PARİS
Uzadıkça uzayan görkemli bulvarlar, bu bulvarların nihayetinde sizi karşılayan devasa meydanlar, heybetli binalar, yıllanmış şarap tadında tarihi köprüler, ışıklar, parıltılar, gece, dans, aşk ve romantizm.
Paris’ten söz ediyoruz.
Bazı yazarlarımız, Paris sokaklarında dolanmayı pek sever. Dolandıkça dolanırlar. Duyguyla yüklenmek adeta şarj olmak isterler.
Ana tema elbette aşktır.
“Bu büyülü kentin cazibesi sizi sarıp sarmalıyor, hiç aşk yaşayamazsanız dahi Paris’e aşık oluyor, onunla yatıyor, onunla dans ediyorsunuz.”
“Yok yaaa, essah mı!”
Sanırsınız ki Paris’in sokaklarında buğulu gözlü, baygın bakışlı, asil duruşlu, güzeller güzeli aşk kadınları katnaşmaktadır. Zaten şehrin ışıkları ile her zaman loş ve karanlık olmak zorunda olan kaldırımları, aşka yelken açmak üzere gizemli şehre gelen maceraperestlere kılavuzluk etmeye hazırdır. Zaman Paris’i yaşama zamanıdır. Zaman aşk zamanıdır. Paris’te aşk başkadır!
Gerçek tabii ki böyle değildir.
Bu yazarlarımız abartmayı severler. Onsuz yapamazlar.
Yazılarını okuyunca, Paris’in görkemli salonlarında prenseslerle dans ettiğini sandığımız yazar arkadaşımız, aslında bu metropolün en kepaze genelevlerinden birine gider ve orada sırasında bekleyen fahişenin gözlerindeki ışıltıdan asil bir şeyler bulup çıkarma hususunda gayrete gelir. Çıkarır da.
Sirkeci’deki dilencilerden nefret eden, midesi bulanan, yolunu değiştiren adam, Paris’teki dilencilerde gizem arar, kendini daha yakın hisseder. Fransızca dilenen dilenci sanki para istememektedir de hiç kimselerin bilmediği bir aşk iksirinin tarifini vermektedir.
Paris’e gidip bir süre kalanlar bilir. Türkiye’den gelenlerin kendilerini en fazla yabancı hissettikleri bir yerdir oysa. İngilizceniz para etmez, Fransızcanız varsa bile sizden uzak dururlar. Sanki orta Afrika’dan gelen eski bir Fransız sömürge ülkesi vatandaşıymışsınız gibi davranırlar.
O halde nedir bu Paris aşkı?
Yoksa ben de mi bir tuhaflık var!