- 1134 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
256 - YAĞMURU GÜLDÜRMEK
Onur BİLGE
Bursa’ya gelir gelmez, odamla ve eşyalarımla hasret giderdim. Dip bucak temizledim ve yeniden dekore ettim. İlk gecemi, her zamanki yerimde, pencerenin pervazında yazarak geçirdim. Bu defa yatağımın başucunda oturuyordum, dizlerimde battaniye vardı. Hafifçe sağ tarafa dönüktü yönüm. Otobüste biraz uyumuştum. Duşla elma yorgunluğumu almıştı. Gençlere özgü bitmek bilmeyen enerjiyle yazarak sabahlamıştım. Teypte sevdiğim şarkılar vardı, Zeki Müren’den, defalarca dinledim. Dinledikçe garip bir huzur sardı içimi.
“Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz”
Bir haziran sabahı rastlamıştım ona. Aynı anda çıkmıştık, evlerimizden. Nasıl bakmışım bilmiyorum gözlerine, hafifçe yana dönmüş, başını yere eğmiş, çiçeklere bakıyor gibi yapıp, uzaklaşmamı beklemişti. Sonra da bir süre izlendiğimi hissetmiştim. Arkadaşlarımla buluşmak için Virane’ye gidiyordum.
“Gözlerinin içine başka hayal girmesin!” Birbirine ayna olmuş, gözlerimiz. Karşılıklı hayallerimiz düşmüş, çıkamamış. Ayrılamamış akisler, aynalardan. Sırlarımız, sırlarına kazınıp kalmış. Ela, siyahta erimiş; siyah, elayı gölgelemiş. “Bana ait çizgiler, dikkat et, silinmesin!”
Neler söyler oldu bu şarkılar bana! Bu zamana kadar yüzlerce defa dinlemiştim hâlbuki. Pek bir şey ifade etmiyordu. Dinleyip geçiyordum, öylesine. Oysa şimdi, dinledikçe Aysima’yı yaşıyorum. Her nağmede adım adım yaklaşıyor bana. Her nota kalp atışlarımla ses veriyor. Her hecede ona sesleniyorum. Ya da o bana... Anlamının üzerine basa basa...
“Sana gelen yollarda daima beni bekle!” Gelişimi hissederek yine yollara çıkmasını bekliyordum ama o yoktu. Gece boyu da camı açılmadı. Sabaha kadar perdem de gözlerim de açıktı. Sabah ezanından sonra uyudum. Öğleye doğru kalkıp giyindim ve kahvaltı etmeye Virane Kafe’ye gittim.
Okullar açılıyor ya, herkeste bir telaş! Birazcık bende de var ama Virane’de hummalı bir çalışma yapılmış. Bazı perdeler değişmiş. Çok eski ve kullanılmayacak kadar eski olanlar vardı. Onlar atılıp, yerine yenileri ve tüller asılmış. Odalara ranzalar, masalar, sandalyeler konmuş. Yurtta kalanlardan parasal sıkıntısı olanlar, gelip yerleşmiş. Eski ahşap evin üst katı, mini bir yurt haline gelmiş.
Bütün pencereler çiçeklendirilmiş. Bahçe de elden geçmiş. Her şey eskisine nazaran çok daha iyi, Virane daha canlı ve çekici bir hale gelmiş. Ahmet’le Duygu daha mutlu... Dağılanların toplanmasıyla kazançları daha da artacak. Emin adımlarla evliliğe doğru gitmekteler.
Onlara, Antalya yöresine ait çeşitli reçeller getirdim. Karpuz, patlıcan, portakal, greyfurt reçelleri... Kalın kabuklu limonlar getirdim, Define’ye. Limon salatasını tarif etmiştim ya, canı çekmiştir falan diye. Kucağına bir poşet limon koyup, birini elime aldım, tekrar tarif etmeye başladım:
“Bak, dedeciğim! Böyle kocaman, kalın kabuklu bir limon alacaksın. Yıkadıktan sonra hafifçe rendeleyeceksin. Asidi tam yok olmayacak. Böyle küçük küçük keseceksin. Bir tabağa koyacaksın. Üzerine zeytinyağı gezdireceksin. Tuz ve pul biber ekeceksin. Sonra çatalını batırıp, şapur şupur...”
Dede yerde... Dizlerinin üstünde... Elleri çenelerinde... Bet beniz atmış; suratını, işkembenin kırk katı gibi buruşturmuş, kıvranıyor! Bayıldı bayılacak!.. Herkes de onunla beraber yerlerde ama kahkahalar içinde...
Define kadar şaka kaldıran bir ihtiyar daha yoktur! O da şaka yapar. Çok da sever. Bize şöyle bir şey anlatmıştı da şaşıp kalmıştık:
“O Bedirhan var ya, o Bedirhan! Bir zamanlar dadandı benim tütünlere! Alıyorum, yok! Alıyorum, yok!.. Ortakçı oldu. Otlakçı yani. Bana özenmiş, pipo içecek. Her gün geliyor, benim pipolardan birini alıyor, harcıâlem tütünden de değil, kalitelisinden doldurup doldurup yakıyor. Bir kere de demiyor:
“Bir paket tütün de ben alayım da dedeme hediye edeyim!”
Bir de karşıma geçiyor, ayak ayaküstüne atıyor, keyifle tüttürüyor.
“Oh! Oh!.. Ne kadar da güzelmiş, be!..” diye.
Benim pipoyla, benim tütünle bana nispet yapıyor. Öyle mi, öyle! ‘Sana bir alicengiz oyunu oynayayım da gör!’ dedim, içimden.
Bir gün, sokağın birinden geçiyorum. Yolun ortasında bir parça pislik... Oradan bir at arabası geçmiş olmalı. En yakın bakkal dükkânından bir poşet istedim; ters çevirip, elimi soktum içine ve yerden alabildiğim kadarını aldım ve tekrar eski haline getirdim, ağzını bağladım, eve geldim. Serdim kuruttum güneşte. İstediğim kıvama geldi. Tütünden hiç mi hiç farkı kalmadı. Boşalan kaliteli bir tütün paketine doldurup, benimkinin yanına koydum.
Bu yine geldi. Uzandı piponun birine, kaliteli tütün aranıyor. Dedim ki:
“Bedirhan, ver o pipoyu bana! Sana nefis bir tütün doldurayım! Ömrünün sonuna kadar unutamayacağın kadar güzel bir tütün! Bunu bir içeceksin, hayatın değişecek!”
“Sahi mi dede? Benim gibi adama yakışır mı kalitesiz tütün içmek? Doldur bakalım!”
Uzattı pipoyu. Çaktırmadan doldurdum, tıka basa, verdim. Bu yine oturdu karşıma, çeldi bacağı, sevinçle yaktı. İçine çekmesiyle yerinden fırlaması, suratının pancar gibi olması bir oldu! Nasıl öksürüyor!.. Boğulacak gibi!.. Gözlerinden yaşlar akıyor!”
“Dede, bu ne ya? Öf!.. Ya, sahi bu ne?”
“At pisliği... Ne olmuş? En kalitelisini istersin, öyle mi? Al sana, en kalitelisi!..” dedim. Hah, hah, ha! Bir daha da elini süremedi tütünlerime de rahat ettim! Arada sorarım, ona:
“Bedirhan, pipo içmek ister misin? Doldurayım mı?” diye.
“Aman dede, aman! Kalsın! Tütün mütün istemem! Sayende en kaliteli tütünün tadına baktıktan sonra, bir daha tütün mü? Tövbe! Pipon da senin olsun, tütünün de...” der.
Aldı dersini tabi. Onunla çok anımız var. Daha bu ne ki! Neler etti o namussuz bana ama ben de onun hakkından geldim! Eski bir dostluğumuz var. Eskimeyen dostum o benim.”
Şen adamdır, Define. Fakat biraz yorgun ve durgun gördüm, onu... Hasta değil ama hassas ruhu, öğleden sonra çiselemeye başlayan yağmurla alabora olmuş gibi. Maziye gitmiş yine... Unutamadığı aşkına... Yağmurda sırılsıklam gelen kızın ilk görüntülerini seyretmekle meşgul, iç âlemindeki beyaz perdede. Dede, hayal âlemindeki en güzel, en romantik, en can alıcı ve kalıcı anılarına dalmış. Onu, en iyi ben anlayabiliyorum. Çünkü yağmur beni de had safhada etkiliyor. Bir ara yağmurluğunu giydi, aldı başını gitti! Bir süre sonra, sırılsıklam geldi. Yüzünde mutlu ve duygusal bir ifade vardı.
“Nereye gittin, dede?” diye sordum, yavaşça.
“Şöyle bir dolaştım, hatıralarımda. İlk dükkânımın olduğu yere, o çınar ağacının altına gittim. Hani sana anlattığım hikâyenin geçtiği yere... Of! Sorma! Unutulmuyor be! Fena vurdu geçti!..” dedi, sadece benim duyabileceğim bir sesle.
Ağlamıştı. Gözleri kızarmış, biraz da şişmişti. O ağladığında, gözleri kızarmadan kocaman Karadenizli burnunun ucu kızarır.
Ahmet’le Duygu’nun ve diğerlerinin yanında, daha fazla konuşmak istemedim ve herkesin dağılmasını, o ikisinin de kendi âlemlerine dalmalarını beklemeye karar verdim. Öyle konuları, uluorta konuşmazdı. Yaşından başından utanırdı.
Bu zaman zarfında, bahçe kapısının önünde, saçağın altındaki masada bir başıma oturdum ve yağmurla ilgili bir şiir yazmaya başladım. Mis gibi çay, buram buram toprak kokusu geliyordu. Virane’nin o özlediğim rutubet kokusu da vardı. Üçü birleşince içime işliyor, ruhumda amber etkisiyle yayılıyordu.
Çisem çisem yağmur yağıyordu. Toprak aç, toprak hasret içinde, toprak kucak açmış, her düşeni yutuveriyordu. Yaprakların üstünde kalanlar ve uçlarından süzülenler; bulutların arasından muzip muzip bakan, arada göz kırpan, saklanan, tekrar ortaya çıkan, çocuk yüzlü güneşin yaydığı renkleri ayrıştırarak parlıyordu.
Her şey, ruh haline göre algılanır. Her zaman hüznün sembolü olmuş sonbahar. Gözü yaşlı eylül, ıstırapla ağlatılmış, hep. Bense mutluydum, istemsiz bir tebessüm gelip yerleşmişti ne zamandır, dudaklarıma. Kıvrımlarına takılmış, öylece kalmıştı. Zaman zaman genişliyordu, gülüyor, kahkaha atıyordum. Ne kadar romantizm yüklü olsam da içim, içim içime sığmıyordu!
Bu zamana kadar şairler ve yazarlar hep ağlattılar yağmuru. Ben güldürüyordum. Defterini dürüyordum, acıların. Kederi, hüznü ve melankoliyi öldürüyorum. Aysima’lı şiirler örüyordum, duygularımıza tıpatıp uyan. Damlaların gülümsediğini görüyordum. Çiğ tanelerinin mahmur mahmur gerindiğini... Serinlediğini; toprağın çimenin, göklerin, yerin, gönüllerin, ruhların, yüreklerin, her şeyin, her yerin...
Duymaz oluyordum, can çekişenlerin; ağaçların, ekinlerin, çiçeklerin, hâsılı en küçük bir şeyin inlediğini.
Hep ağlatmışlardı, yağmuru. Ben güldürüyordum. Gülen yağmurlarda yıkanmış duygular koyuyordum, koynuma. Şiir yapıyordum İlhan’a. Yüreğimde demliyordum. Bir süre bekletiyordum, kokusundan anlıyordum demlendiğini, gözlerime dolduruyorum, mutluluk mutluluk, sevinç sevinç...
Biliyordum, bakışlarımın derinliklerinde dinlendiğini. Kendimden geçercesine okuyordum, duyuyordum; aynı tarzda, aynı hislerle dinlendiğini ve gayet iyi biliyordum, beni çok sevdiğini.
Hep ağlatmışlardı yağmuru, gözyaşlarıyla ıslatıp. Ben güldürüyordum, gülüşlerimi katıp. Şiirler örüyordum, ikimiz için, mutluluk renklerinde İlhan’a dair şiirler... Bana dair ve sair...
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 256
YORUMLAR
“Gözlerinin içine başka hayal girmesin!” Birbirine ayna olmuş, gözlerimiz. Karşılıklı hayallerimiz düşmüş, çıkamamış. Ayrılamamış akisler, aynalardan. Sırlarımız, sırlarına kazınıp kalmış. Ela, siyahta erimiş; siyah, elayı gölgelemiş. “Bana ait çizgiler, dikkat et, silinmesin!”
cok güzel.
is yerinde rastlamistim size
bir acemilik icindeydinizz
derinden bakinca gözlerinize
herseyi yere devirmistiniz.....
cok deli seyleri aklima getirdin..
esimi tanidigim ilk zamanlari gözden gecirdim tamamen.
cok begendim
yüregine saglik.sevgim sonsuz
hicbitmez tarafından 12/20/2009 2:35:11 AM zamanında düzenlenmiştir.