MİLAS YOLLARINDA
Cemile, tahsilini başarıyla tamamlamış, iki fakülte mezunu olmuştu. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirip, Milas’a hâkim olarak tayin edildiğinde, daha on dokuz yaşındaydı. Babası ve annesi, çarpıcı güzellikte olan Cemile’yi, ‘birlikten kuvvet doğar’ düşüncesiyle, dört yaş büyüğü olan ablası güzel Zehra ile gözyaşları içinde Milas’a uğurladı. Muğla iline bağlı, bu yemyeşil belde (Mylassa), Sadra Dağı’nın etekleriyle, bu dağın önünde yer alan tepelerde kurulmuş, zamanla ovaya doğru yayılmış, M.Ö. 3000 yıllarına kadar uzanan antik bir kentti.
M.Ö.334’de Asya seferine çıkan Büyük İskender Milas’ı almış, fethettiği Güney Batı Anadolu topraklarıyla birlikte Milas’ı da, Karya Kraliçesi Ada’ya vermişti.
Mylassa, M.Ö.143’de Roma İmparatoru Macmilius’un arzusu üzerine, bir sınıf anlaşmazlığına hakemlik etmiş ve bu tarihten itibaren, Roma Valileri’nin başkanlık ettiği mahkemelerin merkezi haline gelmişti.
Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan Milas, bu döneme ait tarihi kalıntıları barındırmaktaydı. Daha sonra, sırayla Selçuklu, Menteşeoğulları ve Osmanlılar döneminde inşa edilen Beçin Kalesi, Milas Ulu Camii, Belen Camii, Milas Ağa Camii, Firuz Bey Camii; köprü, han, hamam ve külliyeleriyle zengin bir tarihi dokuyu sergilemekteydi.
Cemile ile Zehra kardeşler, Milas Adliyesi’ne yakın bir yerde ev bulup kiraladılar ve yerleştiler. Bu ev, Milas’ın kendisine özgü iki katlı eski, tipik evlerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Macar ve İtalyan mimarlar tarafından, batı tarzı restore edilenlerden farklı olarak bu eski tarzdaki eve, benzerleri gibi avludan giriliyordu. Mutfak, tuvalet, ahır, avlunun bir köşesinde, evin dışında yapılandırılmıştı. Avludan üst kata, ahşap merdivenlerle çıkılıyordu. Alt kat, kiler ve depo olarak kullanılmaktaydı. Ahşap destekli zarif çıkmaları, sokağa taşkındı. Estetik görünümlü, geniş, esintili, ferah, güzel bir evdi. Kardeşler burayı çok sevmiş ve benimsemişlerdi.
Cemile, göreve ilk başladığı gün mübaşir: “Kızım, haydi koş, babanı çağır,” “Duruşma vakti geldi.” Demişti. Cemile, koluna aldığı cübbesini giyerek: “Öyleyse başlayabiliriz.”
Diyerek, kararlı ve ciddi adımlarla, kürsüde yerini alınca yaşlı adamcağızın, özür dilerken dili damağına yapışmıştı. Cemile ve Zehra kardeşler, görgüleri, etraflarına sevgi ve ilgiyle kucak açmaları ve ağırbaşlılıklarıyla, Milas’ta herkesi büyülediler. Disiplinli, dengeli, azimli ve mütevazı hayat görüşleriyle dikkatleri üzerlerine çektiler. İki kardeş, haftanın yorgunluğunu, kâh arkadaş toplantılarıyla, kâh çevrenin geçmişten bugüne uzanan antik güzelliklerini tanımak üzere arkadaşlarıyla birlikte çıktıkları gezilerle atıyorlardı. Bu tarihi gezilerde, Selçuklu, Menteşeoğulları ve Osmanlı’dan kalan birçok esere hayran kalıyor; onları tek tek geziyor ve inceliyorlardı. Milas’ın yakınlarındaki Zeus Karius ve Zeus Labranda Mabetleri’ne, guruplarıyla gidiyor, buraları, uzun uzun dolaşıyorlardı. M.Ö. 2. yüzyılda, antik çağdan kalan Gümüşkesen Anıtı, Balta Kapısı ve eski surların kalıntısıyla, etkileniyor, geçmişe yuvarlanan eşsiz bir sanat yolunun gizemini soluyorlardı.
Başsavcı Vecdi Bey, Cemile Hanım’dan altı ay kadar önce, tayinle Milas’a atanmış; görevini dikkat çekici bir titizlikle sürdürmeye başlamıştı. Kendinden emin görünüşü, kararlı tavırları ve vakur duruşu onu, yaşıtlarından ayrıcalıklı kılıyordu. Dimdik yürüyüşü, sportmen vücudunu daha belirgin hale getiriyordu. Keskin bakışlarındaki pırıltılar, kendisine bakan gözlere değdiğinde, etkilenmemek elde değildi. Konuşması, son derecede akıcı, öz ve içerikliydi. Yaşından beklenilenden daha ağırbaşlı ve oturaklıydı. Her zaman ciddiliğini yansıtan hali, saygı uyandırıyordu. Onun yanında her şey konuşulmaz, her şaka yapılamazdı. Arkadaşlığı, derin bir candanlığı, yüreğinden olduğu gibi dışarı vuruyordu. Çevresi çok genişti. Temelini attığı gerçek dostluklar, yılların beslediği, büyüttüğü dev bir sevgi çınarını, dal dal, güçlü bağlar ata ata yükseltiyordu.
Cemile, girdiği her yerde dikkatleri, mıknatıs gibi üzerine çekerdi. Hızlı ve enerjikti. Ciddi bir yürüyüşle attığı adımları, tok tok koridorun başında duyulduğunda herkes: “Hâkim hanım geliyor!” diye kendisine çekidüzen verirdi. O, boydan boya koridordan geçerken karşılaştıklarını, içten selamlardı. Etrafına dağıttığı saf tebessümlerinde, mutlu bir günün işaretini, gönüllere bırakırdı. Alçakgönüllü, sevecen, ağırbaşlı ve anlayışlıydı. Olayları yorumlayışı ve onlara hoşgörüyle yaklaşımı, her zaman hayranlık uyandırıyordu. Zamanla onu tanımakta olan Vecdi Bey, onun her halinden etkilenmeye başlamasının önüne, ne yapsa geçemediğinin farkına vardı. Güzelliğini, zarafetini, ince kişiliğini ve kültürünü uzun uzun düşünmeye başlamış; takdir dolu duyguları, sevgiye şahlanmıştı. İçinde çağlayan duyguları, çabalasa da durduramıyordu. Öyle ki her gece, gün ağarana dek şiirler akıyordu kaleminden. Günler, günleri ezdikçe Vecdi Bey’in yüreğine düşen ateş büyüyor; zamanın körüklediği alevler, bütün içini sarıyordu.
Vecdi Bey önce, uzun bir süre sessizliğe gömüldü. Göğsünden beynine yayılan duygu patlamalarını, yalnızlığın ıssızlığı içinde dev bir sır gibi boğuyor; şiirlere boşaltarak ‘Yılbaşı’ adlı kitabını, her gece, mısra mısra, Cemile’sine donatıyordu. Uzun bir devre, içine kapanıp ince ince düşündükten ve kendisini derin derin analiz ettikten sonra, yalnızca tek bir arzuyla, kalbinin çırpındığını fark etti: Cemile’siyle hayatını birleştirmeğe dayanılmaz bir istek duyuyor, hislerine, bir türlü gem vuramıyordu. Bir süre duygularıyla cebelleştikten sonra, daha fazla dayanamayarak aldığı kararla, umut yüklü, heyecan dolu bir halde trene atladı. İstanbul’a hareket ederek Cemile’sini ailesinden istemek üzere yola revan oldu. Seyahati boyunca, yalvarası bakışları, güzelliğiyle beğenisini şahlandıran tabiatın içlerinde dolanırken, yüreğini hoplatan hayallere kapıldı, durdu. Saatler boyunca başı cama dayalı, dizinde defteri, elinde kalemi, hiç gözünü kırpmadan yolculuğunu tamamlayarak İstanbul’a vardı. Kendisini, Türker Ailesi’nin evinin girişinde bulduğunda, dakikalar boyunca kapı önünde öylece kalarak, kapının tokmağına uzanamadı. İçine soluduğu havayı, ciğerlerine hapsetmek istercesine kuvvetlice çekip göğsünü şişirerek kendisini toparlamaya çalıştı ve aniden cesaretini toplayarak kapıya doğru davrandı.
Hiç tanımadıkları, daha önce görüp duymadıkları bu yakışıklı genci Emine Hanım, nezaketle içeri buyur edince, kızlarının yanından geldiğini öğrenip, sevinerek duygulandı ve heyecanlandı. Tahsin Bey’in karşısına oturduğunda Vecdi Bey, hislerine hâkimdi ve kendisine güvenen kişiliğine geri dönmüş, akıcı konuşmasına başlamıştı. Arkadaşlarından sık sık, ne kadar etkileyici ve güzel konuştuğuna dair övgüler almaya çok alışıktı. Saniyeler içinde beynine gelen bu anılara tutunarak, önce kendisini tanıttı. Daha sonra, değer verdiği kızına nasıl da hayran olduğunu ve kapıldığını açıklamayı, ince bir özen içinde sürdürdü. Hayat arkadaşını bulduğunu, onu kaybetmekten çok korktuğunu açıkladı ve aşk dolu kalbini, Tahsin Bey’e, tüm samimiyeti ve içtenliğiyle olduğu gibi açtı, döktü. Hayallerini, hayattan beklentilerini, sıra sıra, hiç atlamadığına inanarak olduğu gibi sıraladı. Tahsin Bey, bu duygu ve coşku dolu dürüst genci, içi dışı bir bulmuş ve çok sevmişti. Onu, sessizce ve sabırla, hiç sözünü kesmeden dinlemiş, anlamaya çalışmış ve saygı duymuştu. Ama nedense kızının, Vecdi Bey’le mutlu olabileceği konusunda kaygı bulutları, dünyasını sarmaya başlamıştı. Tahsin Bey yine de, daha fazla düşünmek ve durumu derinlemesine tartıp biçebilmek üzere, birkaç gün zaman isteyip cevabını, bu sürenin sonunda verebileceğini söylerken Vecdi Bey, sohbet boyunca hayran kalarak tanıdığı değerli büyüğünün yanından, umut, sevgi ve saygı dolu ayrılıyordu.
Yemeden içmeden, kâbus gibi geçen üç günün sonunda Tahsin Bey, evlilik talebini nazik bir dille geri çevirince, bir anda, hayalleri yıkılmıştı Vecdi Bey’in başına! Bunun altından kalkmak için amansız bir çırpınıştaydı. Hayatını nasıl toparlayıp onarabileceğini aklından geçiriyor, zihnine hücum eden ve onu boğar gibi nefesini kesen ve zehir olup ruhuna yayılan kara düşüncelerin aşılmaz yükü altında, ezildikçe eziliyordu. Vecdi Bey, uzun bir süre suskunluğa çakıldı…
***
Vecdi Bey, bir müddet sonra, lisanını ilerletmek üzere, Cemile’sinden Fransızca ve İngilizce dersleri almaya karar verdi. Onun, kuş şakımalarını andıran şen ve enerjik sesinden öğrendikleri, kalbine ışık gibi akıyor, zihnine kazınıyordu. Cemile’sinin derin, anlamlı gözlerinin sihirli kuytularında kayboluyor; upuzun, kıvrım kıvrım kirpiklerinin her biriyle, sevdiğinin oltasına yakalanmışçasına kalbinin, yavaş yavaş can çekişmekte olduğunu, tıkanmış nefesinde hissediyordu. Vecdi Bey, Cemile’sinin beline varan, gözleriyle aynı tonda, bal renkli, güneş gibi parlayan saçlarının dalgalarında, gizem dolu anaforlara kapılıyor, cennetsi köşelere sürüklendiğini, çekildiğini, kısa ve hoş bir rüyada kalırcasına yaşıyordu. Eve döndüğünde yazdığı mısralarda: “Bu güzelliği ve hissettirdiklerini, kimse betimleyemez!”
Diye, karaladığı her kâğıdı, buruşturup buruşturup atarak hiç beğenmediği mısralarından, her defasında hayıflanıyordu.
Cemile’nin süt beyazı teninin, saflığı yansıtan duruluğu, iç açmaktaydı. Onun kalem tutan ellerindeki zarafet ve inceliği taçlandıran, parmak uçlarını cömertçe süsleyen lale biçimli tırnaklar; on adet özel pembe şaraplı kadehten hayat iksiri sunar gibiydi. Kıpır kıpır enerjik hali, taptaze açan baharın, hayat saçan güneşinden kopmuş, onun vücudunda, yeniden doğmuştu sanki. Vecdi Bey aşkın, ’yaşam nuru’ olduğunu saniye saniye, yaşadıklarıyla öğreniyordu! Ümitsiz durumundan kendisini ne kadar uzaklaştırmak istese de başaramıyordu. Sevdiğine kavuşamamanın yer ettiği acıdan kurtulma çabaları, her seferinde boşa çıkıyordu. Vecdi Bey, ne yaparsa yapsın, Cemile’sinden bir türlü uzaklaşamıyor, bir lahza kopamıyordu. Tersine, derin ıstırabını her nefeste içine çekse de, aşk ateşinin nurunda aydınlanma uğrunda, hayatını anlamlı kılmaya ve onun gölgesinde olgunlaşmaya ve ona, cankurtaran simidi gibi sarılmaya iteleniyordu. Vecdi Bey, sessizliğini hiç bozmadan, üç sene mecnunlar gibi dolaştı. Şiirlerine yeni şiirler kattı. ‘Yılbaşı’ adlı şiir kitabını, ilham perisi Cemilesi’ne ithaf etti.
***
Cemile ve Zehra kardeşler, çok güzel at binerlerdi. Zehra, kendisine ve kardeşine, üsten inişi bolca, ayak bileklerine doğru daralan, koyu renkli pantolonlar dikmişti. Zehra enstitü mezunu olduğundan, nakış işlerinin yanı sıra, çok güzel dikişler dikiyor, dışardan bir şeyler almaya hiç ihtiyaçları olmuyordu.
Cemile, uzak yerlere görevle keşfe gittiklerinde at binerdi. Yörenin insanları, nasıl olur da bu gencecik, körpecik İstanbul kızının, böyle cesur ve zarif, kendinden bu kadar emin ata binebildiğine hayret ederlerdi.
Bir gün Cemile’yi at üzerinde keşfe giderken gören Vecdi Bey, kendisini daha fazla tutamayarak Cemile’sinin atının önüne atıldı. Artık yüreği o kadar dolmuş, o kadar dolmuştu ki, içinden coşup kopan duygularını, ilk kez frenleyemeyerek, sesinin olanca gücüyle çağladı! Benliğinin tümüyle haykırıştaydı:
“Sensiz yaşam, bana haram!”
“Ya beni çiğne!”
“Ya evet de!”
Diye kükredi. Genç hâkim Cemile, hiç beklemediği bu tepkiyle irkilmiş, şahlanan atının eğerine zorlukla hâkim olabilmişti! Vecdi Bey, her zaman o kadar sessiz, o kadar sakin, o kadar ağır başlı ve gururlu biriydi ki, onun saygın kalıbının kılıfını, böylesine yırtıp taşıran feryadının şiddetini Cemile, tartmakta, tanımlamakta güçlük çekmiş; onu anlayıp değerlendirebilmek için, beynini ve yüreğini aşırı derecede zorlamıştı. “Sakin olun!” “Sakin olun lütfen!” “Babam, öngörmediği sürece bu dilek gerçekleşemez!” “Konuşmalıyım babamla.”
Diyen Cemile, utangaçlıkla başını öne eğdi ve atının eğerini çekerek yıldırım hızıyla oradan uzaklaştı. Heyecanının şiddetine dayanamayan kalbinin atışları, şah damarını patlatacaktı neredeyse! Cemile de, bu yağız delikanlıdan etkilenmeye başlamıştı galiba…
***
Yok olan yıllar, arayı soğutacak yerde, iyiden iyiye kızıştırınca, Tahsin Bey, daha fazla dayanamayarak pes etti.
Dillere destan bir düğünle, evlendiler! Muratlarına erdiler!
Ayşe Yarman Öztekin
"Zaman Fırtınası" 2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.