- 976 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ADA DENİNCE AKLIM ÜŞÜMEKTE…
Ada sözcüğü aklıma düşünce ürküyorum. Yıllar önce Gökçeada’da mahsur kaldığımız o gökle yerin birleştiği anı anımsayınca tüylerim diken diken olmakta. Hani yer demir gök bakır misali, bir doğa olayına da tanık olan gözlerimiz, hızla atan yüreklerimiz, aklımızı esir alan o günlere seyri âlemim şimdi…
1999 Marmara depremi sonrası göç ettiğimiz Edremit Körfezinden Çanakkale’ye doğru yol almıştık. Eşim ve ben 96 model Hyundai beyaz aracımızla feribota ucu ucuna yetişmiştik. Bir sonraki feribotu beklemiş olsaydık; avukat ile randevumuza geç kalacağımız gibi dört senedir Gökçeada adalet terazisinde tartılan, 650 metre kare olan ve 500 metre karesi bize yeniden verilerek, kırpılan arsamızın, neticesine de erişemeyecektik.
“Neden bir sonraki feribot?” diye de düşünebilirsiniz.
Evden çıktığımızda “bir bankamatikten çekeriz” düşüncesi ile banka kartlarımızı almıştık. Yol boyunca sadece benzin istasyonlarında kredi kartımızı kullanmış, nakite gereksinim duymamış ve unutmuştuk. Ta ki Çanakkale’ye varana kadar…
Öğle saatiydi ve boş midelerimizin kazınması ile bakışlarımız bulunduğumuz alanı taramaktaydı. Bu bakışlar Çanakkale kıyılarında hem bankamatik hem de fart food atıştıracağımız en yakın büfe, cafe benzeri dükkân araştırmaktaydı... Feribotun kalkacağı görevlinin düdük sesi ve siren sesi aynı anda ötünce, bu arayıştan vazgeçtik.
Daha sonra da eşimle feribotta “ada ilkel değil ya, mutlak bir banka vardır” düşüncelerimiz ile rahatlamış, midelerimizin açlığını bir buçuk saat sürecek olan deniz yolculuğuna salıvermiştik…
Yunusların eşliğinde adaya vardığımız zaman yaşadığımız o hayal kırıklığını hiç unutamam. Cumartesi gününün tatil olduğunu unutmuş, emekli psikolojisi ile hareket etmiştik. Adadaki İş bankasının kapalı oluşunu görmemizle kısa bir şok dalgası ile “zınk” diye duraksadık. Cam kapılarına dayadığımız alnımızla bankanın içine baktığımızda, “belki içeride mesaide biri vardır” umdu da boşa çıkmıştı. Ne yapacağımızı bilememenin, belirsizliği ile olduğumuz yerde mıhlanıp kalmıştık. Bankanın sağına, soluna ve her köşesini gözlerimizle taradık, ama bankamatik yoktu. Yüksek sesle;
-Bu nasıl iştir ya!.. Koskoca bir devlet bankası var ama bankamatiği yok. İnsanlar hafta sonu tatillerinde ya acil nakite ihtiyacı olsa!
Ben böyle söylenirken, eşimde;
-Sen şimdi başkasını değil de asıl, şu an bizim ne yapacağımızı düşün? Kaldık mı hiç tanımadığımız, bilmediğimiz bir adada?
-Ya sorma ne yapacağız? Hem de aç be aç kaldık… Acaba bu adada kredi kartı geçerli mi?
- Düşündüğün şeye bak. Hadi acıkmayı bir kenara koy… Oruçluyuz farz et… Ya avukatın parası!.. Hem dönüş için feribotun bilet parası da var, kredi kartı bilette geçmiyor, onu nasıl öderiz?
Karı koca kıvır kıvır çaresizlikle, yüksek sesle düşünüp bir çareler arıyorduk. Eşim yüksek sesle;
-Her yol Roma’ya çıkar. Şu banka Vakıf değil mi?
-Evet, Vakıfbank, ama o hesabımızda hiç para yok.
-Bak, yanında da bankamatiği var.
-Evet, ama sen beni duymadın galiba canım. O hesa… bımızzzz… daaa… Hiç paramız yokkk!
Eşim kahkahalarla güldü.
-Hay aklımı seveyim, ben zeki adamım. Tut şu çantayı, ben dostumuz Akın Beyi arayacağım.
Dostluğun kolları gerçekten uzunmuş. Hızır gibi yetişmişti Küçükkuyu’lu dostumuz. Vakıfbank kartımıza gelen para ile adada mahsur kalma kaygılarından kurtulmuştuk.
Önce arsamızın hazineye kalmaması için mahkemeye verdiğimiz davayı kazanmış avukatımıza gidip ödemeyi yaptık. Daha sonra da bir güzel adanın mis gibi koyun eti dönerini yiyip üzerine ayran içtikten sonra soluğu Marika Hanımın evinde aldık. Kırmızı Gökçeada şaraplarını da arabamızın bagajına yerleştirdikten sonra, Kuzu Limanında bizi Çanakkale sahillerine ulaştıracak son feribotu beklemeye koyulduk.
Emekli olunca “villa” hayalimiz için aldığımız arsanın tapusu artık elimizdeydi. Ama gel gör ki, adada yaşama şansımız olabilir miydi?
Bir şimşek bir gök gürültüsü başlar başlamaz, içimize düşen korku pusudaki alev topları havaya atılıyor gibiydi. Yarabbi o neydi? Yerden mi, havadan mı düşüyordu o ateş topları, bir anda gökyüzü üzerimize düşecek gibi yaklaşmıştı. Kendimizi dar attık bir kapalı çay bahçesinin sigara dumanlarından göz gözü görmeyen küçük camlı bölümüne.
Her yolcu kendi arasında konuşurken bu doğa olayını, adada yaşamanın zor olduğunu, yaşayanların da alıştıklarına dair öyküler başlamıştı bile.
Masamıza oturan bir karı koca adanın on senedir yaşayanlarıydı. İki kız çocukları olan bu çift, adanın en güzel yönlerini açıklamaya başlamıştı. Yıllar önce üç yaşlarındaki kızlarının başına salıncak çarpmış ve yarılan kafatasından beyni dahi gözükmekteymiş. Adanın tam teşekküllü hastanesi cerrahları ilk müdahaleyi yapmış ve büyük şehir hastanesi Çanakkale’ye havale etmişti. Hava bugünkünden beter ve fırtına deniz ulaşımını durdurmuş, yaşam adeta bir felç haline dönüşmüştü. Üstelik Çanakkale’den alınan elektrikler de kesilince adada tam bir mahsur dönemi başlamış ve aile küçük kızları ellerinde ölecek korkuları başlarında kara bulutlar gibiymiş.
Bir süre sonra doktorlar;
-Askeri helikopterle sizi acil Çanakkale’ye ulaştıracaklar, üzülmeyin.
Ve aile yarım saat bile sürmeyen bir hava yolculuğu ile hastaneye ulaştırılmış. Çanakkale Devlet Hastanesi doktorları çekilen röntgen ve tetkikler sonrası şu yanıtı vermişler;
-İlk ameliyatı gerçekleştiren doktor, bizim burada yapabileceğimizin aynısını başarmış. Çocuğunuz mükemmel ve iyileşecek. Korkulacak bir şey yok. Yarına kadar hastanemizde kalabilirsiniz.
Askeri helikopter, yine aynı şekilde hasta ve ailesini adaya ulaştırmış.
Şimdi düşünüyorum da, böyle bir adada insanın en korktuğu başına gelirse, şu soru oluşmaz mı?
-Ya kalp krizi geçirilirse?
-Aman, Allah korusun!
İnsan düşüncelerini engelleyemiyor işte… Her zaman en olumsuzları bellekten sızıyor akla… Ada denince aklım üşümekte!
Vallahi, ecel gelirse her şey bahane edilir. Ama ada denilince yine de içime farklı bir üşüme doluyor. Bir de Madam Marika’nın o kırmızı üzümlerinden imal ettiği dövme şarabın tadı, hala damağımda dün gibi taze durmakta…
Emine Pişiren/Bursa
21.12.2009
YORUMLAR
Sevgili turkan_t,
Doğayı seviyoruz, ama başaşa kaldığımızda da başa çıkabilecek enerjimiz metropol kültürüne ve sosyal yaşantısına alışan bizlere göre değil.
Mesela, Gökçeadada bazı evler ekmeğini kendi pişiriyormuş. Oysa bizler fırından almaya alıştık ekmeği, hamur yoğurmasını bile bilmeyen, oklava tutmasını beceremeyen aç kalacak demekki...
Denizin tam ortasında bir yaşam yaz aylarında kısa tatiller için ideal de, sürekli adada kalmak, afakalar basar...
Biliyor musunuz, adada hiç kurt yaşamamış...Hep suya atlamış intihar etmiş...Bunun da nedenini çözememişler, ama koyunlar sürüyle çobansız yaşıyor, oldukça da çoktur adada...
Anı yazımı okuyup değerli yorumunuzla eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.
Sevgi ve ışıkla...
sevgili Emine Hanım;benim de ada anımı ansımsattı yazınız.Yıl 1986 olmalı 3 yaşındaki büyük kızım ve eşimle Paşalimanı adasına ikinci kez tatil için gitmiştik.Hava üç gün sonra bozunca,tekneler bile iskeleye yanaşmadıkları halde kapris yapmıştım dönelim diye /Çok kasvetli gelmiş o havada orada kalmak./tekneyi biz mi bulduk o mu geldi anımsamıyorum ama yle bir denize yakalandık ki aman Allahım tekne dev dalgalar arasında batıp çıkıyor.Kızıma annem bakıyordu./Çocuk uzaktaki dağları gösterdi."Anneciğim beni dağlara bırakın ben yürüye yürüye anneanneme giderim"Kapıdağ yarımadasından,İstanbul'a....
"Gidelim" ısrarım aklıma geldikçe kendime hala şaşıyorum.Denize sevgim hiç azalmadı da ada denilince bir kez daha düşünmemin nedeni bu olsa gerek.
YAzınız son derece akıcı ...kutlarım.
Sevgiler..
Selamlar.