “düğüm düğüm tıkanmış yollardan bir kurtuluş kapısı!” Diye, bocalayarak, içinden kopan feryatları, güçlükle bastırıyordu. Çocukları küçüktü. Biricik teyzesini, dengeli ve özenli bir şekilde bakabilmesi için, gücünü toparlamaya, şiddetli bir arzusu ve ihtiyacı vardı.
Bu sırada Ayşe’nin başına, çok üzücü bir kaza gelerek durumu, daha da ağırlaştırdı ve içinden çıkılamaz bir hale soktu: Bir gün teyzesi fenalaşıp onu aşağıya çağırdığında, telaşla yerinden fırlamış; koşarken iki kat, dik bahçe merdivenlerinden aşağıya kadar, belini çarpa çarpa
yuvarlanmıştı. Tarifi güç ağrılar içindeydi. Üç tane diski yerinden oynamış, üç fıtık meydana gelmişti. Çok çaresizdi. Doktorlar, ameliyatının %60 başarıya ulaşabileceğini, hem İstanbul’da, hem de yurt dışına yollanan tetkik görüntülerinin değerlendirilmesinden sonra belirtmişlerdi. Zira üç fıtığın yerine konulacak olan plastik eklemeleri, “Bir olsa neyse ama, üç olunca vücut, yabancı cisim olarak reddeder.” Deniliyordu. Çare, kendi leğen kemiğinden keserek elde edilen kemik parçalarını, biçimlendirip bele yerleştirmekti ki çok zahmetli, uzun koşulu, rehabilite edilmesi güç bir ameliyat olacaktı. Ayşe’ye doktorları, bu durumda hasta bakarsa, siyatik sinirine çok yakın duran fıtıklarının, onu felç etmesinin an meselesi olacağını açıkladılar.
Bir gece Ayşe, herkes uykudayken, bir köşeye çöreklenip sabaha kadar düşünceye daldı. Saatler boyu, oturduğu yere mıhlanmış, kıpırdamadan öylece duruyor; elleri şakaklarında, doğru kararı bulabilmek için kendisiyle boğuşuyordu. Karar vermek ne kadar da zordu…
Güneş, yeni günü açarken olanca kızıl renklerini, tüm canlılığıyla cömertçe göğe sermişti. Ayşe’nin, alev alev tutuşan kalbinin, kanayan renkleriydi bunlar. Ayşe’nin göklere kilitlenen kara gözleri, saatlerce öylece kalakaldı…
Zaman ilerledikçe ışıklarını, huzme huzme gökyüzüne daha çok salıveren güneş, enerjisine, renklerle umut katarak Ayşe’ye ulaştırıyor, onun ruhundaki kasırgaları, biraz olsun dindiriyordu! Doğan gün, yeni umutları beslemeliydi! Her ne pahasına olursa olsun Ayşe, ümidini elden bırakmayacak; mücadelesine, dört elle sarılacaktı, sarılmalıydı! İşte Ayşe’nin kararı bu oldu. Belindeki ağır sancılara, sağ bacağını sürüyerek yürümesine aldırış etmeden, kendi kendine her gün iğne vurarak, ayakta kalmaya çalışıp tüm gücüyle mücadelesine, azimle soyunacaktı. Bu noktadan sonra artık, ruhen ve vicdanen, bir nebzecik olsun rahatlayabilmişti. Felç kalma korkusu, yerini, geri planlara iteliyordu. Ayşe, enerjisini, moralini onaracak, başarabildiği kadar acılarını, bastırmaya çalışacak, kararının arkasında, sonuna kadar savaşacak, savaşacaktı...
Gençlik yıllarında bu çok güzel, akıllı, zarif hanımefendiyle hayatlarını birleştirmek isteyen pek çok değerli insan olmuştu. Her seferinde evlenmeye karar veren Zehra Hanım, çocukların, için için ağlaması, derin derin üzülmesine yüreği dayanamayarak her defasında alınan nikâh gününü düşürmüştü.
Şimdi ise ne eşi, ne çocukları vardı! Bunca emeği geçen teyzelerine, el üstünde, göz üstünde bakmalıydı Ayşe! Dayanılması zor sancılar içindeki tehlikeli uzun savaşı, böylece başlamış oluyordu.
Ardı ardına iki ameliyatı birlikte göğüslediler. Önce hastanede, daha sonra evde, fıkralar anlatarak, şarkılar söyleyerek, sohbetlere dalarak, hep gülmeye çalışarak Ayşe, teyzesiyle yan yana, baş başaydı. Mutluluğu, teyzesinin: “Beni cennette gibi yaşatıyorsun, ah Ayşe! Hakkını nasıl ödeyeceğim ben senin?”
Demesi oluyordu. Oysa Ayşe ve çocuklar, ne yaparlarsa yapsınlar onun hakkını, asla ödeyemezlerdi!
Tolga ve Sıddık, ailece Vaniköy’de yaşadıklarından, iş dönüşü ve hafta sonları, zamanlarının çoğunu, teyzeleriyle paylaşmaya ayırıyorlardı. Ankara’da görevli olan Fatoş, çok sık, bazen günübirlik; tatil ve bayramlardaysa, ailesiyle birlikte İstanbul’a gelerek, moral ve güç veren destekleriyle birlik sağlıyordu.
Faruk, kundaktaki Kibele’si ve eşiyle, hafta sonları ve tatillerde Eskişehir’den gelerek, desteklere destek çıkıyor; ince nükteleriyle, gülücüklerin solmaya yüz tuttuğu çehrelerde, mini gülümsemeler kıpırdatmayı başarıyordu. Yere göğe sığdıramadığı; “oğlum” deyip bağrına bastığı; çocukluğundan beri tanıyıp çok sevdiği Erbil, her akşam işinden koşarak eve gelir, onun başucunda, saatler boyunca kalırdı. Hastanede, Ayşe’nin hemşireyi çağırmaya gittiği bir sırada teyzesi Erbil’e:
“Çocukları, sana emanet ediyorum! Onlara sahip çık, ne olur Erbil! Sakın ha dağılmasınlar! Bu konuda sana çok güveniyorum!” Diye, son dileğini ona aktarmıştı. ***
Aradan üç buçuk sene geçti. Kimsenin evinden çıkamadığı diz boyu karlı bir kış gününde, beş kardeş ve eşleri, bütün torunları; elleri ellerinde, gözleri gözlerinde; muhteşem teyzelerini, acılı yüreklerle uğurladılar… Kar fırtınası, tipisi, dinmek bilmiyor; göz gözü görmüyor; yüze, göze, keskin bir jilet gibi inen buzumsu taneler, değdiği yerlerde acılar bırakıyordu. Aşırı karda, yollara saplanan arabalarını bırakarak yürümeye çabalayan insanlar, bata çıka Vaniköy Camii’ne sel gibi akıyordu.
Onu, son yolculuğuna uğurlamak için gelen insan kalabalığı, unutulabilir mi hiç?
Ayşe Yarman Öztekin
"Zaman Fırtınası" 2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.