NEY’İN HİKÂYESİ
“Dinle neyden nasıl hikâyet eder
Ayrılıklardan şikâyet eder.” der Mevlana Mesnevi’nin girişinde… Ney ne demektir, hikâye nasıldır, ayrılık kime aittir, şikâyet nedendir gibi bir sürü N’Lİ ve bir K’Lİ sorular sorulabilir. Naçizane olarak “bende”niz bu hikâyenin anlatıcısı olarak karşınızda arzı endam etmek istiyorum kalemimle, lütfen yanlış anlamayın… Sadece bir pencere açmak istiyorum, bir kapı aralamak istiyorum. Girmek sizin elinizde…
Kamışlıktan kâmilliğe geçişin sembolü, tasavvufi bir hakikat, Bâtıni bir ilim, zahiri bir âlem! Ney değil ayrılıktan serzeniş, neyden çıkan sestir ol hikâyet esasında! Kişinin kâmilliği söz konudur aslında hem de üstat mertebesinde bir kâmillik!
Elinde ummanlar mürekkep olsa dahi, bütün ağaçlar kalem; neyin ihtiva etmiş olduğu manayı ifade edemez hiç bir akıl! Bu ne huydur ki inceden ince bir kıl!
Ah akıl vah akıl!
Va esef!
Ruhlar âleminde iken insan, maneviyatın semalarında süzülüp yokluğun mekânında en güzel gıdaları tadarken rabbin bahçesinde; vakti gelince “Ete kemiğe bürünür” ve “Yunus diye görünür” ezcümle yaratılmış olan her şey. Manevi iklimden maddi âleme geçiştir bu… Ana vatandan gurbete sürgündür bu… Bu sevgiliden kopuştur, ondan uzaklaşmak demektir, ondan ayrı düşmek demektir bir bakıma… Ey sevgili, en sevgili, en en sevgili diye başlar bütün ayrılık hitapları… “Bulanlar aramıştı” der Rumi… Aramak için ayrı düşmek lazım imiş!
“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaradan” der ehli tasavvuf! Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz. Hay’dan gelen Hu’ya gider! Ney’de İnsan’da hikâye aslında, sen gibi, ben gibi… Asıl libasını arayan ruh, inler Ney gibi, Mecnun gibi, Hallaç gibi… Çıkınca aradan Ney, çıkınca aradan Mecnun, çıkınca aradan Hallaç işte kalır insanı yaratan!
“Neyin oluşmasıyla ilgili hoş bir efsane vardır. Rivayete göre Miraç Gecesi’nde Yüce Allah habibi, sevgili Peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v) Hazretlerine bir hayli sır veya doksan bin kelime söylemiş. Hz. Peygamber de bunların otuz binini halka ayan, otuz binini seçkinlere beyan, otuz binini de saklı tutmuştur. Bu arada Allah’ın aslanı Hz. Ali’ye de hayli sır ifşa buyurmuş ve bu sırları kimseye zinhar faş etmemesini tavsiye ve emir buyurmuştur. Fakat Hz. Ali bu sırra tahammül edemeyerek nihayet içi boş bir kuyuya varıp sırrını ona söylemek mecburiyetinde kalır.
Bir müddet sonra bu tesirle kuyu su ile dolmaya başlar, taşar ve yanında bir ney (kamış) biter. Bunu bir çoban keserek kaval yapar ve çalmaya başlar. Kavalı duyan Hz. Peygamber “Ya Ali niçin sırları ifşa ettin?” diye sorar. Hz. Ali’de “Ya Resulullah halktan hiç kimseye ağzımı açmadım.” cevabını verir. Resulullah: “Ya bu sır nedir, o sır değil midir?” buyurur. Hz. Ali dinler, görür ki o sırdır. Hemen özür dileyip “Ya Resulullah daha fazla tahammül edemediğim için kırda boş bir kuyuda söylemiştim.” der. Bunun üzerine Allah Resulü “İşte bu ney bu sırları kıyamete kadar söyler.” buyururlar.”
İnsanın acizliği bu yüzdendir, çaresizliği, mahkûmluğu yaşadığı dünyaya ve bir o kadar da bağlılığı… Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamışlığı… Bir korkudur bu, asıl memleketten atılmışlığın vermiş olduğu… Bir salgıdır bu et ve kemiğin kimyasını bozduğu… Ezelden ebede değin sürecek olan bir anlayıştır bu… İşte insanın hikâyesi, işte neyin hikâyesi…
Ney kamışlıklar ülkesinde yaşar kendi halinde. Kamışlardan bir kamıştır bataklıkta… Oraya aittir, oranın adamıdır, oranın malıdır. Derken günlerden bir gün gelip keserler kökünden, koparır götürürler yekten! Ney ne kadar feryat etse de nafiledir neticede bir kuru daldır artık. Kopmuştur toprağından çekilmiştir bir el tarafından memleketinden.
Hicran onun türküsüdür artık dilinden hiç düşürmediği… İnsan denen mahlûk da kopmuştu bir zaman ruhlar âleminde… Teşbihte hata olmaz inşallah! Ney de insana misaldir biraz bu hikâyede…
Alır götürürler ney olacak kamışı… Önce içini boşaltırlar kızgın bir şiş ile. Sonra iyice oyarlar keskin bir bıçak ile… Sonra yakarlar içini iyice… Delikler açarlar üstünden… Bomboştur artık, bir delikli borudur… Acının bin bir çeşidini yaşar bu esnada… İşkenceden işkence bir sıkıntı yaşar bu yolculukta… Nerde kamışlıkta geçirdiği günler?
İnsan da pişmez mi? Pişip de yanmaz mı? Yanıp da olgunlaşmaz mı? Hani derdi ya Mevlana; “Hamdım, piştim, yandım.” işte insanın hikâyesi de öyle bir şey! Bir ruh düşünün, önce bedensiz bir halde sonra pişmeye gönderilen ve kafese sokulan bir ten oluyor ve orada yanarak aslını bulmaya çalışan bir fani oluyor! Sürekli bir oluş bir kendini arayış ve ahirde mutlak cemalin varlığında yok oluş. Bu var oluştur aslında… Önce çile çekilecek, ruha beden hırkası giydirilecek sonra ten mezbelesinden yine ruhi sıçrayışla geçilecek ve o potanın içinde ezeli ve ebedi bir olunacak. Bu bir temaşadır, güzelliklerin yansımasıdır, gönlün temel alınması da bu yüzdendir. Gönlün saf ve temiz aynasında birlik meşalesi yakılacak ve gönül yoluyla kişi rabbine kavuşacaktır.
Her neyse Ney neden bu kadar acıklı ses çıkartır anladınız mı? İçi oyulmuştur ondan, kişinin bam teline dokunması, zülfü yârine temas etmesi bu sebeptendir. İçi yakılmıştır bu yüzden inim inim inlemektedir tıpkı bir insan gibi… Ney anavatandan kopmuştur, gurbettedir. Sesi bu yüzden hüzünlüdür. İnsanoğlu da rabbinden kopup imtihan için gelmiştir bu iki kapılı hana… İnsanoğlu da bu yüzden hüzünlüdür.
Neyin hikâyesi insanın hikâyesidir bu yüzden.
Ha Ney, ha insan!
Ha deyince hayran olur!
Ha!
YORUMLAR
mutasavvuf bir kalem bu,
her yazısında ayrı bir aleme götürüyor beni,
kendimi ney gibi hissettim bugün, vatanından koparılmış, alınmış, içi boşaltılmış ve hicranla yanan bir ney/im...
ve rivayeti çok güzeldi başlı başına...
bir zamanlar bende üflemeye merak salmıştım ama başarılı olamayınca bıraktım,
o zaman okusa idim, azmederdim sanırım.
tebrik ederim usta kalem, çok çok güzeldi...
HA...